GEZİ DİRENİŞİNDE İHANETLER VE İŞBİRLİKÇİLİKLER
Taksim Gezi Parkı direnişi, başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın
şahsi tasarrufları dâhilinde başlatılan Topçu Kışlasının restorasyonu ve beraberinde
parktaki ağaçların sökülerek parkın yeniden düzenlenmesi projesi kapsamında
sökülen ağaçlara engel olmak amacıyla başlamış pasif bir çevreci direnişi
olarak başlamıştı.
Diğer yandan başbakanın “tecavüz sonucu oluşan
hamileliklerde” bile çocuğun aldırılmasını engelleyen Kürtaj yasasından, üç,
beş çocuk yapmaya, Yezidi ve Süryaniler arasında yaygın olan çocuk
evliliklerine zemin hazırlayan “4+4+4” eğitim yasasından ilköğretimde
üniformaların kaldırılmasına, her türlü alkollü içeceğin aşırı fiyatla
satılmasından satışlarının engellenmesine ve yerine ayran içilmesine varan
sayısız saçmalıklardan ibaret halkın günlük yaşamına müdahaleyi içeren yasalar,
halkı aşağılamalar, kendisine oy verenler ile vermeyenleri ayırıp bölmelere
uzanan daha nice akıl fikir, mantık dışı saçmalıklarıyla da halkı bezdirmesinin
yarattığı birikimi de unutmamalıyız.
Çevreci Direnişi kendisine saldırı olarak algılayan malum
başbakanın emirleriyle bu çevreci grubu dağıtmak için polisin 31 Mayıs 2013
günü başlattığı şiddet, orantısız güç içerikli operasyonu halkın bölgeye akın
etmesine ve direnişi de çevreci kimliğinden hükumetin ve başbakanın
icraatlarına, dayatmalarına tepki eylemi kimliğine bürünmüştü.
Tamamıyla
örgütsüz, tamamıyla kendiliğinden, tamamıyla her türlü şiddetten uzak bir halk
eylemine dönüşen direniş, ilk önce AKP hükümetinin işbirlikçisi olan
BDP milletvekillerinin, onlara yakın olan “Kürtçülük merkezli” aşırı sol
örgütlerin, siyasi partilerin de katılımıyla sabote edilivermişti.
Bu örgütlerin adları kullanılarak başbakan, yardımcısı
Bülent Arınç ve öteki hükümet yetkilileri tamamıyla şiddet ve terörden uzak,
sonuna kadar haklı bir halk eylemini bir anda “terör eylemi” olarak
yorumlayarak karalamışlardı.
Bu konuda BDP ve yandaşlarından eylemden çekilmelerini
isteyen bir çağrı yazısı yazmıştım. Bu çağrım aynı anda sağduyulu diğer sosyal,
görsel, yazılı medya mensuplarınca da dile getirildiğinden BDP eylemden
çekildiğini açıklamıştı. Buna rağmen PKK ve BDP yandaşı örgüt ve siyasi
yapılanmalar eylem alanında varlıklarını sürdürdüler.
Geçen hafta başlatılan Gezi Parkını ve Taksimi boşaltma
operasyonunda polise taş ve sert cisimler fırlatmadan araçların yakılmasına,
polise yapılan saldırılara kadar varan eylemler yüzleri maskeli bu AKP yandaşı
Kürtçü örgütlerce sürdürüldü ve eylemi, bir “terör, anarşi” olayı göstermek
için AKP Gençlik Kolları üyelerinden askeri, Polis İstihbaratına ve ondan APO
posterleri ve PKK bayrakları açan terör örgütü yandaşlarına kadar herkes halkın
haklı direnişini sabote ederek AKP hükumetine destek vermişlerdir.
Taksim ve Gezi parkı da böylece boşaltılmıştır.
Dünyada hiçbir ülke polisinin kullanmadığı kadar Amerikan
menşeli biber, portakal vesaire gazların yanında tazyikli su topu tabir edilen
panzerlerle su fışkırtılarak insanların yerle bir edilmesine, yaralıların toplanıp
tedavi edildiği “kapalı merkezlere “ yani ev, otel, işyerlerinden oluşan bu
yerlere müdahale için “yazılı mahkeme emrine” gerek duyulmadan polisin gaz
bombası atması yerli muhalif medyayı bırakın AKP’nin yalamalığını yapan
yandaşlarından on yıldır kesintisiz destek veren Amerikan ve Avrupa basınına
hatta Avrupa Parlamentosuna kadar herkesin sabrını taşırmıştır.
Almanya başbakanı Angela Merkel polisin müdahale şeklini “korkunç”
olarak nitelemiştir. Beyaz saray son 15 gündür neredeyse gün aşırı uyarılarını
ilan etmektedir.
PKK örgütünün “Alman Anası” olan Claudia Ruth hanım bile
nasıl olduysa ülkemize gelmiş ve “Direnişçilerin yanında olmamak, onları, demokratik
haklarını korumak için direnişe katılan Türk halkını sırtlarından
hançerlemektir!” ifadesini Halk Tv’de
dün akşam katıldığı programda kullanmıştır.
Ayrıca gecenin bir saatinde evinde hasta, çocuk bakanlardan
sınava girecek öğrencilere, işten gelip kafasını dinlemeye çalışanından sabahki
önemli iş görüşmesinde dinç olmak için uyumaya çalışanına kadar insanlarımızın
tepkilerini de almaktadır. Bunun da bir başka karaktere sokulması
düşünülmelidir.
Hatalardan dersler alınarak gerekli olan yapılmalı, halkın
haklı direnişinin provoke edilmesinin önüne geçilmesi için işbirlikçiler tespit
edilerek önlenmeli, önlenemiyorsa bir şekilde herkesin anlayacağı şekilde
deşifre edilmelidirler.
Oturduğun yerden yazmak kolay sıkıyorsa gel de kendin yap
diyenlere kesinlikle hak vermeliyiz. Gerçekten bunla kolay işler değildir.
DİKİLMEK BİLE SUÇ
Peki, gerçekten halk Anayasanın “herkes izin almadan,
şiddete başvurmadan, siyasi görüşlerini, tepkilerini içeren basın açıklaması,
yürüyüş, miting, direniş yapma hakkına sahiptir!” ilkesi gereğince ve provakatörlerce
sabote edilmeden gerçekleştirseydiler eylemlere müdahale edilemeyecek miydi?
Televizyon haber muhabirlerinin verdiklerine göre dün yani
17 Haziran 2013 günü saat 11.30 ya da 15:30 sıralarında tiyatro sanatçısı
olduğu sonradan anlaşılan bir kişi Taksim Meydanında Atatürk Kültür Merkezinde
asılı bulunan iki Türk Bayrağı ve arasında bulunan Atatürk posterine bakarak
bir dikilme eylemine başladı.
Adam ağzını açıp kimseyle konuşmadı, slogan atmadı,
gazetecilere de cevap vermedi hatta kıpırdamadı bile. Bu şekilde yaklaşık 15
saat kadar durmayı başardı.
Bu esnada sivil polisler sabit, kıpırdamadan duran bu genç
adamın ceplerini, gömleğinin içini, pantolonunun belini ve içinde bisküvi ile
su şişeleri bulunan çantasını didik didik ettiler. Ama adam ne ağzını açtı ne
de bir an için kıpırdadı.
Sosyal medya tarafından onun bu direnişi bütün dünya
medyasına yayıldı ve en çok tanınan, izlenilen kişi olmakla birlikte ülkemizin
diğer ile bütün dünyada kopyaları türedi.
Sonunda 18.06.2013 günü gecenin 03:00’ü sıralarında yanında onu
taklit ederek dikilmeye başlayanlardan yiyecek, içecek bırakanlara kadar çok
sayıda ona destek olanların bahane edilmesiyle etrafındakileri polis araçlarına
doldurmaya başlayan polis “Duran Adam” olarak anılmaya başlanılan bu şahsı da
bir pizzacı dükkanının yanına gönderdi.
Kendisi yüzünden tutuklananlara rağmen eylemi sürdürmeyi
düşündüğünü ancak yüreğinin buna izin vermediğini söyleyen genç eylemi bitirdi.
Böylece bırakın anayasanın ilgili maddesi gereğince izin
almadan basın açıklaması, yürüyüş gibi şeyler yapmayı, ”kıpırdamadan,
konuşmadan dikilmenin” bile bir suç olarak telakki edildiğine de tanık olduk.
Demek ki AKP ve başbakanın Amerika’dan ithal getirdiği bu
İleriDemokraside “
Dikilmenin” bile suç sayıldığı gerçeğini hepimiz gördük.
Bize ve halkın direnişine saygı duyan demokrat, insancıl
duygulara sahip yerli ve yabancı medyaya göre bu olayın yorumu buyken başbakana
göre ise bu “dış destekli, yıkıcı bölücü bir terör olayıydı.”
Sanki otuz yıllık terör örgütü ile görüşüp anlaşan, devleti
özerk sekiz eyalete “Büyük şehir Yasası” kılıfıyla bölen, otuz yılda 50.000
insanımızın kanına giren PKK’lısından KCK’lısına bütün katillere af getiren,
masaya oturan, İsveçlerden Beyaz Saray’ın Oval Ofislerinde onlarla pazarlık
eden, “Doğu Anadolu’muzun “
Kuzey Kürdistan” olarak ilan edilmesinden Kuzey Irak’ta
“Güney Kürdistan ve ona komşu olarak “
Özerk Süryani Vilayeti” kurduran, dedeleri
Gürcistan’a sığınmış Batum’a yerleştirilmiş, Enver paşanın önünden kaçan
Süryani Çetecilere dayanan dünün vatan haini, bu günün devleti tasfiye eden “işbirlikçi
devlet adamı” kendisi değilmiş gibi!
|
Assyria Province=Süryani Vilayeti demektir. |
Kırk Yalan Tayyip
Kendi yaptıkları hakkında hesap vermeyen,
her yaptığını haklı, kendisine karşı olan her
söz ve eylemi “terör, anarşi, yıkıcılık olarak gören, her şeyin doğrusunu
bildiğine inanan megaloman, kişilik bozukluğu içinde çırpınan, ayaküstü kırk,
oturunca kırk bin yalanı yüzü kızarmadan söyleme, utanmadan iftira atma
yeteneğine sahip başbakana bundan sonra, Münir Özkul’un eski bir filmi olan “Kırk
Yalan Memiş”
filminden esinlenerek “
Kırk Yalan Tayyip” demeyi uygun
buluyorum.
Provokasyon
Yalanlarıyla dünyada ün salmış, dostum dediği bütün devlet
adamlarını satmış, “komşularla “sıfır sorun” siyasetinden bütün Müslüman komşularımızla
savaş haline girmiş bir başbakanın kendi ince çıkar hesaplarına dayanan tasarruflarıyla
inşasına başlanılan Üçüncü Boğaz Köprüsüne zemin ve güzergâh hazırlamak için
yapılan ağaç katliamlarına adının da “Yavuz Sultan Selim” olarak belirlenmesi
ise Dersim merkezli Alevi toplumu direnişe dâhil etmiştir.
Bu katılım eylemin yayılmasına, eylemcilerin güç kazanmasına
sebep olduysa da malum provokatör örgüt ve yapılanmaların da bu kesimden
olmaları yüzünden “Gezi Direnişi” bir anda Dersim merkezli PKK+BDP+KCK ve öteki
Kürtçü sol karakterine bürünmüştür.
PKK ve yandaşı Kürt Solu örgütlerinin bu eylemi provoke
etmelerinin ardında AKP’nin, “vatanseverliğinden değil”, önümüzdeki 2014,2015 yıllarının seçim yılları
olması nedeniyle askıya aldığı “AKPKK çözüm süreci anlaşmasının” gümbürtüye gitmesi
korkusudur.
İşte bu korku ile ve ek olarak ta AKP’nin derin işbirlikçisi
olan provokatörlere polise taş atmamaları, saldırmamaları konusunda yalvaran
gerçek direnişçi gençlerimizin yalvarışları televizyon ekranlarında yürekleri
parçalamasına rağmen, bu işbirlikçi Kürt solcuları (Nasyonal
Sosyalistler-Faşistler) kendiliğinden gelişen ve belki de sadece ülkemizin
değil dünyanın gelmiş geçmiş en yaygın eylemini baltalamışlardır.
Bu da eylemin AKP ve yandaşlarınca “Dış güçlerin desteğinde
terör örgütleri eylemi” olarak yorumlanmasına ve eylemin yayılmasına engel
olmuştur. Polis kuvvetleri de otuz yıldır boğuştuğu militanları daha
duruşlarından tanıdığı için de AKP hükumetinin “kanunsuz emirlerini”
tereddütsüz uygulamıştır.
“DİREN GEZİ” eylemi böyle işbirlikçi, sinsi provokasyonlarla
baltalanmış, halka “dış güçlerden destek alan, ülkenin gelişmişliğine darbe
vuran terör eylemi” olarak gösterilmesine zemin oluşturulmuştur.
Gezi Direnişine destek için geldiğini beyan eden Claudia
Ruth, bu eyleme katılanların çoğunluğunun PKK merkezli ülkemizin bölünmesi
siyasetlerini uygulayan AKPKK işbirliğine tepkilerini görmezden gelerek, Kürt,
Ermeni meselelerinden cunta kalıntılarının temizlenmesine kadar AKP’nin “Tabuları
yıkan Parti” olmasını vurgulaması da provokasyonun AKP+ABD-+AB bağlantılarına
işaret etmektedir.
İhanetin Mazisi
Yoksa Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde, Gürcistan’ın 2003
Azınlık Raporunda da belirttiği gibi, Yavuz Sultan Selim’in 1516 Ridaniye
Seferi ile başlayan Doğu Anadolu ve El Cezire’de (Mezopotamya) Türk hâkimiyetine
direniş başlatan Yezidi Kürtleri, Yahudi, Sabi-Süryani Rum Arap kırmaları ile
Kürt Alevi’si maskeli Gregoryen Ermenilerinin Gürcistan+Kutsal Roma Cermen
imparatorluğu ve Rusya işbirlikçilerinin 500 yıllık emellerini Türkiye
Cumhuriyetinin tasfiyesi ile sonlandırmalarına mı tanık oluyoruz?
Malum, Osmanlı’yı çökerten Süryani, Ermeni, Rum isyancıları,
batılılarca Osmanlının çöküş döneminde devletin başına getirilerek Osmanlı
çökertilmiş, tarihe gömülmüştü.
Aynı isyancılar Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyetine 26
Kürt-Süryani-Rum isyanları çıkartarak balta vurmuşlar ve 10 Kasım 1938’de öldürülmesinin
ardından İsmet paşa ile Dersim Ermenileri, 1950’den sonra da Yezidi Kürt ve
Süryani,Yahudi-Rum isyancılar devletin başına getirilmişti.
Dünün isyancıları bu
günün devlet adamları edilmiş, eşkıya devlete hükümdar olmuştu.
Eşkıyanın devlete hükümdar oluşunun yapılanması olan AKPKK
işbirliğinin ardında böyle sinsi emelleri olduğunu yıllardır yazdığım gibi
kendileri de bazı şekilde bu güne kadar bu emellerini itiraf ettiler. Ancak
eyleme katılanların çoğunun sadece hükumetin yasakçı, bölücü, halkı aşağılayan,
kendinden olmayanı hakir gören icraatlarına tepki göstermek için yürüyüşlere,
eylemlere katıldıklarından kesin olarak eminim.
Avrupa Parlamentosunun Gezi eylemi hakkında AKP hükumetini
kınamasına “Kuzey Kürdistan Kurulmasından Kürt açılımlarının sürdürülmesine” kadar “bölünme”
mevzularının eklenmesi gibi saçmalıklar mide bulandırmaktadır. Halkın bu tepkisinden
Kürtdistan çıkartmaktır tepkinin özünü ıskalamaktır.
Bütün bunlar on senedir halkımızı din ve etnik kökenlerine
göre bölmekten çekinmeyen, sadece kendi yoldaşları olan Yezidi-Süryani,
Rum-Yahudi koalisyonuna devletin tüm zenginliklerini peşkeş çeken, otuz yılda elli
bin insanımızın katili olan terör örgütü ile işbirliği yapan, haliyle de
yıpranmış, gözden düşmüş olan Recep Tayyip Erdoğan masonu ve şahsi malı olan partisi
AKP’yi “vatansever gösterme siyaseti
tiyatrosu ” böyle oynanmaktadır.
Halk kendi hakkına, sahip çıkıyorsa halktır yoksa güdülen
sürüdür.
Kambersiz düğün,
ordusuz siyaset olmaz!
Hiçbir kurum ve kuruluşa güvenmeden halk kendi mücadelesini
yürütmelidir. Özellikle orduya güvenenlere bunu hatırlatırım. Amerika her NATO
ülkesinin ordusuyla çalışır. NATO merkezli hiçbir proje hele hele B.O.P ve
Kuzey Afrika projesi üye ülkelerin ordularına rağmen düşünülmemiştir.
Ordu da AKP’nin yanında verdiği “topuk selamıyla” bu yerini belirlemiştir.
Bizim de 1939’dan beri İngiliz yarı sömürgesi, 1950’den beri
de Amerikan yarı sömürgesi yani NATO üyesi olduğumuzu, gerek Silivri’dekilerin
gerekse muvazzaf olanların “Derin Nato” ile geçmişten günümü-ze elan bağları
olduklarını, On yıllarca birlikte mutluluk içinde çalıştıklarını unutmayalım
ve;
“Kambersiz düğün,
ordusuz siyaset olmaz!” diyerek sözümüzü bağlayalım.