Çanakkale Savaşının ardından 1918'de Yıldırım Orduları Komutanlığını, Alman Liman Von Sanders'ten devir alan Atatürk,madalyaları ile çekilmesine izin verdiği resminin altına Osmanlıca Hz.Muhammed'e saygı için şunu yazdırır;
“ Bir gaza ettik ki hoşnut eyledik peygamberi!!!”
Bu resmin çekilişinden 5 yıl sonra,bitirilmiş bir imparatorluktan da bağımsız bir devlet çıkaracaktır.
Siyaset,Tarih,Metafizik,Güncel-
Blog yazıları,Türk Milletine ve insanlığa adanmıştır.+40
Blog başlığındaki "+40" UYARISINI GÖRDÜNÜZ MÜ?
Ey Türk Milleti! Birinci vazifen seni İslamcılık ve Türkçülükle benliğinden koparan, Araplaştıran din, devlet, ticarette sana yer vermeyen, seni küçük dereceli askeri görevlere vererek ölüme süren, sana hocalık, başbuğluk eden hainlere giydirdiğin tacı geri almaktır. Bunu yapabilmen için seni uyandıracak her türlü bilgi ve belge mevcuttur. Ya özgürlüğünü kazan ya da öl. Kölelikle atalarının kemiklerini sızlatma. Arap Rumların ırkçı kinci ensest sapık dinlerinden çık. Kurtuluşun başlangıcı burasıdır. Aklen kurtulmadıkça saltanatın da olsa kölesindir unutma. Sen özgür birey olmadıkça kardeşliğin önemi yoktur. Devletin her yüksek kademesine göz dik yerini al. Tırsma. Çabala, savaş ve kazan! Birlikte yaşadığın kavimlerle kardeşlik o zaman daha güzel olacaktır. Alaeddin Yavuz
Tarih boyunca atalarımız günümüzdeki kadar, her türlü bilgiye ulaşabilecek böyle bir çağ yaşamadılar.
Bizler tümünden şanslıyız. Buna dayanarak, blog içerikleri binlerce yıldır doğru bilinenleri sorgulamaktadır.
Tedbir olarak yanınızda sağlık ekibi bulundurunuz veya çıkınız! +40 :))
İster bu bloğda, ister okulda, camide veya başka yerde hiçbir yazılanı, öğretileni “sorgulamadan, araştırmadan” doğru kabul etmeyiniz!
Vatan-Millet davası,hiçbir kurum veya kuruluşa havale edilemez, milletçe sahiplenilmedikçe hiç bir dava milli değildir. Davasına sahip çıkmayan halk da millet değil sürüdür. Adilyargıç/Keykubat.
Yazılarımı ırkçı, etnik,dini ayrımcı bulanlar, Atatürk'e yapılan 26 Kürt isyanı, 25 suikastın arkasında ve 30 yıldır, 50.000 insanımızın ölümünde Kürt Yezidiliği ardında saklanmış gayrimüslüm azınlıkların olmadığını ispatlasın.
Gaziantep'te çalıntı bir araca 50 kg.C4 patlayıcı ve tesir arttırmak için içine beton çivileri konuldu ve Polis Karakolu yakınlarında uzaktan kumanda ile patlatıldı. Sonuç, "9" ölü,"66" yaralı!
Antep'te şehit namazları bitmeden yukarıdaki olaylar oldu.İşte sopalar geldi bile!
Bu haritayı iyi inceleyin ve oynanan Türk ve Müslüman dünyasını "çıkış yolu olmayan bir yok ediş macersına" doğru nasıl sürüklediklerini görünüz!
Eskiden milletler din değiştirdiklerinde veya baskı ile başka milletlerin dinlerini kabul ettiklerinde eski tanrılarına şeytan demeye başlıyorlarmış.
Slav Rusların eski tanrılarının adı "Dabog'muş. Gün gelmiş Rus çarı Hıristiyanlığı kabul etmiş. O tarihten sonra "İnsan tanrı İsa" tanrı olunca eski milli tanrı Dabog da şeytan ilan edilmiş.
Bütün dinlerin mitolojilerine (ilahiyatlarına) bakıldığında bu durum açıkça görülür.
Şeytanların insandan da cinlerden de olması kuralı gereğince bazen şeytanlar insanlardan olmaktadır ve son yüzyıllarda bu hep böyledir.
17. yüzyıldan itibaren Osmanlı’nın yıkılışına kadar süren Yezidi
Kürt, Sabi ve Hristiyan Süryaniler ile farklı Hıristiyan mezheplerine mensup
Ermenilerin ve onlara katılan “Alevi Kürdü” kimlikli Mihri Ermeniler çıkardıkları
isyanlarla Vatikan, Fener Rum ve Kumkapı Ermeni patriklerinin daima yanında saf
tuttular. Osmanlı’nın “şeytanı” olurlarken haçlı batının “melekleri” oldular.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda 15 yıl Mustafa Kemal
Atatürk’e aynı isyanlarla direnerek gene Haçlının “melekeleri” Türkiye Cumhuriyetinin “şeytanları” olmayı
sürdürdüler.
Sonunda Atatürk’ün esrarlı ölümüne neden oldular. Bitlis
Yezidi Said-i Kürdi Deliüzzaman 1958’lerde yazdırdığı (kendi beyanına göre yazı
yazamazdı) “Tarihçe-i Hayatım adlı kitabında ve öteki risale, lema, şua adını
verdiği saçmalıklarında, yakın arkadaşı ve Kürdistan sevdalısı olan Palu’lu
Şeyh Sait’in idamı ile ilgili olarak şöyle diyordu;
-“Birader-i azamım (Büyük erkek kardeşim) Şeyh Sait’in öcünü
alacağım dedim aldım!”
Vatikan’dan 1952’de ödül alan ve muhtemelen mezarı Vatikan’da
(Roma’daki Katolik Hıristiyanlığın dini merkezi) bulunan bu hain Türkiye
Cumhuriyetinin şeytanı olmasına rağmen haçlıların “meleğiydi”.
14. mayıs 1950 seçimleriyle Said-i Kürdi zihniyeti Demokrat
Parti adıyla iktidar oldu ve 1958’lere gelindiğinde orduda iyice çöreklenmeyi
başarmışlardır ve Said-i Kürdi Deliüzzaman bunu şöyle açıklıyordu;
“-Isparta’da bir Jandarma başçavuşu yasaklanan eserlerim
hakkında bunların yasaklanmasına ne gerek var? Verin gitsin! Demiş. İnanın
miraca çıktım!”
Greklerin Lillit/Şeytanı Roma'nın meleği
meleği
O zamandan günümüze daha sayacak çok şeyi atlayarak günümüze
geliyorum ve uzun zamandır seyretmediğim ve son bir ayda uydu listeme eklediğim
“Russia To Day/ Rusya’da Bu Gün” adlı televizyon kanalını seyretmeye
başladığımda PKK terör örgütü hakkında geçen haberlerde “terör organization”
olarak haber geçen kanal son gelişmelerle tavır değiştirmiştir.
Arapları tanrı şeytanı Azazel, Tevrat'ın meleğidir!
Özellikle, açıkça AKP hükumetinin Suriye’de terör örgütü
olarak kabul gören sözde “İslam Özgürlükçüleri” olan kesime maddi, barınma, silah ve eğitim vermenin yanında KCK
operasyonu ile tutuklattığı Kürtleri ve bilmediğimiz sayıda devlet memurunu
(asker, istihbaratçı) ile bunlara açık destek vermesini Suriye sınırına dayadı
ordu ile sürdürünce Rusya da siyaseti değiştirdi ve PKK örgütü için “REBELS/İsyancılar”
ifadesini kullanmaya başladı.
Aynı şey İran’ın Press Tv’sinden de gelmeye
başladı. İran açıkça Türkiye’yi tehdit etti.
Düne kadar PKK’ya karşı operasyon yapan ve İran tarafında
bütün faaliyetlerini kurutan İran devleti bu gün PKK’ya “isyancı, özgürlük
savaşçısı” deme konumuna gelmiştir.
Neden?
Emperyalizmin kuklaları olan “İslam Baharcılarına” sen tutar
da “özgürlük savaşçısı” dersen ve bu yüzden Libya’nın Kaddafi’sinden Suriye’nin
Esad’ına “Koltuğu terk et git yoksa haddini bildiririm!” tarzında tehditlerde
bulunursan senin şeytanın olan PKK onların meleği olur.
Aynen onların şeytanlarına AKP’nin “Melek” muamelesi yapması
gibi.
Bu sayede kazara ABD emperyalizmi bir başarısızlığa uğrar da
bölgede Rus-Çin ağırlığı etkin hale gelirse, 23 Temmuz’dan beri süren Hakkâri,
Şemdinli savaşları ile Türkiye’ye resmen savaş başlatmış olan Kürtler bu güçler
nezdinde de kendilerini “resmileştirdiklerinden” bölgede bağımsız bir Kürt
devleti kurulmasını garantilemişler demektir.
Aynen 1950 DP siyasetleri yüzünden SSCB’nin Barzani tayfasını
Ağrı bölgesinden Kuzey Irak’a indirip “Mahabat Kürt Devletini” kurdurması, on binlerce
Türkmen kıyımı olaylarının tekerrürünü AKP siyasetleri sayesinde yeniden yaşayacağız
demektir.
Sayın AKP’liler ve başbakan RE.T.E, bu şartlar
gerçekleştiğinde bu milletin karşısına hangi yüzle çıkacaksınız ve bunların
hesabını nasıl vereceksiniz?
“Senin şeytanın benim meleğim!” Siyasetinin sonucu belli
olmuştur.. Sayıları açıklananın çok üstünde olan şehitlerimizin sayıları sizin
yüzünüzden tavan yapmıştır.
İki gün önce Enes Çakıroğlu’nun cenazesinde sadece onun adı
geçmesine rağmen hoca “Dört Cenaze Namazı” kıldırdı, ekranda görülen iki bayrak
örtülü tabut vardı, yanı şehit cenazeleri birden fazlaydı ve birisi kadındı.
Bu namaz esnasında, oğluna “paralı askerlik yaptıracak
parası olmadığı pantolonunun dizlerinin çıkmış ve çok ucuz kıyafetler
olmasından belliydi.
Ayrıca bu iki şehit babası sizden beş metre uzaktaydılar ve
ancak sempatik görüntüler sergileyen sayın Abdullah Gül’ün yanında namaza
durmuşlardı.
Bu namaza duruş şekli bile sizin şehit babalarının yüzüne
bakacak haliniz kalmadığını, siyah gözlüklerin arkasında inzivaya çekilmenizi
açıklamaktadır!
Siz de ABD-NATO’nun “meleği” ama Müslüman ve Türk dünyasının
“şeytanı“ olmayı başardınız!
A-Rum adının anlamı ve Rum adıyla
anılan milletler;
Bu
konuyu kavramak için tarihe bir yolculuk yapmamız gerekmektedir. Bu yolculuk ta
Batı Kültürünün kaynağı olan Grek medeniyetinin en parlak döneminin yaşandığı
Büyük İskender’in zamanı olan M.Ö. IV. yüzyıla kadar uzanılması gereken bir
yolculuktur. Buna rağmen Rum adı İskender’den de bin yıllar öncesinde var olan
şeytan ibadetine dayalı bir dini külttür.
a)RUM
(Öküz/Boğa) Adının Kökeni ve Rumlar;
Öküz Başlı Tanrılardan Grek Minyator'u (Boğa).
Türkçede
“Urum” olarak söylenilen “Rum” adı eski Yahudi dili İbranicede sesli harfler
yazılmadığından dolayı “BR (Abir)“ ile eş anlamlı olan “RM” yani “Urum” veya
“Rum (Boğa)” ya da “TR” yani Toro (Boğa)
anlamına gelmektedir ( Tevrat-Genesis/Yaratılış 49:24 Tefsirinde geçen “Abir-i Yakup
(Abir=Ugaritçe-Boğa)” Yakup’un Güçlü Tanrısı/Olanı, Boğa/Sığır Tanrı Yahweh).
(Kynk= Harvard University Press: Cambridge
(MA), S. 4, not 6.”İbranice’de “Abir” boğa ya da aygır demektir. Eski Ugarit ve
İbrani geleneklerinde kutsal hayvan adları toplumun ileri gelenlerine,
soylularına verilen adlar arasındaydı”
C. H. Gordon, Ugaritic Textbook III:
Cuneiform Selections - Paradigms - Glossary - Indices - Additions And
Corrections - Bibliography, 1955, op. alıntı, glossary 2070 on S. 338 ve glossary
2015 S. 335 de için tr (bull). ibid., glossary 1732 on p. 322 “r’m” veya”rum (buffalo).”)
Sümer’in
“Öküz Başlı” tanrılarına tapınma kültünden üretilen ve “Tapınak Fahişeliğine”
dayalı bir ibadeti içeren “Boğa Kültü M.Ö.1000 yıllarında Amu Derya ya da Öküz
Nehri olarak bilinen kutsal nehir kenarında yaşayan günümüz Tacikistan,
Özbekistan, Türkistan ülkelerinden, Afganistan, Pakistan’a, Hindistan’a kadar
halkların da dinlerinin temelini oluşturmaktaydı. Oğuz Kağan Destanı/Dinine
mensup Oğuz Türkleri de bu bölgenin sakinleriydiler. Muhtemelen İskitlerden
önce bile bu bölgede yaşıyorlardı.
Bizim
Roma olarak bildiğimiz ve “Rum/Urum (Kutsal gök boğası veya Öküzüne tapınma
kültünden olanlar)” adından türetme
“Roma İmparatorluğunu” kuracak olan Romus ve ve Romulus (Kurt sütü emerek
büyüyen, Roma’yı kuran Boğa kardeşler) henüz babalarının beş yıllık kalkınma
planı içinde bile yer almıyorlardı.
Bu
“Boğa Kültü/dininin” İran kaynaklarındaki adı taştan doğduğuna inanılan ve
kutsal boğayı öldürerek, insanların ilk doğan evlatları ile hayvanlarını kurban
etmekten kurtaracak olan “Hermafrodit/erkek ve dişi cinsiyetli” tanrıları
“Mitra/Mihr/Yaren, Dost” adıyla da biliniyordu. İranlılar ve Ermeniler bu
dine “Mihrilik” de diyorlardı.
Anadolu Çatalhöyük'te bulunan Öküz Başlı Tanrı tasvirleri
M.Ö.6.000'ler.
Büyük
İskender’in babası Filip henüz kabilelerden oluşan şehir devletçikleri şeklinde
yaşayan eski Grek (Yunan) federasyonlarını tek devlet halinde birleştirmemişken
bile Grekler de bu Mihri dininin Mısır, Sümer, Babil, Asur kültürlerinden
harmanladıkları Grek Mitracılığına tapınıyorlardı. Mağaralarda ibadetlerini
yerine getiriyorlardı. Bütün tanrılarının kaynakları da hep İran, Sümer, Mısır,
Hint, Asur kökenliydi.
Görüldüğü
gibi “Rum/Roma/Urum” olmak “Grek/Yunanlı olmakla eş anlamlı değildir.
Gökten/cennetten inmiş, insanları yiyen, insanlardan kurban isteyen dehşetli
gök öküzüne dünyanın her yerinde tapınılmıştır.
Amu
Derya nehrine “Öküz Nehri” denilmesi de bize gösteriyor ki gerçek
“Rumeli/Urumeli” sadece Roma imparatorluğu ve balkanlar değil, Afganistan’dan
kuzeye Türkmenistan’a bu çizgiden de İzlanda’ya kadar uzanan bir coğrafyada
yaşayan her türlü kavmi içine alır.
Tevrat
da Yahudiler dışındaki bütün milletleri Yunan/ İonanna/İnanna’ya yani “Öküz
Başlı Gökten İnmiş tanrıların Kavmi” olan Sümer tanrılarına tapınanlar olarak
değerlendirmektedir.
Sümer Dev Cin'i Öküz Başlı İnanna aslanıyla, savaş kıyafetiyle.
Grekler (Hileciler) kesinlikle Yunan değildirler onlara bu
adı İsmet İnönü vermiştir. Kim bilir o da İskender’in kurdurduğu Bitlisli
olduğundan Said-i Kürdi gibi kendisini Grek gördüğünden dolayı mı bu adı verip
vermediği bilinmez. Ama Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti devlet bürokrasisi de
“Müslüman Bizans misali hep Rumlardan onlar gibi hileci tüccar olan Yahudi,
Hicaz Araplarından oluşmuştur.
Grek baş tanrısı Öküz Zeus
Greklere
bütün dünya Grek derler, onlar bundan utandıklarından güneş tanrıları Hellos/
Hellios’tan (Güneş/Şems) türettikleri “Hellen” adını kendilerine yakıştırırlar
ve milliyetçiliklerinin adına da “Helenizm/Helencilik” derler.
Grek tanrısı Öküz Hellios/Şems/Güneş
b)Perslerin
Yıkılışı ve Grek İmparatorluğu;
Pers İmparatorluğu
Ama
tarih sayfalarını yazacak, M.Ö. 350’lerde Atina Kralı Filip Makedonya’yı da
içine alan bir Grek haritasını çizecek ve Grekleri ilk defa Balkanlara uzanan
sınırlarla tanıştıracaktı. Tapınak fahişesi (Allah’ın karısı) olan bir karıyla
evlenecek ama o kadın “Zeus’un karısı olduğundan” mıdır adamın bir gözü kör
diye yakışıklı bulmadığından mıdır nedir ona karılık etmeyecektir ve Filip onu
Makedonya’daki sarayına sürgün edecekti.
Olimpiya Zeus ile tasvir edilmiş!
Efsaneye
göre büyücü Olimpiya’nın Grek tanrısı Zeus’un görünümlerinden birisi olan siyah
renkli bir piton yılanı ile cinsel ilişkisi sonucunda adını “Aleksandre/ İskender”
koyacağı sarışın ve başında “Boynuzları”
çıkacak bir oğlu olacak, bir entrika ile babasını öldürtecek olan bu
çocuk, Makedonya kralı ardından da öğretmeni Aristo’nun cinlere ve gök
cisimlerine tapınan hileci tanrı kültü olan “Hermesçi Felsefe” öğretisine dayalı hareket edecek ve İran/
Pers imparatorluğunu yıkacak onun bütün sınırları üzerinde hükümran olacaktı
(M.Ö.336-323).
B)Büyük İskender’in (M.Ö. 356-323)
Kimliği;
Büyük İskender
Kökenleri
Girit medeniyetine (M.Ö.2300) dayandırılan Grek kavimlerinin akrabaları olan
komşu kavimlerle birlikte yaşadığı yarımadadaki kavimleri tek bir devlet haline
getiren Makedonya’lı Filippos’un, Epir kralının büyücü, nazarcı tapınak
fahişesi (Zeus’un/Allah’ın Karısı) kızı Olympias’tan (Olimpiyas) doğan oğluydu.
Doğum yeri günümüz Yunanistan’ında Pella şehridir.
İskender'in babası Filip
13-16
yaşları arasında çok sıkı bir askeri eğitimin yanında tarihe geçmiş büyük
bilgelerden sayılan Aristo’nun da bilgeliğinden yararlanarak felsefi, edebi ve
sanat eğitimini de ondan almıştır.
Sarışın,
mavi gözlü, yakışıklı, güçlü ve cesurdu. Grek Mitra dininin “Çileci” öğretisine
göre yetişmiş, rahatı, safahatı küçümseyen, devlete hizmeti halka adaleti öne
çıkaran bir anlayışa sahip olduğu anlatılır.
II.Filip'in dördüncü karısı, İskender'in anası
büyücü Olimpiya
Ayrıca
çabuk öfkelenen, sonunu düşünmeden korkusuzca birçok olaya da girdiği
bilindiğinden “tedbirsiz” olarak da değerlendirilmişse de yirmi yaşına gelmeden
babası Filippos’un bir entrika sonucu öldürülmesi (M.Ö. 336) üzerine Grek kralı
olmuştur.
Entrikanın
sebebi de şöyledir. Annesi Olimpiya, kocasının yanında Atina’da değil de
Makedonya’daki Pella’daki sarayında yaşamaktadır. Büyücü olduğu ve siyah bir
piton yılanı ile cinsel ilişkisinden İskender’in doğduğu da iddia edilir. Siyah
piton yılanı hem Greklerin baş tanrısı Zeus’un hem de onun düşmanı olan şeytan
Tayfun’un (Tiphon) da remzidir. Bu özellikleri nedeniyle veya başka nedenlerle
kocası Filippos ile geçimsizlik yaşamaktadır ve Kral Filip ikinci bir evlilik
yapar ve bir erkek çocuk sahibi olur.
İkinci
eşiyle iyi geçinen Filip’in muhtemelen tahtı bu eşinden doğan çocuğuna
bırakacağı endişesi Olimpiya’yı rahatsız eder ve İskender’i babasını öldürtmeye
teşvik eder. Büyük İskender filminde de bu konu aynen işlenmiş ve karar
seyirciye bırakılacak şekilde bir anlatım yapılmıştır. İskender babasını
öldürttüğü arkadaşını (ödül beklerken) yakalatıp kendisi öldürmüştür. O da
tanrısı büyücü, şeytan Hermes gibi hilecidir.
"Macedon/ Makedonya" yazılı bölge ve altı İskender'in devir aldığı haritadır.
Olaylar
tarihin karanlıkları içinde her nasıl geliştiyse gelişsin sonuç olarak İskender
Makedonya kralı olmuştur. Otuz üç yaşında ölümüne kadar geçen 12 yıllık krallığı
süresince girdiği hiçbir savaşı kaybetmemiştir. Sarhoşken İran’ın o zamanki
başkenti olan Persopolis şehrini yaktırmış ve can yoldaşı olan arkadaşlarından
birisini öldürdüğü kayıtlarda geçmektedir. Birden bire ele geçirdiği büyük güç
sayesinde kendisini tanrı olarak görmeye başlamıştır. İşgal ettiği İran (Pers),
Hindistan, Babil ve Mısır ülkelerinde kendisine tanrı olarak da tapınılmıştır.
Etrafında
çoğalan düşmanlarını ortadan kaldırdı, iç isyanları bastırdı. Sonra
Makedonya’dan aşağı Yunanistan’a indi ve babası Filip’in kurduğu İyonya
birliğine karşı koyanları dize getirdi. Ve Yarımadada birliği sağladı.
İskender'in adına basılmış paralar.
Thebaililer
ile Atinalılar ona karşı tekrar ayaklandılarsa da Thebai (Sebai veya Sabi
olabilir) kentini yaktırdı, Atina’ya dokunmadı.
Çok
genç ve henüz kendi ülkesindeki başkaldırıları durdurmuş iken birden Pers
İmparatorluğunu fethetmeye, idaresi altına almaya karar verdi ve İran-
Yunanistan sınırı olan Çanakkale boğazına kayıkları yan yana dizip bağlayarak
bir köprü yaptırdı ve askerlerini buradan Anadolu’ya geçirdi. Pers ülkesinin
sınırlarını da böylece bozmuş oluyordu. Günümüz Çanakkale İlinin Biga ilçesinin
bulunduğu o zamanki adıyla Granicus (Granikus) ovasında M.Ö.334’te III. Daryus
komutasındaki Pers ordusu ile karşılaştı ve yendi. Ancak Daryus kaçtı, bu zaferi defalarca
tekrar etti.
Batı
Anadolu’da Efes, Sart, Milet ve Halikarnas şehirlerini ele geçirdi ve kuzeye
yöneldi. Günümüz Ankara yakınlarındaki Gordiyon denilen yerdeki tapınakta
bulunan bir kağnı üzerine atılmış olan kör düğümü o güne kadar kimse
çözememişti. Bu düğümü çözen kralın yeryüzüne hâkim olacağı söyleniyordu.
İskender bu düğümü bir kılıç darbesi ile çözmüştür.
Anadolu’yu
baştanbaşa fethettikten sonra güneye yönelerek Perslerin önemli deniz üssü olan
Mısır’a girdi orayı da komutanlarından Ptolomeus’a terslim etti. Halk
tarafından kurbanlar kesilerek “kurtarıcı” olarak karşılandı (Mısırlılar
işgalcileri hep böyle karşılarlar zaten).
Nil
nehrinin Akdeniz’e akan kollarından batıdaki kolunun ağzında biriken delta
üzerine İskenderiye şehrini kurdurdu ve buraya büyük bir kütüphane yaptırdı.
İskender'in Makedon İmparatorluğu Ak Deniz'in batısında verilen "numaralı yerler İskender'in gitmeden "koloni-sömürge" olarak kurduğu şehirlerdir.
İktidarının
beşinci yılında tekrar Daryus ile savaşmak için İran üzerine sefer çıktı, Fırat
ve Dicle nehirlerini geçtiler, Irak’ta Gaugamela ovasında Bir Milyon askerden
oluşan Pers ordusunu bozguna uğrattı. Güneye inerek Babil’i ele geçirdi. Sus ve
İran’ın başkenti olan Persepolis’i ele geçirdi.
Hindistan’a
doğru geri çekilmekte olan Daryus’u takip etti. Daryus’tan ümitlerini kesen
askerleri onu kendileri öldürdüler.
Hindistan’ı
da ele geçirmeyi hesaplarına dahi eden İskender M.Ö.327’de İndus ırmağını
geçerek boş alanda ilerledi. Jhellum (Cellum veya Yellum) ırmağını geçtiğinde
Hint kralı Poros fillerden oluşan ordusuyla İskender’i karşıladı. Çok çetin ve
şiddetli geçen savaşta İskender ölüm tehlikesi atlattı ve esrarlı siyah atı
Bukefalos’u da Hint askerlerinin sapladığı mızrakların açtığı yaralar yüzünden
kaybetti.
Ancak
Hint kralı savaşı kaybetti ve esir düştü. İskender onun yiğitliğine hayran
kaldığından öldürmedi. Ve krallığını geri verdi. Bu bölgede atının anısına bir
kent kuran İskender şehre atının adı olan Bukefaliya adını verdi.
Hindistan
içlerine ilerlemesine, yedi yıldır durmadan savaşan askerleri tepki gösterdiler
ve geriye Babil’ döndüler. Burada muhtelif entrikalar sonucu ilk önce en yakın
arkadaşı ve erkek sevgilisi olan Hepaistos zehirlenerek öldürülmüş, kısa bir
süre sonra da İskender benzer bir akıbete uğratılarak memleketine zaferlerini
kutlamak için dönemeden öldürülmüştür (M.Ö.323). Yani “Sefer seferde ölmüştür”.
Askerleri
ölümünde ona büyük hürmet göstermişler ve teker teker vedalaşmışlardır.
Kur’an’da
da peygamberler arasında sayılan, Tevrat’ın Belteşessar adıyla da bilinen
Danyal Peygamberin işlerinin anlatıldığı 10. bölümde 20.ayette “Grek Önderi”
olarak İskender’in adı geçmektedir;
Daniel'in Dicle Irmağı'nda Gördüğü Görüm
BÖLÜM 10
Dan 10: 20 Bunun üzerine, "Sana neden geldiğimi biliyor
musun?" dedi,
"Çok yakında dönüp Pers önderiyle savaşacağım. Ben gidince Grek önderi
gelecek”.
Bundan sonra da Pers imparatorlarının ve devletlerinin başlarına
geleceği bildirilen felaketler anlatılır.
b)Kur’an-ı Kerim Kehf Suresinde de Büyük İskender’den Zülkarneyn
(Boynuzlu) olarak bahsedilir;
Kehf Suresi 18;83…98.Aayetler;
83. Sana Zülkarneyn'den de sorarlar: De ki: "Size ondan bir
hatıra okuyacağım."
84. Biz onun için yeryüzünde güç ve saltanat hazırladık ve ona her
şeyden bir sebep verdik.
85. O da bir sebebi izledi.
86. Nihayet, Güneş'in battığı yere varınca onu kara balçıklı bir
gözede batar buldu. Onun yanında bir de kavim buldu. Dedik ki: "Ey
Zülkarneyn, ya bunlara azap edersin ya da haklarında güzel bir tavrı esas
alırsın."
87. Dedi: "Zulmedene azap edeceğiz; sonra Rabbine döndürülecek;
O da onu görülmedik bir azaba çeker."
88. "İman edip hayra ve barışa yönelik iş yapana gelince,
onun için ödül olarak en güzeli var. Ve ona, buyruğumuzdan, kolay olanı
söyleyeceğiz."
89. Sonra bir sebebi daha izledi.
90. Bir süre sonra, Güneş'in doğduğu yere varınca onu, ona karşı
kendilerine bir siper yapmadığımız bir topluluğun üzerine doğar buldu.
91. İşte böyle! Biz onun yanında olan her şeyi bilgimizle
kuşatmıştık.
Türklerin Ergenekon’a Kapatılmaları Konusu;
92. Sonra yine bir sebebi izledi.
93. Nihayet, iki set arasında ulaştı. Setler arasında öyle bir
topluluk buldu ki neredeyse söz anlamıyorlardı.
94. Dediler: "Ey
Zülkarneyn! Ye'cûc ve Me'cûc bu yerde bozgunculuk yapıyorlar. Onlarla bizim
aramızda bir set yapman şartıyla sana vergi verelim mi?"
95. Dedi: "Rabbimin beni içinde tuttuğu imkân ve güç daha
üstündür. Siz bana bedensel gücünüzle destek verin de onlarla sizin aranıza çok muhkem bir engel çekeyim."
96. "Bana demir
kütleleri getirin!" İki ucu tam denkleştirince, "Körükleyin!"
dedi. Onu ateş haline koyunca da "Getirin bana, üzerine erimiş
bakır/katran dökeyim!" diye seslendi.
97. Artık onu ne
aşabildiler ne delebildiler.
98. Dedi: "Bu, Rabbimden bir rahmettir. Rabbimin vaadi
gelince onu yerle bir eder. Ve Rabbimin vaadi haktır."
c)İskender Kur’an-ın Zulkarneyn’i mi?
Büyük İskender’in Kur’an’da geçen Zülkarneyn olup olmadığı
hakkında tartışmalar geçmiş İslâm bilginleri arasında da yaşanmıştır. Çünkü;
18; 86. “Nihayet, Güneş'in battığı yere varınca onu kara
balçıklı bir gözede batar buldu…”
İfadesini dikkate aldığımızda İskender günümüz Fransa’sında bu
günkü adıyla Marsilya olarak bilinen yerde “Nicaea (Nikaya)” adlı koloni şehri
kurdurmuştur. Oraya da gitmemiştir. Oysa ayette geçen “kara balçıklı bir göze”
tanımına uygun olan yerler ise 19. Yüzyılda sanayi devrimi çağında yel
değirmenleri ile bataklıkları kurutulan Hollanda, yukarısındaki İskandinav
ülkeleri anlaşılmaktadır ki Grek İskender’i buralara hiç gitmemiştir.
İskender’in doğu seferinde gittiği yerlere gelince Kur’an Kehf 18;
90. “Bir süre sonra, Güneş'in doğduğu
yere varınca onu, ona karşı kendilerine
bir siper yapmadığımız bir topluluğun üzerine doğar buldu.”
Burada Oksus/Öküz Nehri yani Amu Derya nehri bölgesinin daha
yukarısındaki stepler anlaşılabilir. Çünkü Orta Asya bölgesi stepliktir ve
orman yoktur. Ama Grek tarihçileri olsun günümüz araştırmacıları olsun
İskender’in Öküz Nehri bölgesinden yukarı çıkmadığı ve Hindistan’dan da geri
döndüğünde hem fikirdirler.
Diğer yandan Hazar Denizi çevresinde olan Öküz Nehri bölgesi ise
İran, Arap ve Grek mitolojilerinde “Öküz başlı” dev cinlerin, yani tanrıların
yaşadıkları ormanlık bölgelerdir. Buralarda İskender’in böyle bir set yaptığı
düşünülemez. Ki Grek mitolojisi Hint, İran, Irak, Mısır mitolojilerinden
çalınma kültürlerden oluşmuş bir mitolojidir.
Bu tespitler ışığında benim kanaatime göre Grek İskender’inin
Kur’an’ın Zülkarneyn’i olamayacağı kesindir.
Nasıl ki Yahudilerin Musa’sı Mısır’ın Ay tanrısı Tut’un adlarından
türetilmiş bir kültür ise Grek (Hileci) kültürü de hileci tüccar Greklerin
derleme mitleri olarak karşımıza çıkmaktadır.
d)Büyük İskender’in Batıda Kurduğu Şehirler;
Koloniler;
Günümüz Fransa’sının Akdeniz sahil şehri olan Marsilya veya
Nicaea, İtalya yarımadasının çizmesinin tam topuğunun ökçeyle birleştiği
noktada Taras, Sicilya adasında meşhur Sirakuza, Tunus’ta Cyrenaica (Sirenayka)
şehirlerini ticari koloni/sömürge merkezleri olarak inşa ettirmiştir.
Yeni Şehirler;
Arnavutluk- Tiran yakınlarında Epidamos, Romanya’da
Odessos/Odessa, Ukrayna/Kırım’da Olbia, Azak Denizinin nehirle birleştiği
noktada Tanais, Azak Denizi girişi olan boğazda Pantikapayon, Gürcistan’da
Phasis/ Tiflis, Anadolu’da Trabzon (Trapezunt), Sinope (Sinop), Zonguldak
bölgesinde Heraclea (Hereke), İstanbul (Byzantion), Ege’de Efes, Milet,
Halikarnas, Akdeniz’de Side onun kurdurduğu şehirlerdir. Dönüşünde kurdurduğu şehirlerden birisi de
doğu Anadolu’da Bitlis şehridir. Tiflis ve Bitlis şehirleri Evliya Çelebi’nin
kaynak aldığı Makdisi tarihine göre İskender’in komutanı Bitlis tarafından inşa
edilmiştir.
e)Büyük İskender’in Adıyla Kurdurduğu Şehirler;
İskender'in Grek nüfusu yerleştirdiği şehirler "kırmızı kare" işaretliler, "kırmızı yuvarlak" işaretli şehirler ise onun kurdurduğu şehirlerdir. Beyaz işaretli şehirler de daha eskiden olanlardır.
(1)Türkiye Hatay/Antakya’da İskenderiye, Mısır’da Nil’in Akdeniz’e
döküldüğü nehir yatağındaki (2)İskenderiye, (3) Irak’ta Dicle-Fırat
nehirlerinin Hürmüz körfezine dökülmeden önce birleştikleri yer olan Susiana
bölgesindeki Susyana İskenderiye’si, İran bölgesinde, Hindu Kuş dağları ve
Hindistan bölgesine geçtiğimizde Hint Kafkasları olarak ta bilinen
Himalaya/Hindukuş Dağlarının Arachosia bölgesinin Gedrosia eyalet sınırlarıyla
birleştiği ovalık noktada (4) “Alexandria in Arachosia” Arakozya
İskenderiye’si, aynı dağlarda Bactria (Öküz
Medeniyeti, M.Ö.2300’lere uzanır. Oğuzların ana yurdu. Türkmenistan, Tacikistan
ve Özbekistan devletlerinin etrafına kurulduğu Amu Derya- Öküz Denizi nehrinden
adını alır.)/Afganistan’ında 500.km kadar kuzeyinde kalan dağ kesişme
noktasında “Alexandria in the Caucasus” (5) Kafkasya İskenderiye’si, Afganistan Fergana’da “Aleksandria
Eschate” (6)İşşate İskenderiye’si, İndus
(Nehirlerin Babası, Aslan Nehri,
Fars-Sind,Türk-Nilab)nehrine dökülen Acesines Nehri üzerinde Sagala şehri
yakınlarında “Bucephala (Öküz Başlı
Şehir) -Nicaea” (7)Büsefala ve(8) İznik (Bu
şehirler İskenderiye adıyla pek anılmaz), gene İndus’a karışan Hindistan
sınırları içinde doğudaki Hyphasis
(Hifasis) nehri üzerinde (9) Hifasis İskenderiye’si , sayılan son şehirlerin
güneyinde İndus Nehrinin diğer birleşen nehirleriyle kesişme noktasında üç
nehir ağzında “Alexandria on the İndus”
(10) İndus üstündeki İskenderiye ve İndus nehrinin Hint okyanusuna
döküldüğü noktanın 300.km kadar batı
sahilinde Patala şehri bölgesindeki Rambacia şehri yakınındaki “Alexandria” (11) İskenderiye şehirleridir.
Evliya
Çelebi (1611-?) yazdığı Seyahatname adlı eserinde Çapakçur’u anlatırken bu
konuya değinmektedir;
Grek parasında solda Boynuzlu İskender,
sağda İran Mitra/Mihri taklidi kargası Sol ile.
Önünde de kutsal kâsesi/kupası
h-Bitlis’in Efsanesi;
“”Rum ve Acem tarihçilerden Makdisi tarihi sahibi Sultan Sultan
Şerefüddin’in Şerefname adlı kitabında bildirdiğine göre meşhur İskender
Zülkarneyn’in Makdisi tarihine göre iki
boynuzu varmış(!) Bu iki boynuzu
yüzünden Zülkarneyn adını almış.
Bir başka söylenişe göre de “32”
otuz iki yıla “1 karn” derler. Eflak da (Zodyak, Çark- Felek) 32 yılda
bir döner. İskender ise iki kere
“felek devri” geçirdiğinden ve hükümdarlık ettiğinden kendisine “Zülkarneyn” denildi.
Bundan ızdırap duyarmış. Binlerce hekim bu derdine çare bulamamış.
Sonunda suyu aramak için karanlıklara gidip şifa bulayım demiş. Yine şifa
bulmak için Basra’da Şattülarap’tan içtiğinde karnının ağrıları dinmiş,
boynuzları küçülmeye başlamış. Sonra Şat suyundan içip Diyarbekir’e gelmiş.
Faydasını bulamayınca Batman’a geçip orada Kefender suyundan için haz duymuş,
gözü nurlanmış. Dere boyunca suyundan içe içe Bitlis’e gelince nehir iki kola
ayrılır. On üç deresinden gelen nehirden de içerse de fayda görmez.
Bitlis kalesinin sağ tarafından akan gözelerden içince hemen kale
kayası dibinde istirahate geçip safa eder.
Uykudan uyanınca o nehrin doğduğu yere gidip yedi gün içip hastalıktan
kurtulur. Boynuzunun (!) biri düşüp kalır.
-Bre medet, Basra’dan beri içtiğim sular meğer bu saf sudan imiş!
Diyerek Bitlis adındaki hazinedarına binlerce kese para verip;
-Ey halis kölem, hasların hassı! Çabuk bu yerde benim paramdan
binlerce kese harcayarak bana bir kale yaptır ki ben Çapakçur’dan dönünceye
kadar tamamlansın. Ben bile büyüklüğümle kuşatsam fethinden aciz olam! Diye
ferman eder.
Bu ferman çıkınca bütün usta, bilgin ve mühendislerin meşhurlarını
çağırıp uğurlu bir saatte kalenin inşaatına başlarlar.
Hazinedarı kaleyi yaptırmakta iken İskender hekimlerin isteği ile
seyahata çıkarak Bitlis’ten bir günde Muş sahrasına oradan da Çapakçur dağı
eteğine gelip çadırını kurar. Burada zevk ve safa ederken diğer boynuzunu
(!) da düşürür. Faydasını
gördüğünden Makdisi lisanına göre “Çapakçur”
der ki “Cennet Suyu” demektir.
Bilginlerden Filkos’u çağırıp der ki;
-Bu kadar zamandır benim gözdelerimdiniz. Ağrıma ilaç bulamadınız.
Devayı, Cenab-ı Allah cennet nehirlerinden verdi. Çabuk burada benim için bir
kale yapıp adını “ÇAPAKÇUR” koyunuz!.
Emir çıkınca inşaatına başlanıp 315 günde kale inşaatı tamamlanır.
Murad nehri kenarında göğe yükselen bir kale olup sanki Ferhat yapısı köhne bir
yapıdır. Kuleleri ve burçları büyük taşlardan yapılmış beşgen şeklindedir.
İçindeki evleri bahçesizdir.
İskender Çapakçur’dan dönünceye kadar Bitlis kaleyi bitirir ve
içine yerleşir. İskender Çapakçur’dan döndüğünde kaleye girmesine izin
verilmeyince kızar ve kaleyi kuşatır. Ancak bir türlü ele geçiremez.
Kendi söylediği, “ben bile büyüklüğümle fethedemeyeyim!” sözünü unutmuş olsa gerek ki, Bitlis için;
“Bre kâfir köle bana asi oldu!”
Diye yakınır. Topladığı deniz gibi askeriyle yedi gün boyunca durmadan
saldırdıysa da sonuç alamaz ve Bitlis’e;
-“Amandır, suçunu affettim ey köle hadi çık dışarı da gel! Dediyse
de Bitlis oralı olmaz ve gönderilen elçileri kabul etmez ve İskender’in
ordularının üstüne zemberekli mancınıklarla öyle taşlar atar ki birçok Grek
askeri telef olur. Kuşatma ve amansız savaş kırk gün sürer. Kırk birinci gün
kalenin dibindeki mağaradan öyle bir arı sürüsü çıkar ki İskender’in askerini,
ordusunu bütün hayvanlarıyla birlikte dağıtır. Boynuzlarına henüz çare
bulmuşken birden kelleyi kulağı kaybetme derdine düşen İskender, büyüklüğü bir
kenara bırakıp, “Yiğitliğin onda dokuzu kaçmak, onda biri de hiç görünmemektir!
“ kuralına uyarak çareyi güç bela Muş ovasına sığınmakta bulur. Ne de olsa iri
eşek arılarına karşı askerin bir tedbiri yoktur.
İskender’in kuşatmayı kaldırması üzerine “İskender’in ordusuna
karşı kale savunmasını başarıyla yaptığına inanan Bitlis te orduyu takip ederek
konakladıkları yerde İskender’in önüne giderek boyun eğer ve yanında getirdiği
çok miktarda para ve ziynetin bulunduğu kutuyu da takdim eder.
Şaşıran İskender der ki;
-Bre mel’un! Niçin asi oldun da bu kadar askerimi helak ettin?
Bitlis hemen;
-Efendim, bana, “Sağlam
bir kale inşa et ki kuvvetli olarak ben bile ordumla muhasara etsem fethinde
güçlük çekeyim!” Buyurdunuz. Ben de emrinize uygun olarak böyle bir İskender seddi çektim! Der.
İskender onu af edip, kalenin idaresini de Bitlis’e verir. Onun
için bu şehre kurucusu Bidlis’ten alınma “Bitlis” demişlerdir. Acem tarihçileri
de bu kaleye İskender’in Tahtgâhı” derler. Yenvan tarihinde “Pezgar Megalo Aleksandre” Denir ki “Büyük İskender Kalesi” demektir (M.Ö.340’lar).””
I)İsyancı Yezidi Kürtlerin (Greklerin) Gürcistan Bağları ve Melek
Ahmet Paşa’nın Zafer Duası;
Ayrıca Gürcistan beylerinin
de Bitlis Hanı ile pazarlık edip anlaşmalarına rağmen Osmanlı ordusuna
katılmaları da şüphe uyandırmıştır. Gürcü- Bitlis işbirliğinin 1650’lerde de
var olduğunu görmek bana şaşırtıcı gelmemiştir.
Kuşatma esnasında Melek Ahmet paşa bir suikasttan Evliya
Çelebi’nin uyanıklığı sayesinde kurtulur. Gelen bir padişah fermanında da
Van’dan orduya katılan Sekban ve Sarıca askerlerinin Abdal Han yanında
oldukları ve hemen “öldürülmelerini isteyen” ferman da gelir.
Savaşa başlamadan önce iki rekât namaz kılan Melek Ahmet paşanın,
gözlerinden akan yaşlarla ettiği zafer duasında da Bitlislilerin Yezidi oldukları vurgulanır;
“-İlahi! Kuvvet ve kudret, yardım ve fesat senindir. Verme, koruma
ve doğruluk, iyilik ve büyüklük yine senindir. Dini Mübin gayretine bir fırka
Muhammed ümmetini başıma topladım. Elimi yüzüme alıp, kapına dilenmeye geldim.
Onu hiç boş döndürmedin. Yine eşsiz padişahımdan dilerim ki, Ahmed’in bu
ricasını da kabul edip bu kadar insanı acındırma. BU YEZİDİ HAŞERATINI SEVİNDİRME!”
C-Tatvan
Yakınlarında Promoteus’un Cesedinin Kemikleri;
Dev İnsan
Kalıntısı;
Buradan (Tatvan’dan) kuzeye doğru giderken arkadaşlarımız dediler
ki;
-Sultanım, eğer isterseniz buraya yakın görülmeye değer bir yer
daha var, onu da seyredelim. Ta ki ne kadar acaip göresiniz.!
Ben de cevap olarak dedim ki;
-Ey gözümün nurları, bu seyahatte vücudumuzu yok etmekten murat ve
meram Hüda’nın yarattıklarını görmektir!
Yola çıktık, bir saat kadar Muş ovasına giden büyük bir yola
gitmeyip, o yerden bayır ve yalçın kaya üzerine doğru çeyrek saat yürüdük. Şu güzel sanat yapısını gördük;
Minare gibi olan yalçın kaya üzerinde bir adamı zincir ile
sarmışlar. Şimdi sadece kemikleri kalmış. Ne uzvu var ne bir şeyi. Zincirler de
çürümemiş, usta elinden çıkmışçasına parlaktırlar. Kemikleri gayet beyazdır.
İncikleri kol kemikleri yedişer- sekizer arşın (.4,55cm ile 5,30m arası)
boyunda uzun ve kalındırlar. Başı
küçük halvet hamamları kubbesi kadar var.
Gözlerinin deliklerine bir insan rahatça girer ve çıkar. Hatta bu
deliklerde kartallar yuva yapmışlar. Söylentilere göre bu kemikler
Hazreti İbrahim’e iman edenlerin birinin cesedine aitmiş. Nemrut onu bu kayaya
bağlamış, altına ateş yakmış. Allah bu güzel vücudu korumuş ve kemiklerinin
birçok kısımları kaya ile birleşip aynı renk olmuş. Sadece incikleri, kolunun
yeri ve başı kayadan dışarda görünür. Ahlatlı Şeyh Mustafa da “Bu adam
İbrahim ümmetindendir, bir çok tarihte gördük!” Diye buyurdular. Makdisi
tarihinde böyle yazıyor. Garip sırdır ki bu kemikler iki bin senelik bir
zamandan beri duruyorlar, hala çürümemişler. Cenab-ı Hak her şeye kâdirdir…
(Bu dev adamın zincire
vurulması, altına ateş yakılması ve bedeni şekli bana Grek tanrısı Zeus’un
Promoteus’u (Ateş getiren Dev) kayaya bağlayıp etlerini her gün gönderdiği
kartala didikletmesi, gece iyileşen
yaraların sabahları gene aynı kartal tarafından yenilerek açılması efsanesini
hatırlattı. Greklerin bütün tanrı ve din kültlerinin başka kavimlerden çalınma
olduğunu artık bütün bilim adamları ve tarihçiler kabul etmektedir. Büyük
İskender filminde de Grek tanrılarının mekânlarının Kafkas Dağları olduğu
geçmektedir. Grek tarihçilerinin İskender’in fetihlerini gösteren haritalarında
Azerbaycan-Dağıstan bölgesi dağları ile Hindu Kuş Dağları Kafkaslar olarak
geçmektedir. Aslında Zeus- Promoteus, Grek tanrılarının bulutlar üstündeki
mekânı olan Olimpos dağı için de en uygun yer Kafkaslar, Himalayalar, Zağros, Ağrı,
Süphan veya Cudi dağlarıdır. Batı Anadolu ve Yunanistan’da böyle yüksek ve
vahşi yerler yoktur. A.Yavuz)
D-)Kavimlerin Asimilasyonu;
Makedon
İskender, Yahudiler gibi “Irkçı” olduğundan işgal ettiği topraklardaki bütün
kavimlerin başındaki kralları, beyleri öldürtüp yerlerine kendi soyundan
krallar atayacaktı. Böylece, o kavimler de asimile edilecekti yani
Grekleştirilecekti.
İranlılar,
Balkanlardan gelen savaşçı kavimler aynısını onlara daha önceden yapmışlardı.
Grekler aslında bu yüzden pek de “arı ırk” sayılmazlardı.
Brooklyn
College Üniversitesinde yardımcı Doçent olan S.E.Frost JR, 1962’de Dolphin
Books’ta yayınlattığı “Basic Teachings of The Great Philosophers (Büyük
Filozofların Temel Öğretileri)” adlı kitabında Sokrates zamanında Grek
nüfusunun %60’nın Grek olmayan kölelerden oluştuğunu yazmaktadır.
Kıytırık
kabile devletliğinden birdenbire cihan imparatorluğuna kavuşan Grekler asimilasyonu
gerçekleştirebilmek için bu kölelerini bile “Asil Grek” saymak zorunda
kalmışlardır. Bu yüzden, aşırı Grek nüfusunun yerleştirildiği şehir halklarına
tarihçiler “Avam tabakasından aşağı Grek Halkı” deyimini tercih etmektedirler.
a-Greklerin
Karışık Milletlerden Oluştuklarına Tarihten Bir Örnek Verelim;
Grek tarihinde çok sık olan Greklerin “başka kavimlerce işgal
edilip, asimile edilmelerine, kafalarına vurmalara bir örneği yazalım.
Hititlilerin başlattığı demir çağının gereklerine göre demirden savaş araçları
kullanan Dor’ların hikâyesi ile devam edelim;
Dorlar (Grek-Dorieis) Hint-Avrupa kökenli bir kabiledirler. İ.Ö
1200’lerde Grek yarımadasına akınlar düzenleyerek Tun çağı Miken uygarlığını
yıkmışlardır. Hititlilerle başlayan demir çağı silahlarını kullanarak
istilalarını gerçekleştiren Yunanistan’da Mora yarımadasında bulunan Argos
şehrine yerleşmişlerdir. Argos’tan
Akdeniz’e açılarak Girit ve Rodos adalarına yerleşmişlerdir. Bölge
halkları arasında kültürel bağları koparan Dor’ların ardından dört asır süren
bir karanlık çağ başlamıştır.
Mısır kökenli tanrıları kendilerine uyarlamakla ünlü olan
Greklerin millileştirdikleri Tanrı Hyperion (Hiperyon) ile Theia (Siya)’nın
oğlu olan Grek güneş tanrısı Helios’a (Helyos) tapınmaktadırlar. Mısır ve
Fenike ürünlerini satarak İ.Ö III. yy. da zenginliklerinin zirvesine
çıkmışlardır. Makedonya Kralı Demetrios’un Rodos’u kuşatmasına karşı başarıyla
direnerek onu yenmelerinin anısına İ.Ö.281-280’lerde Rodos adasına diktikleri
boyu 32 metreyi aşan, liman girişinde, ayakları iki mendirek üzerine
oturtulmuş, altından ticaret gemilerinin geçtiği Güneş Tanrıları Helios’un
heykelini dikerler. Bu heykel tarihçi Heredot’un belirlediği dünyanın yedi
harikasından biri olarak kabul edilen meşhur Rodos heykelidir. Heykeltraş
Lindos’lu Khares tarafından tunçtan yapılmıştır. Heykel MÖ 225 veya 226`daki
meydana gelen bir depremde yıkılarak bir daha onarılamadığından birkaç asır yan
yatmış halde bırakılmıştır.
Dor’lar Anadolu’ya da geçerek günümüzün Muğla- Datça yarımadasının
ucunda Knidos adında bir liman kenti de inşa ederler. Rodos’ta kurdukları
okullarda kolonici ve tüccar olan bir kavim için en gerekli olan, güzel konuşma
(Hitabet)ve Felsefe eğitimine ağırlık verdiler. Bu okulları Knidos’a da
taşıdılar. Her yıl Helicia (Helisiya) muhtemelen Güneş Ayini anlamına gelen
dini törenlerinde “dört atın” koşulu olduğu bir savaş arabasını denize
bırakmanın öne çıktığı dini ayinler düzenlerlerdi. İnançlarına göre bu savaş
arabasıyla uçarak dünyayı gezen- gözetleyen Güneş tanrılarına araba hediye
ederek onu hoş tutmuş oluyorlardı.
Bir diğer Dor şehri olan Megara bu günkü Yunanistan’ın Attika
bölgesinde bulunan antik bir kenttir. Sokrates’in zamanında yapılan Pelopenez
savaşı sırasında Ispartalıların müttefikidir.
Grekler,
Dor kavminden olan Megara Kralı Bizas’ın İstanbul’u kurduğunu yazmışlardır.
Oysa Bizas Grek değil Avrupa kökenlidir. Büyük İskender de Grek değil
Makedonya’lıdır.
Atatürk
de Makedonya’lıdır. Grekler Osmanlı idaresinde “450” yıl yaşamışlardır,1821’de
başlarına Alman kraliyet ailesinden etekli bir prens kral yapılmıştır, 1896’da
II. Abdülhamit Atina’ya kadar işgal etmiştir ama İngiliz baskısı ile anca
topraklarını kurtarabilmişlerdir.
İkinci
dünya savaşında Alman, İtalyan işgalleri, 1947-1950 arası İngiliz- Amerikan
ordularınca işgal edilmişlerdir, Arnavutlar ve Sırplarla asırlardır karışık
biçimde yaşamaktadırlar ama hiçbir şey olmamış gibi akıl almaz biçimde “Ari-saf
kan Grek (Yunanlı)” olduklarına inanırlar. 1924’de Yunanistan’a gönderilen
Rumları da “Türk Dölleri” diye dışlarlar. Oysa kendilerine göre Anadolu Rumları
daha ari sayılabilir gibi geliyor bana!
Greklerin
hilecilikleri, yalancılıkları da, soylarının karışmışlığı da böylece ortaya
dökülmüş olmaktadır.
b)
Asimilasyonun Sürerken Ülkemizdeki Kripto Grekler (Yunanlılar), ve Dinleri;
Büyük
İskender’in adıyla inşa ettirdiği şehirlerin yanında komutanlarından olan
Bitlis’in adıyla inşa ettirdiği Gürcistan Tiflis ile Türkiye Bitlis, Siirt
(Dar-ı S’ad/Said- Tanrı S’ad’ın diyarı), Hakkâri ve civar şehirleri yanında, El
Ruha/ El Roha (RUH, Allah’ın kızı, kovulmuş Dişi şeytanın adı) ile anılan
günümüz Urfa Şehrinin ilçelerinden olan ve konik tarzlı kerpiç yapılarıyla,
büyücülüğü ile meşhur Sabilerinin dini merkezi olan Harran da Grek
asimilasyonuna uğrayan yerlerin başında geliyordu ve bu şehirlerin yerli halkları
kendilerini hep Grek saydıklarından ileriki yüzyıllarda daima Roma-Vatikan ile
işbirliği içinde olmaya özen göstereceklerdir.
Milletlerin
asimilasyonlarını önemli ölçüde tamamladıktan sonra İskender’in “33” yaşında zehirlenerek
öldürülmesini takiben gelenek gereği imparatorluk çocukları veya tayin ettiği
valilerin arasında paylaştırılacaktı. Bölünen devletin en uzun yaşayanları ise
Mısır ile Afganistan’daki kalıntıları olacaktı.
Ha
bir de Mezopotamya’daki Grekleştirilmiş Sabiye Aramiler, Süryaniler, Ermeniler
ve Araplar da vardı. Dini kültleri İran ve Grek Mitracılığına dayalı bu
toplumların dinlerinden türeme dinlere sahip olan Umman, Yemen’den Suriye’ye
kadar Arap yarımadası halkları da Greklerin büyücü ve hileci tanrılarına
tapınmaya dayalı hileci Hermes dinine göre dinlerini değiştirmişlerdi. Bu ilke
bütün imparatorluk sınırları ile etki alanları içinde yaşayan milletler için de
geçerliydi. Yani İngiltere’ye kadar yolu vardı.
Yahudiler
de dinlerini büyücü ve hileci Grek tanrısı Hermes dinine göre düzenlemek
zorunda kalmışlardı. İran Zervanilik dininde olan
iyi-Hürmüz/Nurlu/Kılsız/Parlak cin ile kardeşi, kötü cin, şeytan Ehriman/Kıllı,
Hileci arasındaki egemenlik çekişmesi, İshak peygamberin tüp bebek ikizleri
olan Esav/Kıllı, İyi ile Yakup/ Topuk tutan/ Hileci/Nurlu/Kılsız/Parlak Kötü
arasındaki peygamberlik kavgasında kendisini gösterecekti.
Doğar
doğmaz kundağından çıkıp ağabeyi Apollon’un öküzlerini çalıp bir mağaraya
kapatan, mağarada bulduğu kaplumbağayı öldürüp kabuğundan Lir, bağırsaklarından
tel yapar, çaldığı nağmelerle kendisini yargılayan baş tanrı Zeus’u büyüleyip
tanrıların kâtibi ve habercisi yapmasını sağlar.
Daha
sonra zaman makinesini icat edip geçmişe giderek Zeus’un da babası ve baş tanrı
olan, sınır boylarında dolaşıp tercümanlık yapan, eşcinsel ilişkiler yaşayan,
kazıkçı, hileci tüccarların, hırsızların, fahişelerin koruyucusu olan büyücü,
hileci, tapınak fahişeliği kültüne dayalı Hermes’in dini de böylece yeryüzüne
yayılacaktı.
E-Tapınak Fahişeliği-Allah’ın Karılığı
İbadeti;
İbadetleri
de Sümer’in İnanna-Dumuzi’sine dayalı “Bereket Ayini Kültü” olarak da bilinen
tapınak fahişeliğine dayanıyordu. Biraz tapınak fahişeliğini tanıyalım;
“…İşte,
M.Ö.3000’lerde Gudea Silindir mühürlerinden Sümerolog Samuel Kramer tarafından
tercüme edilmiş, tanrıça İnanna ile kral Dumuzi arasındaki cinsel ilişkiyi
anlatan bir tablet tercümesi;
“Kral, kalkmış
başı ile kutsal kucağa gidiyor,
O, kalkmış
başı ile İnanna’nın kutsal kucağına gidiyor,
Kral kalkmış
başı ile geliyor,
Kalkmış
başıyla kraliçeme geliyor,
Fahişeyi
(Hierodule*) kucaklıyor.”
*Hierodule,
Sümer dilindeki kelimenin tam İngiliz dilindeki karşılığıdır. Kelime anlamı
“Holly Prostitute/ Kutsal fahişe” kitabının yazarı Nency Qualls- Corbert’e
göre, cinsel ilişkiye girebilen rahibeyi tanımlayan “Kutsal Hizmetçi” anlamına
gelmektedir.
Babil’de
fahişeler arasında farklı konumlar vardı. Tapınak fahişeleri en yüksek rütbeye
sahiptiler ve bunlar “entu ve naditu” adlarıyla
anılıyorlardı. Meyhane ve sokak fahişeleri ise “Harimtu” adıyla anılıyorlardı.
Babil dini metinlerinde geçen bir ilahide;
“Meyhanenin
girişine oturduğumda,
Ben, İştar,
seven harimtu’yum”
diyerek,
tanrıça İnanna kendisini Harimtu” olarak adlandırır.
Bir başka
ilahi metninde de;
“Ben, şefkatli
bir fahişeyim!” ifadesiyle fahişeliğini
dile getirir.
Tanrıçaların
her daim “bakire”, tanrıların da her daim “bakir” olmalarına dayanarak tapınak
fahişeleri de her daim “bâkire ve bâkirdiler”.
İnanna
kültünden doğduğu tartışmasız olan Mısır’ın İsis kültü de M.Ö. 2500’lerde bütün
Akdeniz bölgesi boyunca tapınılan bir göksel kişilik olmuştu. İngiltere’de
Thames nehri kıyısında bile İsis tapınağı vardır.
Roma’da
şüpheli olsa da asillerin tapınıldığı bir tapınağının olduğu ve ona tapınmanın
erken Hıristiyanlık dönemlerine kadar sürdüğü bilinmektedir.
İsis, İsa gibi
sınıf ayrımı yapmaksızın inananlarının merhametli evrensel bir kurtarıcısıydı.
Tanrılar
arasındaki lakabı “Sadık Eş’ti” ve Set (Şit) onu elde etmek için kocası
Osiris’i öldürmüştü, cesedinin parçalarını dünyanın dört bir yanına dağıtıp
saklamıştı. Ama o kardeşi/eşi Osiris’ in parçalarını buldu, topladı, bilgisiyle
yaşam/can verdi, ilişkiye girdi, hamile kaldı ve öcünü alması için oğlu Horus’u
doğurdu ve sonuç ta öyle oldu.
İlahi sadık
bir eş ve sadık, merhametli bir anneydi. Grek döneminde Serapis dini
inananlarınca başında öküz başlı başlığı ile veya başlıksız, kucağında oğlu
bebek Horus ile tasvirleri Roma İmparatorluğunun her yerinde yapıldı ve
Hıristiyanlığa da “Bâkire Meryem” kültü bu şekilde girmiştir.
İsis aynı
zamanda sevgili bir fahişeydi de. Kocası/kardeşi Osiris’in parçalarını ararken
Tire’deki tapınağında on yıl “kutsal fahişe” olarak kalmıştı. Sonunda Biblos’ta
Aşera (Astarte) tapınağının bir sütununa gömülmüş olarak bir tabutun içinde
Osiris’in ölüsüne kavuşmuştur.
İsis’e adanan
tapınaklar genelevlerin yakınlarına ya da fahişelerin buluşma yerlerine
yapılırdı.
İsis, İnanna
ve İştar gibidir, “Birin içinde” her şeydir, fahişedir, anadır, eştir-
tamamıyla kutsaldır. Ona inananlar görünüşte onun bu “yükseltilmiş ve
alçaltımışlıklardan ibaret tezat farklı kişiliğine dikkat etmezler…” (“Tapınak
Fahişeliğinden Tarikat Fahişeliğine” adlı yazımdan alıntıdır.)
“Kutsal fahişelik” farz edildiği gibi ortaya çıkmadı ama “bereket
kültü” içinde, Tevrat’ta geçen “kutsal/kutsanmış kadın” olan “fahişe” Zonah (Kadın-erkek fahişelere verilen ad. Zina’nın
İbranicesi) ile kesinlikle oldu ve yaşandı (Bird 1989:76).
Bu yüzden kültün “kadeşah” adlı icracıları Kenan’da önemliydiler
(Heenshaw 1994: 235,236). Aksi halde Tevrat niye böyle kadınların itibarlarını
sarssın? Kenan dinlerinde bunların işlevleri tam olarak bilinmiyor ama
muhtemelen “rahibe” olan bu kadınlar “kutsanmış
kadınlardı”.
Sümer’in
Kutsal Fahişe Kültü ’nün gecikmeden Araplar ve İranlılar aracılığıyla Greklere
geçtiğini görüyoruz.
Günümüz
Yunanistan’ının Mora Yarımadasının iki yanını, Ege ile Adriyatik denizini
bağlayan Korint Kanalının bulunduğu yerdeki Korint şehrinde bir tapınak yazısı,
“çocuk
fahişelerle yabancılara cinsel hizmet veren” tapınak kültünü
kanıtlamaktadır;
“Zengin Korint
’teki tanrıça Pitho’nun, bütün yabancıları kabul eden ve onlara
misafirperverlik gösteren rahibeleri, Ey Genç Hanımlar! Sizler Venüs’ün görüntüsü
üzerine buhur yakıp aşkın anasını davet edenler, ilahi yardımın bizlere
ulaşması için yararlılık gösterenler ve güzelliğin zarif meyvelerinin
toplandığı lüks koltukların üstünde bizlere tatlı anlar yaşatanlarsınız!”
(Kynk-B.F.Goldberg,The Sacred Fire; The Story Of Sex in Religion)
Bu gün
Hindistan’da hala tapınağa adanmış, çarşaf-peçe ile örtünen çocuk tapınak
fahişeleri vardır. Hint hükumetinin yasaklar koymasına rağmen dini ibadet
gereği olduğu için azalarak sürmektedir.
Heredot, bir kadının, “kucağına
atılan bir küçük gümüş para” karşılığında İştar/Afrodit tapınağının
yakınında “yaşamında bir kereliğine olsa bile” bir yabancıyla cinsel ilişkiye girmesini” bütünüyle ayıp olarak
tanımladı (Heredotus 1983:121,122,-I.199). Benzer olarak Lucian, Adonis’e yas
tutması için başını kazıtmakla cezalandırılanbir kadının, Astarte/Afrodit’e bağışlanmak üzere, bir yabancıyla para karşılığında
yaşamında bir kez cinsel ilişkiye zorlanmasını, kadının “kadınlığının pazara
çıkarılması” olarak tanımlamıştır (1976:13,15).
Hıristiyan yazarlar putperestlerin, Afrodit’in onuruna, “evlilik öncesi cinsel ilişki ayinlerini”
ve “fahişelik kültünü” hoş görmekle
suçlamışlardır (Oden 2000:142,144).
Bilginler, cinsellik için yapılan ödemeye veya ayine özen
göstermediler (Cooper Frothcoming). Her nasılsa, karşılığında para ödendiğinde,
tapınaktaki cinsel ayin ” fuhuş”
olarak kabul edilmiyordu (Lambert 1992:136). Hatta, tercihen “ibadet” olarak kabul görüyordu.
a)TEVRAT’TA,
SABİ YAHUDİLERİN TAPINAK FAHİŞELİĞİ
2.Kr.23: 7 “Fuhuş yapan kadın ve erkekleri
RAB ‘bin Tapınağı alanındaki odalarını yıktı. Kadınlar orada Aşera için kumaş
dokurlardı.”
Eyüp 36:17’de de “erkek
tapınak fahişeleri” bahsi geçmektedir;
Eyüp.36: 14 “Genç yaşta ölüp giderler, Yaşamları putperest tapınaklarında fuhşu iş
edinmiş erkekler arasında sona erer.”
b)Yahudilerin
Sabi Dinine Geri Dönüşleri
Manaşşe'nin
Yahuda Krallığı
(2Kr.21:1-18)
(Tarihler
2.Kitap) BÖLÜM 33
2.Ta.33: 1
Manaşşe on iki yaşında kral oldu ve Yeruşalim ‘de elli beş yıl krallık yaptı.
2.Ta.33: 2 RAB
‘bin İsrail halkının önünden kovmuş olduğu ulusların iğrenç törelerine uyarak RAB ‘bin gözünde kötü olanı yaptı.
2.Ta.33: 3
Babası Hizkiya'nın ortadan kaldırdığı puta tapılan yerleri yeniden yaptırdı.
Baallar* için sunaklar kurdu, Aşera putları yaptı. Gök cisimlerine taparak onlara
kulluk etti.
2.Ta.33: 4 RAB
‘bin, "Adım sonsuza dek Yeruşalim ‘de bulunacaktır" dediği RAB ‘bin
Tapınağı'nda sunaklar kurdu.
2.Ta.33: 5
Tapınağın iki avlusunda gök cisimlerine tapmak için sunaklar
yaptırdı.
2.Ta.33: 6
Oğullarını Ben-Hinnom Vadisi'nde ateşte kurban etti; falcılık ve
büyücülük yaptı. Medyumlara, ruh çağıranlara danıştı. RAB ‘bin
gözünde çok kötülük yaparak O'nu öfkelendirdi.
2.Ta.33: 7
Manaşşe yaptırdığı putu
Tanrı'nın Tapınağı'na yerleştirdi. Oysa Tanrı tapınağa ilişkin Davut'la oğlu
Süleyman'a şöyle demişti: "Bu tapınakta ve İsrail oymaklarının yaşadığı
kentler arasından seçtiğim Yeruşalim ‘de adım
sonsuza dek anılacak.”
F-Allah’ın Karılığı Kavramı;
Müslümanlar
biliyorlar ki dinlerinde böyle bir kavram yoktur. Allah ne doğmuş, ne
doğurulmuş ne doğurmuş ne de doğurtmuştur. Kur’an böyle şeyleri ret eder. Ancak,
Tevrat, İncil, Zebur ve Kur’an’ın bildirdiğin dinlerin temelinin de “Şeytan
İbadeti Kültüne” dayalı Sümer, Babil,
İran’ın Mihriliğinden doğma Sabilik, Mecusilik olduğunu, cami, hoca, müezzin,
oruç, tespih, hac, namaz gibi ibadetlerin, boy abdestinin de kökenlerinin bu
şeytana tapınma kültüne ait olduğunu da bilmeleri gerekir.
Ama yaklaşık
dört bin yıldır, soyundan ürediklerine inandıkları cennetten kovulmuş dişi
şeytan Ezd, Ezda, Yezdan, Tavus, El Ruha/ El Roha/ Ruda’nın babası olduğuna
inandıkları baş tanrıları “Allah’a da inan ve
“La ilahe illallah!
(Allah’tan başka tanrı yoktur!)” Diyen Sabi dini inananları, Hz. İsa’yı
“yaşayan insan şekilli tanrıları” olarak bilen Mısır’lı, Lübnan’lı, Suriye’li
ve Filistin’li Kıpti Hıristiyanlar da Grek İnciline tapınan batılı Hıristiyanlar
gibi Hıristo, Krist, Jesus demek yerine
“İbn el Allah= Allah’ın
Oğlu/Oğlanı”, Hıristiyan Süryanilerin ve Sabilerin de “Aloha/Alaha”,
Yahudilerin Yahve’nin öbür adı olan “Elohim/Eluhim” diyerek tanrılarını anmaktadırlar.
Bu da
Müslümanlardan başka din mensuplarının da “Allah” adını kullandıklarını
gösterir. Hatta, 20 Temmuz gecesi veya bir önce/sonraki gün de olabilir, CNBCE
kanalında İngilizce, Türkçe alt yazılı yayınlanan Conan O’brien’ın konuğu olan
ABD’li bir aktris, annesinin önce rahibe, sonra hemşire olan kimliklerini
eğlendirici bir tarzda sayarken, program sunucusunun “-Şu annenizin
rahibeliğini biraz açalım mı? Demesi üzerine “-Pek fazla söyleyecek bir şey yok
o bir rahibeydi ve Allah’ın karısıydı. Daha sonra da daha laik bir ortamda
rahibelik yapabileceği söylenilerek kiliseden de kovulmuş!” diyerek milleti
kırıp geçmişti. Burada da görüyoruz ki Hıristiyanlık dininde var olan manastır
rahibeliği için Hıristiyanlar halen “Allah’ın Karısı” kavramını kullanmayı
sürdürüyorlar.
Yukarıdaki
Tevrat ayetlerinde görülüyor ki kendilerini Allah’ın seçtiği üstün Irk sayan
Yahudiler bile defalarca Tapınak Fahişe Kültüne girmişlerdir. Tapınağa
bağışlanan “ilk erkek veya kız çocuklar ile hayvanlar” Allah’a adanmışlardır. O
zamanın inancı böyle emretmektedir.
Tevrat Levililer bölümünde Levi soyunun, Yahudilerin bütün ilk doğan ve
doğacak çocukları yerine Allah’a adanmış kabile olduğu ve buluşma çadırında
Allah’a hizmet ettikleri geçmektedir. Meryem de “ana karnında” Allah’a adanan
ilk çocuktur.
Bereket
Ayinlerine dayalı “Tapınak Fahişeliği Kültünde” tapınağa adanan erkek ve
kadınlar tanrının eşleridir. Hatta İsa’nın anası Meryem’i Cebrail’in Havra’da
“azaları düzgün erkek şeklinde” görünerek döllemesi hem Luka İncil’inde hem de
Kuran Meryem suresinde aynen geçmektedir. Tek farkı, İncil İsa’ya “Allah’ın
Oğlu/Oğlanı” yani “İbn El Allah” demesidir, Kur’an ise bu ifadeyi asla kabul
etmediğinden içermemektedir.
Peygamber
Muhammed’in Yahudi ve Hıristiyanların Kureyşlilerle işbirliği yapması üzerine
kızarak “Tevrat ve İncil okumasanız da olur!” hadisine rağmen, Bakara Suresi
106. Ayet, “Değiştirmediğimiz veya yerine yenisini koymadığımız ayetleri
Kur’an-da tekrar etmedik” derken Maide Suresi 6 ayetinin üç cümlesinin ortasına
saklanmış olan ikinci ayeti ise “Tevratı, İncili ve hak peygamber Muhammed’e
indirilen Kuran-ı birlikte okumadıkça bir temeliniz olmaz!” demektedir.
Aşağıda geçen
İncil ayetleri de Kur’an-da düzeltilerek tekrar edilmiş ayetlerdir. Biz de
farkı göstermek için birlikte verelim dedik.
a)İsa'nın
doğumunun İncil’e göre şekli (Luka İncil’i 1. Bölüm);
Luka
1:26-27 “Elizabet'in hamileliğinin altıncı ayında Tanrı, melek Cebrail'i Celile'de
bulunan Nasıra adlı kente, Davut'un soyundan Yusuf adındaki adama nişanlı olan
bir kıza gönderdi. Kızın adı Meryem'di. “
Luk
1:35 “Melek ona şöyle cevap verdi: «Kutsal
Ruh senin üzerine gelecek, en yüce Olan'ın gücü senin üstüne gölge salacak.
Bunun için doğacak olana kutsal, Tanrı
Oğlu denecek. “
Şimdi
Luka ;35 ayetin ilk cümlesini “Kutsal
Ruh senin üzerine gelecek, en yüce Olan'ın gücü senin üstüne gölge salacak.”
Düşünelim. Bereket ayinlerinde Tanrının/ Allah’ın Karıları” olarak da kabul edilen bu
tapınak görevlileri siyah veya beyaz bazen de Mavi renklerde bütün vücutlarını
örten çarşaf-peçe veya Burka giyerlerdi. Çarşaf peçe giyenler, yüzlerine yedi
kat peçe altlarına da on kat etek giyerlerdi.
Tapınakta
görevli çalgıcıların çaldıkları davul, tef, zil, lir gibi çalgılar eşliğinde müezzinler
ilahiler okurlardı. İnsanda huşu uyandıran bir tonda biraz da oynak çalınan ve
söylenilen ilahiler eşliğinde başrahibe kara çarşaf veya peçe içinde (kıçında
donu olmazdı) dans ederek ortaya gelir ve cin ya içine ya da ayin alanında
bulunan heykeline girinceye kadar dans sürerdi. Sonra cin/ Tanrı/ Kutsal ruh
baş rahibeye geçerek ilişkiye girerdi. Rahibenin ağzından günün merak edilen
konuları hakkında hazır bulunan rahipler ve devlet adamlarınca sorulan sorulara
da cevap verirdi. İşte Gnostizm (İlahi bilgiye kavuşma) anlamını buradan
alıyordu. Kutsal ruh eşcinsellikten de hoşlanırdı ve erkek rahiplere de
girerdi. Rahip ve rahibeler Allah/Tanrı ile ilişkiye girdiklerinden ve Allah’ın
karıları olduklarından sıradan insanların onların bedenlerinin en küçük
parçasını görmesine müsaade etmemek için bütünüyle örtünürlerdi. Kendisini
manastıra kapatarak “çileci” yaşam süren rahipler, defvişler ulemalar bu inanç
doğrultusunda ibadetlerini yapmaktadırlar.
Ama peygamber
Muhammed, kızı Rukiye’nin kocası/damadı olan halife Osman’ın Rukiye’nin
ölümünden sonra “çileci” yaşam süreceğini söylemesi üzerine buna izin vermemiş
ve öteki kızı Ümmügülsüm’ü vererek tekrar evlendirmiştir. Peygamber’in
ölümünden sonra özellikle Ömer zamanında devleti ele geçiren Süfyan, Muaviye ve
oğlu halife I.Yezid zamanında Yezidilik tekrar hâkim olmuş ve “çilecilik”
İslam’da yerini almıştır. Bunun açıklamasını aşağıda okuyacaksınız.
Meryem’in
İsa’ya hamile bırakılması da hem İncil hem de aşağıda okuyacağınız Kur’an’da
aynen bu şekilde ifade edilmekteyse kabahat kimin? Sorunu olan dini kitabına
kızsın bana değil!
Doğan
çocuk ülkenin “asil” grubunu, yani kral ve muhitini oluşturan “feodal gruba “
ait oluyordu. Asillik kavramının kaynağı da buydu.
b)Meryem’in “Allah’ın Karısı” Olarak “Tapınağa adanması”;
Ali İmran Suresi 3:35,36,37.
3:35. “Hani, İmran'ın karısı söyle demişti: "Rabbim, karnımdakini özgür bir biçimde sana
adadım; onu benden kabul et!
Kuskusuz, sen, evet sen, her şeyi duyan, her şeyi bilensin!"
3:36. Onu doğurunca -Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bildiği
halde- söyle dedi: "Rabbim, onu
kız olarak doğurdum ve erkek, kız gibi değildir. Adını Meryem (Kutsal
Hizmetçi) koydum onun. Onu ve
soyunu, kovulmuş şeytandan sana sığındırıyorum!"
3:37. ““Allah, onu güzel
bir kabulle kabul etti ve onu güzel bir bitki gibi besleyip büyüttü.
Onu, Zekeriyya'nın korumasına verdi.Zekeriyya,
mihrapta onun yanına her girdiginde, orada bir rızık bulur ve sorardı:
"Meryem, bu sana nereden?" Meryem de "Bu, Allah katındandır;
çünkü Allah diledigini hesapsızca rızıklandırır." derdi.””
c)İsa'nın
doğumunun Kur’an’a göre şekli;
MERYEM SURESİ 19:17,19,20,21
19:17- Sonra gizlenmek için ailesi ile arasına perde germişti. Ona
Cebraili göndermiştik, gözüne azası düzgün tam bir insan
şeklinde görünmüştü.
19:19-Cebrail “
Ben temiz bir oğul vermek için sadece Rabbinin sana gönderdiği
bir elçiyim” dedi.
19:20- Meryem “Nasıl olur da iffetsiz bir kadın olmadığım halde
oğlum olabilir” dedi. (Bu ayet İncil’de de var.)
19:21- “ Bu böyledir. Çünkü Rabbin “ Bu bana kolaydır, onu insanlar için bir mucize ve katımızdan da
bir rahmet kılacağız” diyor. Dedi Cebrail. İş olup bitti.” Ayet ne kadar açık değil mi? Sadece göstermek
için CD’si eksik.
d)Hz. İsa’nın
Karıları;
İsa’nın 12
havarisi onun öğrencileri ve karılarıydılar. Çünkü İsa kendisini “Güvey” olarak
tanıtıyordu. Şahidimiz İncil’dir, okuyalım;
İncil 9:14 “Bunun üzerine Yahya’nın öğrencileri İsa’ya yaklaşıp
sordular: ”Neden Ferisiler ve biz oruç
tutuyoruz da, öğrencilerin oruç tutmuyor?”
9:15 “İsa onları şöyle yanıtladı: ”Güvey”kendileriyle birlikteyken yakınları yas tutar mı? Ama “güveyin” onlardan alınacağı günler gelecek o
zaman oruç tutacaklar.”
Görüldüğü gibi
İsa güvey/damat, biz erkekler de
gelinleriyiz. Ama ortada “dünürler” yok tuhaf değil mi? Ayet gereğince
karıların cennette/göklerde yeri yoktur.
Evlilik ve cinselliğe aynı olumsuz bakış Nag
Hammadi’deki Kıpti metinlerinde de vardır. Thomas İncilinin 37. Bölümünden bir
örnek bunu anlaşılır kılmaktadır.
“Öğrencileri dedi (İsa’ya): Seni göreceğimiz zamanı
bize ne zaman açıklayacaksın?
İsa dedi;”Hiçbir utanma
duymaksızın çamaşırlarınızı
çıkarttığınız, ayaklarınız altına aldığınız, küçük çocuklar gibi çiğnediğiniz
zaman “Yaşayan Bir’in” oğluna ait olduğunuzda korku duymayacaksınız!” (Guillaumont, “The Gospel According to
Thomas.S.23)
Görtner bunun manasını şöyle açıklıyor; ”Aydınlanmış
olduğumuz zaman cinsel yapımızı işlevsizleşecek, çocuk gibi masum olacağız ve çıplaklıktan utanma duymayacağız ve
selamet (kurtuluş) gerçeklik olacak.(Görtner
“Becaming a Child İn Thomas “ S.250- H.Kee)
Thomas İncilinde özlenen seçim Kıpti dilince “Bir
Olan” anlamına gelen OUA olarak anılır ve muhtemelen Grekçede “Yalnız Olan”
anlamında bekârlık çeken kişi olan Grekçede “Yalnız Olan” anlamında bekârlık
çeken kişiyi tanımlayan esasında “çift cinsiyeti” ile “birleşmiş adama” atıf
yapmaktadır.
Aynı bölümün sonunda havarilerden Peter (Taş, Mitracı adı) der ki; “Aramızdan Meryem’in çıkmasına izin verelim, çünkü kadınlar
yaşamın değersiz şeyleridir!”
İsa cevaplar;” Anlayınız, ona
rehberlik edeceğim böylece onu
“erkek” yapacağım….Kendini
erkek yapan her kadın cennetin krallığına girecektir.”(Guillamount S.57) (Kadınlar ameliyatla
erkek olsalar cennete girebilirler mi acaba?)
Evet,
Hıristiyanların insan tanrısı İbn el
Allah/İsa/Krist, anası Meryem’i (Kutsal Hizmetçi) ERKEK yaparak cennete
sokacağını söylüyor.
Gene Grek
İncil’ine göre, biz insanlar “aşağının aşağısıyız”;
Matta İncil’i
11. Bölüm;
Matta 11:11 “Doğrusu size derim ki, kadınlardan doğanlar
içinde Vaftizci Yahya’dan üstün olanı çıkmamıştır. Ama göklerin
hükümranlığındaen küçük olan ondan üstündür.”
Bu durum Encratitis’in İskenderiye’li
Celment (M.S.150-215) ile savaşının sebebiydi.
Marcion
(Dosya 140-M.S 50) aynı yolda olan ama evliliğe olumsuz olarak bakan farklı olan tipik bir Gnostiktir. O
yaratıcının gücüyle yer küreyi çocuklarıyla doldurarak genişletmesinden beri
takipçilerine evliliği yasakladı. (Jonas
Gnostic Religion S.144;Chadwick S22-Zerdüşt
mitinde Maşyo-Maşyoi’nin çocuk yapmaktan vazgeçmeleri-A.Y)
Hadi gel de bunlara din diye tapının bakalım!
Peygamber
Muhammed te M.S. 611’de peygamberlik gelinceye kadar gnostik (Şeytana ibadetle
ilahi bilgiye ulaşacağına inanan, çileci, kadın düşmanı) “Sabi” idi ve
Kureyşliler ona “Sebat et Nücum- Yıldız Göründü” diyorlardı. Malum, Sabiler
Sabahyıldızı görününceye kadar güneşin doğmayacağından korkarlar. Yıldızı
görünce sabah namazı kılarlar. Sabi Muhamed’in “azad kabul etmeyen” iki de “erkek
kölesi” vardı.
Böylece
Tapınak Fahişeliği Kültünün son dinler olan Hıristiyanlık ve Yahudiliğin de
konusu, parçası olması gerçeğine tanık oluyoruz.
F)İslam Öncesi ve Sonrası Hermes
Dininin İzleri (Haz. Ömer Örneği);
Hz.
Muhammed’in dedesi Abdülmutallip, amcası Ebu Talip adlarını bu Hermes ile
karıştırılmış, hırsız, tüccar ve fahişelerin koruyucusu olan Yemen’in Ay
Tanrısı Talip’ten almışlardı.
Hatta
Hazreti Ömer bile bu dine sadık kalan sahabe ve din büyüklerindendir. Savaş için yola çıktıklarında peygamberin ölmek
üzere olduğu haberi ulaştığında geri dönen ordunun yardımcı komutanlarından
birisi olan Ömer, Mekke’ye gelinceye kadar, Mecusi “Ölen Tanrı Kültü”
gereğince, peygamberin, Kur’an’ın bir ayetini yanlış tefsir ettiği için yeniden
bir başka insanın bedeninde doğarak geri geleceğini iddia eder. Peygamberin
Öldüğünü, insan olduğunu söyleyenleri ise kılıcını çekerek öldürmekle tehdit
eder.
Bu
iddialarını sayıklamaya, ölüm döşeğinde olan peygamberin evinin önünde de devam
eder. Peygamber buna kızar ve bu yüzden kendisinden sonra halka imamlık etmesi için
Ebubekir’i önerir.
Hazreti
Ayşe babasının bu işe uygun olmadığını, böyle bir sorumluluğu istemediğini,
yerine Ömer’in geçmesini defalarca belirtse de sonunda peygamber onları “Sizler
Yusuf’un karıları gibisiniz!” diyerek azarlar. Ardından “Ebubekir’e namazda insanlara imamlık yapmasını söyle! Bırakın
suçlayan hata araştırsın, haris olan da arzulasın! Yoksa Allah ve müminler b
una sahip olamayacaklar!” Diyerek Ebubekir’in imamlığını açıkça
emretmiştir. Son cümlesini üç kez tekrar etmiştir.
Ebubekir’i
çağırtır, Ebubekir geldiğinde kızı Ayşe’nin evine girerken Ömer aynı vaazını
sürdürmekteydi. Ebubekir onu yavaşça
“Yavaş ol Ömer!” diye ikaz ederek susmasını istese de olumlu cevap alamaz ve o
esnada sesini tanıyanlar ona dönünce Ebubekir şöyle konuşur;
-“Ey insanlar, kim Muhammed’e tapıyor idiyse
gerçekten Muhammed ölmüştür. Kim Allah’a tapıyor idiyse, gerçekten Allah
diridir ve ölmez!”
(İbn Sa'd’Kitab et Tabakât el Kebir’in II.Leyden Baskısı c.2 s-20)
İşte
iki halife arasındaki “İslâm anlayışı” arasındaki farkı görünüz. Bunu vermemin
nedeni ise şudur, peygamberden sonra Ebubekir’in iki yıllık halifeliğinin
ardından Hz. Ömer dönemi başlar ve Adaletiyle ünlü Ömer’in yaptığı ve çok sık
olarak anlatılan işlerinden birisi de onun devlet işlerini bırakıp geceleri
uyuyan kervanların mallarını beklemesidir. Yani, hileci, kazıkçı tüccarların
koruyucusu Hermes/Talip/ El Lah kültünün Ömer’de sürdüğünü görüyoruz.
Ömer
döneminde Ebu Süfyan, oğlu Muaviye iktidarı ele geçirirler ve İslâm’da yozlaşma
başlar. Yezidi/ Mecusi putperestliğin olduğu gibi geri gelmesi Kur’an-ı
ezberleyen bazı samimi Müslümanların çabaları ile olmuştur.
a)İslâm’da
Büyüme Bozulmalar;
Peygamber
Muhammed’in M.S. 632’de ölümüne kadar tek bir devlet haline getirdiği Anadolu
yarımadasının üç katı büyüklüğündeki Arap yarımadası büyümüş bir ucu doğuda
Doğu Türkistan’da öbür ucu batıda İspanya’da Endülüs medeniyetine kadar
genişlemiştir. Ancak, İslâm’ın sadece Hicaz Araplarına geldiğine inanan ve
Müslümanlığı kabul eden öteki milletleri “Mevali/köle” olarak gören
Ümeyye/Emevi soyunun baskıcılığı yüzünden peygamberden yüz yıl sonra çöküşe
geçmiştir.
Bizans’ın
sınırları Kandil dağının güneyine kadar genişlemiş ve Hıristiyan Bizans,
“şeytana taptıkları” gerekçesiyle büyük Müslüman soykırımları
gerçekleştirmiştir.
Özellikle
Türkleri çok koruyan, Ebu Talip’in küçük oğlu Abbas soyundan olanların darbe
ile devleti ele geçirmesiyle Abbasi hanedanı M.S 740’larda kurulmuş ve eski
sınırlarına devlet tekrar kavuşmuştur.
Aynı
yıllarda tarihi Babil şehrinin 30 km kadar güneyinde kurulan Bağdat şehrinde
Abbasi hanedanı İslâm’ı bir kabile dini olmaktan çıkarıp Hıristiyanlık gibi
evrensel din haline getirmek için bir üniversite kurar. Çinden Yunanistan’a
bütün dinler, felsefeler hakkında kitaplar temin edilir, Arapçaya çevrilir ve
hepsinden iyi olan, genel doğrular alınır temel olarak ta İskender’in öğretmeni
olan Aristo’nun Hermetizmi kabul edilir. Böylece İslâm öncesi tapındıkları din
olan Hermes ve Mecusilik karışımı din olduğu gibi geri kabul edilmiş olur ama
tek farkla!
O
tek fark ta “Gezegenlere ve yıldızları tanrı değil de Allah’ın yarattığı gök
cisimleri” olarak kabul eden ancak onlara sayısız övgüler düzen bir farkla
İslâm dini üretilmiş olur.
Ancak
geçmişin zulümleri, İslâm’ın öteki milletlere özellikle Yafes soyu sayılan
milletlere akla hayale gelmeyecek işkencelerle İslâm’ın kabul ettirilmesi de
bölünmeleri başlatmıştır.
Bağdat
Üniversitesinde İslâm’a Hermetik şekil
verilmesinden yüz yıl sonra M.S.850’den 950 yılına kadar Bizans gene bölgede
hâkim olur ve günümüz İran’da bulunan Urumiye Gölüne kadar bölgeyi ele geçirir.
Arapların değiştirdiği bütün kabile reislerini değiştirir, tümünü soykırıma
uğratır, bölgede bir tek Müslüman, Yezit, Sabi bırakmaz, Hıristiyanlığa
geçenler kurtulurlar. Bölgeye Grek soylular ile Hıristiyan Rumlar (Roma
vatandaşları) yerleştirilir.
Bunların
arkasından Abasiler yerlerini Büyük Selçuk İmparatorluğuna bırakırsa da küçük
parçalar halinde yaşamaya devam eder. Bölge gene Müslümanların ellerine geçer.
Bizans’ın geleceğinden korkan bölge halkı ile yeni yerleştirilen ve eski Grekler
ile Rumlar inançlarını korurlar. Türkler Araplar gibi baskıcı değildir.
1096’da
başlayan I. Haçlı Seferinin etkileriyle bölge Hakkâri’ye kadar gene Haçlı
idaresine geçer, El Ruha (Urfa’da) Edesa, Adana-Antakya bölgesinde Klikya,
Kudüs’te Haçlı Hıristiyan krallıkları kurulur.
1197’de
Selahattin Eyyubi’nin bunları kovmasına kadar bölge Hıristiyan idaresinde kalır
ve halkı tekrar Rumlaştırılır.
b)
Dünya Haritası Değişiyor;
Cengiz Han öncesi Dünya haritası M.S.1200'lerin başları.
1200’lerde
Cengiz Han ile Moğol İstilası gelir, dünyanın siyasi haritası sil baştan değişir.
15. yüzyılda Timur İstilası ile bu akınlar sürer, sonunda Moğollar çekilirler
ve Anadolu’da Türk beyliklerini bir araya getiren Oğuzların Kayı boyu
önderliğinde Osmanlı hâkimiyeti başlar. İskender ile başlayan ve halife Ömer’in
torunu Haccac ile başlarına Fars kökenli bey getirilmiş olan Kayı boyu her ne
kadar Türk ise de bir o kadar da Fars’tır.
Ve
o zamanlar da var olan “Siyonizm” dümenine alet olur ve Türkleri “cennete
girebilsinler” bahanesiyle Arap, Grek, Yahudi, Fars soylarıyla evlendirerek soylarını
değiştirmeyi başarır. Devletin idaresinden Türkleri Fatih ile atan Osmanlı
padişahları, “devşirme/dönme kölelerine” teslim ettikleri devlet idaresinde,
Kanuni sonrasında “kafes padişahlarına” dönüşürler. Hapis hayatı yaşadıkları
haremin dehlizlerindeki demir kafesten odalarından alınarak tahta
çıkartılırlarken bile kölelerine “öldürülmemeleri için” yalvarırlar. Bu
şartlarda padişah köleleri olan paşaların, maşaların kuklası olur.
G)Masonların
Dünya İktidarlarının Başlaması ve “Tek Din, Tek Dünya Devleti” Siyasetinin
Güdülmesi;
1550’lerde
İngiliz tahtını ele geçiren büyücü Mason sermaye 1565’lerde Manş denizinde
Armada Savaşlarında dünya hâkimi olan İspanyollardan tacı devir alır ve
keşifler ile dünyaya egemen olurlar.
İngiliz saltanatını ele geçiren büyücü masonların 19. yüzyılda kurduklar İngiliz haritası.
Kırmızılar İngilzi toprakları.
Bu
küresel sermayenin ağa babaları yeni keşfedilen Amerika kıtasına geçerek
yerleşirler ve 1776’da İngilizlerden bağımsızlığı kurtarırlar, 1815’de Viyana
Konferansında da resmen tanınırlar. Bebek imparatorluk olarak dünya siyasetine
girerler.
Avrupa’da
ve dünyada monarşiyi yani feodal düzeni yıkmaya yeminli olduklarından 19.
Yüzyılda Liberalizm, Sosyalizm, Kapitalizm, Milliyetçilik, kadın hakları gibi
siyasi fikir akımlarını yayarlar. Yarattıkları kitle eylemleriyle küçük
monarşiler hemen yıkılır kalanları da I. Ve II. Dünya savaşları ile tarihe
gömülürler.
Kültür
olarak da yeryüzünde bütün dinleri birleştirerek “Tek din, tek dünya devleti”
kurma yolunda bütün dünya milletlerini köleleştirecek bir din anlayışı
oluşturmaya başlarlar. Bu yeni din anlayışı her ülkede en yaygın olan dini mezhebin
“teslimiyetçi, şeytana tapınan, ama çağdaş yenilikçi/Ortodoks” gösterilen yüzü
ile insanlara gösterilir. Hıristiyanlık’ta Presibiteryenlik, Protestanlık gibi.
İslâm-i olanları da aşağıda sayacağız.
Son
iki yüz yıl içinde Mason İngiliz ajanlarının İslam’ın antiemperyalist yapısını
“teslimiyetçi” bir ruha sokmak için işte bu Grek soylulardan çıkardığı sözde
din adamları olan Hindistan’lı Tatar Ahmed-i Kadıyani’nin Kadıyanilik dini,
İran’lı Bahaullah’ın (Allah’ın Nuru) Bahailiği (Nurculuk), Mısırlı Muhammed
Abduh ve Efgani ve onların Yezidi Grek takipçisi büyücü Said-i Kürdi’nin kurduğu
günümüzde Nurculuk, Fethullahçılık olarak bilinen Mason İslam’ı dinleri ile
Müslüman ve Türk dünyası birbirine düşürülmüş, emperyalizme teslim olmaya ikna
edilmiştir.
a)Ama
bunlar da “Allah” Ebubekir, Ömer vs. derler. Farkı nasıl fark edeceğiz?
Ebubekir
adının karşılığı Yezidilerin tanrılarından Kur’an’ın haberci meleği Cebrail’dir.
Yezidilerin kutsal kitabı Mushaf-ı Reş (Kara Kitap’ta) böyle geçmektedir. Süfyan,
Muaviye, halife Yezid, Yezidi Kürtlerin tanrılarıdır. Bunlar aynen namaz kılar,
oruç tutar, hac yaparlar. Ama şeytan Tavus’tan, Âdem’in ve Havva’nın
terlerinden ürediklerine inanırlar.
Önce
şunu belirtelim. Hıristiyan dininin tanrısı/peygamberi İsa’nın doğumu “M.Ö-03,
ölümü M.S-30”’dur. İslâm’ın Kur’an-ı Muhammed’e 40 yaşında, M.S.611 yılında inmeye
başlamıştır. Hıristiyanlık İslâm’dan 580-590 yıl öncedir.
Hıristiyan Araplar “İnsan
tanrı” olarak saydıkları Hz. İsa için, İsa adını kullanırlar ama Grekler gibi
Hıristo, Krist, Jesus gibi adlar yerine İsa’yı tanımlamak için “El Ab-Allah” (Baba tanrı), Allah el ibn (Tanrının oğlu/İbnesi
“İbn=Oğul,Oğlan”-İsa), Allah er ruh
Kuds (SallAllahu- Kutsal ruh, Ruh-ül Kudüs- Kutsal ruh Allah ya da
Kudüs’ün Ruhu ) şeklinde söyleyerek Müslümanlardan ayrılırlar. İbrani ve Grek
İncillerinde de benzer kavram farklılıkları mevcuttur.
Sabi
dininde, Sabilerin soyundan ürediklerine inandıkları dişi, kovulmuş şeytan El
Ruha’nın babasının adı “Allah’tır ve Sabiyeler yaklaşık dört bin yıldır “La ilahe illallah (Allah’tan başka tanrı
yoktur” derler. Peygamber Muhammed de peygamberlik öncesi Sabiye’dir zaten.
Bu
yüzden “Allah” diyen herkese inanmayınız. Çünkü bu Nurcular ve öteki
saydıkların şeytana tapınan Greklerin avam/halk tabakasından olan Yezidiler,
Sabiyelerdir. İslâm’ın bütün şartları neredeyse dinlerinde vardır. Tevrat,
İncil ve Kur’an’ın temeli bu dindir. Bu kadar benzerlik olduktan sonra sayılan
bu dinlere ne gerek vardı derseniz öteki yazılarımı okuyunuz. Türkler Sabileri
daima “azınlık” saymışlardır ve Hıristiyanlardan ayırmamışlardır.
“…Sabilik, Yezidilik, Hıristiyanlık gibi Gnostik
dinlerin özünde “kadın düşmanlığı” olduğunu, kadınların ne yerde ne de gökte
yerleri olmadığını, Allah’ın karılarının ise kadınlardan çok erkekler
olduklarını gördük.
İslam bilginlerinden Ali El Mesudi,(Irak-896-957) Harran Sabileri, Yunanlıların avam
(aşağı halk) tabakasıdır. Felsefeleri, Mütekaddimun felsefesinin
(Sünni-Selefi) haşeviye (Allah’a eş koşan) kısmı olduğunu söylemektedir.
Ebu Bekir er-Râzi
"Ahkâm-ı Kur'ân"ında bunu naklettikten sonra der ki: Şu zamanda Sâbiîler ismiyle bilinenlerde
kitap ehli yoktur…
“Aynı
şekilde Rumlar, Şamlılar ve
Cezire'liler (Mezopotamya ve
Mısır’ın belli bölgeleri) Sâbiî idiler. Konstantin Hıristiyan olunca
bunları kılıç ile Hıristiyanlığa sevk etti. Ve o zamandan itibaren puta tapma
battı ve bunlar görünürde
Hıristiyanların içine karıştılar, fakat çoğu puta tapıcılığını gizleyerek eski
mezheplerinde kaldılar.
İslâm dini ortaya çıkınca da Hıristiyan
cümlesinden olarak İslâm zamanına dâhil oldular. Müslümanlar bunlarla
Hıristiyanlar arasını ayırmadılar. Çünkü bunlar putlara taptıklarını gizliyorlar ve asıl inançlarını açıklamıyorlardı. Gerçekte bunlar inançlarını gizlemekte en mahir
(usta) kimselerdir. Çocuklarının akıllarının esmeye başladığından itibaren dinlerini gizlemeleri hususunda
da birçok işleri ve hileleri vardır…”
Elmalı’lının
tespitlerinden, Evliya Çelebi zamanından günümüze “Kürdistan” kurma davası
güdenlerin de yaşadığı bölge olan Dicle ve Fırat nehirleri arasındaki adadan
oluşan ve El Cezire adı da verilen Meozpotamya coğrafyasında yaşayan halkların
aslında Kürt değil Hıristiyanlaştırılmış Rumlar, Şeytan İbadeti Kültüne tabii
Sabiler, Süryaniler, Nasturiler, Yezidiler ve Yezidi Kürtler olduklarını
görüyoruz. 12. yüzyılda şeyh Adi tarafından Yezidileştirildiler böylece Vatikan
yanlısı kripto Greklerin saflarına geçtiler.
Bunlar
hiçbir zaman Osmanlı’ya mensup olmadılar 1561’da Yavuz’a engel olmayı
başaramadılar, Kanuniye cesaretleri yoktu ama II. Selim sonrasından günümüze
daima haçlı dünyasının işbirlikçileri oldular.
Osmanlı
padişahı Dördüncü Murat döneminden başlayarak “sinsice örgütlenmeye” başlayan
Yezidi Kürtler, I. Sultan Ahmet döneminde Bitlis- Çemişkezek (Roma imp.
Çemeşkezekus tarafından kurulmuştur, halkı Bitlis gibi Yezidi avam Grek’tir.)işbirliğinde
1658’lerde Bitlis Han’ı Abdal Han önderliğinde ilk Yezidi Grek isyanını
başlatırlar. Onu Mardin’de Afganistan’dan getirilen Babürd Kürtleri ve Saçlı
Yezidi Kürtlerinin isyanları taklip eder ve her ikisi de Melek Ahmet paşa
tarafından bastırılsa da yola gelmezler. On yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda
bu isyanların adları “Celali İsyanları” olarak anılır ve böyle sürer. Hacı
kervanlarını soymalar, Adana-Hatay yöresinde Cum Kürtleri isyanları bunlara
eklenir.
19.
yüzyılda Rusların güneye sıcak denizlere inme hevesleri başlar ve Hıristiyanlık
öncesi din Oğuz Türkleri ile Mihri Din kardeşi olan Ermeniler, Oğuzların
Müslüman olmalarından başlayan hoşnutsuzluğa Rus çarlığının maddi manevi
destekleri ile devlet vaatleri de eklenince bundan nasibini almak isteyen
Süryani Asuriler de eklenirler.
Osmanlı’nın
gırtlağının sıkılmasını sağlayan bu isyanlar, I.Dünya Savaşında Çanakkale
Zaferinin ardından bölgede Ermeni Tehcirini başlatan Enver Paşa’nın korkusundan
bu Süryaniler, Yezidi Kürtler (Kripto Yunanlılar) Gürcistan’a sığınırlar.
2003’te
İsveç Parlamentosuna eski Gürcü kralı II. Çikladze’nin oğlu tarafından sunulan
“2003 Gürcistan Azınlık Raporunda”, Batum’a “68.000” Süryani, Tiflis’e de
“38.000” Yezidi Kürt isyancının yerleştirildiği anlatılmaktadır.
İslâm
Kürtçülüğünü başlatan Bitlis’li (Norşin/Nors/Nurs) kripto Yunanlı Said-i Kürdi
Bedizüzzaman’ın da 1916 başlarında İngiliz rahip casusu Mr. Robert Frew’un
emriyle Tiflis’e gittiği, bir Rus polisiyle görüştüğü ve Bitlis’e dönüşünden
sonra Rus kuşatmasının başladığı ve esir düştüğü kendi kitabında geçer. Said-i
Kürdi Deliüzzaman Rusya’da Müslüman ve Türkleri “Halifenin sözde emirleriyle
Rus devrimcilerine karşı, kendilerine soykırım uygulayan Rus Çarı yanında
savaşmaya ikna ederken Yıldırım Orduları Komutanı olan Çanakkale Kahramanı
Mustafa Kemal ATATÜRK Bitlis’i işgalden altı ay sonra Ruslardan kurtarır.
İşte
bu yüzden yani “Kürdistan kurulmasını engellediği için” Atatürk, Enver paşa ve
İttihatçıları asla af etmeyen kripto Grek Said-i Kürdi ömrü boyunca Atatürk ve
bütün İttihatçılara düşman olmuştur.
Kurtuluş
savaşı verilirken, Cumhuriyetin ilanından sonra en az 26 ayrılıkçı Kürt isyanı
bir o kadar kökten dinci gerici isyanı İngiliz- Amerikan paralarıyla
destekleyen bu kripto Yunanlı Said-i Kürdi Bediüzzaman ve yandaşlarıdır.
Atatürk’ün
ilaçlanarak zehirlenip öldürülmesinden, 10 Kasım 1938’de ölüm döşeğinde ona
darbe yapılmasından, devletin 12 Mayıs 1939’da İngiliz Mandası (Sömürgesi)
haline getirilmesine neden olan İngiliz- Türk Kredi Antlaşmasının
imzalanmasından, 14 Mayıs 1950’de Yezidi Kripto Grek iktidarı olan Demokrat
Parti iktidarının kurulmasından hep bunlar sorumludurlar.
Amerika’nı
talimatıyla çıkartılan sağ-sol olaylarında devlet eliyle işlenen faili halen
belirlenememiş cinayetlerin ve kitle eylemlerinin bahane edilmesiyle
Çemişkezek’li Kenan Evren’in cuntanın başına geçmesi ve gene Çemişkezek’li
Turgut Özal’ın (Nurcuydu) başbakanlığı döneminde TRT kanallarında yapılan
tartışmalarda çağdaş savaş tarzı olan “Gerilla Savaş Tekniklerinde” ordunun
eğitilmesi gerektiği ve savaş kabiliyeti kazandırılması ve de “Ordunun
Modernizasyonu” için de kullanılmak
amacıyla kurulan PKK terör örgütü ile devleti yıkacak yapılanma başlatılmıştır.
Bunu
yıllar sonra ortaya çıkan Kenan Evren’in devleti “Sekiz (8) Eyalete” bölen yeni
haritayı imzaladığı gerçeği milleti şaşkınlığa boğmuştur.
12
Eylül 1980 darbesinde “solcu” oldukları bahanesiyle hapishanelere doldurulan
Kürtler sopa ve aşırı işkencelerle devlet düşmanı edilmiş, darbeden dört- beş
ay önce Suriye’ye M.İ.T Albayı kayınpederi tarafından kaçırılan örgüt kurucusu
Abdullah Öcalan’a Kandil dağlarında kurdurulan terör çiftliğine hapisten
çıkanlar gönüllü olarak doluşmuşlardır.
1991
I. Körfez Harekâtı ve 2003 II. Körfez Harekâtlarında Irak’ın işgalinde bu terör
örgütü Haçlı ordularınca onları ülkeye davet eden, önlerini açanlar kullanılmıştır.
Bunun karşılığında da önce “Kuzey Irak Kürdistanı” adıyla ilk “yarı resmi”
Kürdistan kurulmuştur, böylece Kürtler ödüllendirilmiştir.
Bu
gün de gene M.İ.T örgütüne kurdurulan sözde PKK’nın şehir yapılanması olan KCK
adlı örgüt mensupları tekrar 12 Eylül 1980 deki gibi “Bölücü Örgüt Kurmak veya
üyesi olmaktan” cezaevlerine doldurulmakta ve teçhizatlandırılıp, giydirilip,
kuşatılıp Suriye’ye İran’a gönderilmektedir. Elan mevcut Suriye-Türkiye
sınırları boyunca “Kürdistan hattı” çekmekte gene işgal güçlerini Suriye’ye
buyur etme görevlerini devletimizin başındaki kripto Rumlardan ve öteki
milliyetçi azınlıklardan “Ilımlı İslam’cı (Muhammed en Resulullah- demeyen)” işbirlikçiler
sayesinde sürdürmektedirler.
Şimdi
de Suriye ve İran’ın işgallerinde gene PKK ve diğer Kürt yapılanmaları
kullanılmaktadır. Senaryo aynı senaryodur, oyuncuları da aynı soyun ve davanın
insanlarıdır.
İşte,
İskender zamanında düzenli olarak Pers imparatorluğundan devir aldıkları
sınırların uçlarından ortalarına yerleştirilmiş, kökenlerini unutmamış, Roma,
Bizans imparatorlukları dönemlerinde işbirlikçiliklerini sürdürmüş olan bu
kripto kavimler Osmanlı döneminde iktidarı da ele geçirmişlerdir.
Bu
sayede çok kolayca Vatikan ile işbirliği içine giren “Kripto Yunanlı” Sabiler
ve Yezidiler, Irak, Libya, Suriye, Mısır ve öteki Müslüman ülkelerde çıkartılan
kitle olaylarında aldıkları roller ile Amerika, Avrupa Birliği Haçlı
koalisyonuna “sadakatlerini ispatladıklarından” artık aleni olarak posta koyma aşamasına
gelmişlerdir.
Cumhuriyet
döneminde güdülen “Ulusalcılık” adlı devletin halkını tek bir kültürel kimlik
altında toplamaya dayalı siyasetle “gerçek kimlikleri Türklere ve Müslümanlara
unutturulmuş” ama onlarca unutulmamış, bilinçli takiyyeleriyle Müslüman
görünümleriyle insanımızı aldatmışlar ve devleti ele geçirmişleridir.
Sıra,
kendilerine saltanat veren batılı mason küresel sermayenin sahibi efendilerine
borçlarını ödemeye gelmiştir.
Gördüklerimiz
ne Arap ne de Kürt baharıdır. İskender’in soyları karışmış ama niyetleri
karışmamış kölelerinin soyundan yeni Bizans’ın doğuşudur.
Kürçülük yapanların Kürt, Türkçülük yapanların Türk olmadığı, bu işlerin arkasında kökleri asırlara uzanan "köle milliyetçi ideolojilerin yattığını" gördük.
İşte
basından derlediğim kadarıyla bu kölelerin zafer çığlıklarına dönüşmüş
marifetleri;
BAYDEMİR
BÜYÜK KÜRDİSTAN’I İLAN ETTİ BİLE!
Diyarbakır
Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, kentte görev yapan gazetecilere
Güneydoğu Gazeteciler Cemiyeti'nde iftar yemeği verdi.
Baydemir, sıkıntılı bir atmosferin arifesinde bulunulduğunu belirterek, şöyle
dedi:
"Ahlaki
vicdani sorumluluğumun gereği olarak ifade ediyorum. İl Başkanım burada, siyasi
temsilcilerimiz var. Parlamentoda doğru bir siyaset izliyorlar. Ama ahlaki
ve vicdani sorumluluğumun gereği olarak Suriye'nin, Suriye Kürdistan'ının
işgali bir cinnet olacaktır ve Ortadoğu'ya barışı olabildiğince
uzaklaştıracaktır.
Yegâne yol bütün Ortadoğu
coğrafyasında, Irak'ta olduğu gibi ya da benzeri İran'da da özerk Kürdistan
olacaktır, Türkiye'de de özerk Kürdistan olacaktır, Suriye'ye de özerk
Kürdistan olacaktır. Bunun başka bir yolu yoktur diye düşünüyorum. 20 milyon
Kürt artık kendi varlığını reddeden bir halkın varlığına, varlığını armağan
etmeyecektir. Bunu bütün dünya böyle bilsin. Halen kardeşliğine inandığımız
Türk halkı da lütfen böyle bilsin. Varlığımızı tanımayan hiç bir halka
varlığımıza armağan etmeyeceğiz!"
Zaten
öyle bir iyiliğiniz “genel anlamda” hiç olmadı. Bireysel veya aşiret olarak bu
sözü yerine getiren Kürtler olmuştur ve de olacaktır. Bu da gerçek manada bir
T.C. Devletinin varlığına bağlıdır. O da şu an yok!
Tehdidin Bini Bir para!
Baydemir,
hükümetin komşularla sıfır problem politikasını eleştirerek, "Nasıl
olur da sıfır problem olan komşu ülkelerimizle sıfır problem noktasından bugün
Suriye Kürdistan'ının topraklarını bir nevi tampon bölge adı altında işgal
politikasına gelmiş bulunuyoruz. Bu nasıl bir cinnet halidir. Eğer ki,
komşularımızın Kürtler olmasından haz etmiyorsak, Kürtler komşularımız
olduğunda yaşam bize çekilmez hale geliyorsa, peki bu ülkede yaşayan 20 milyon
Kürtle nasıl bir arada yaşayacaksınız? Bu ülkeyi yönetenlere çok açık ve net
söylüyorum; 20 milyonu yok sayarak artık dış ve iç siyaset yapmaktan
vazgeçmelidir. Kürt'ün sevinci devletin üzüntüsü olmamalıdır. Kürt'ün heyecanı
devletin kaygısı olmamalıdır. Eğer böyle olmaya devam ederse kaygımız ve
endişemiz o ki, bugünleri de hep beraber arayacağız"
Rahatça “İç Savaş” tehdidi yapma cesaretini, hamisi olduğu AB-D-AKP
koalisyonundan alıyor.
“Bizi Ya Kabul Edin Ya da Sizi Yok
Ederiz!” Mesajı.
Baydemir, "Barış
elimizi, dostluk elimizi, birlikte yaşam isteğimizi her zaman ifade
ettik" diyerek, şöyle devam etti:
"Bundan
sonra da beklentimiz, gerçekten Türk halkı, biz Kürt halkıyla, biz
Kürdistanlılarla birlikte yaşamak istiyor mu? Eğer Türkiye halkı, Türk halkı
biz Kürtlerle, Kürdistanlılarla birlikte yaşamak istiyorsa, o halde söz sırası
sizindir. Sizin hükümetin veya devletin bu politikasına karşı çıkmanız
gerekiyor. Hiç bir Kürt hükümetin Kamışlı'yı Afrin'in işgaline asla ve asla
rıza göstermeyecektir. Kendi namı hesabıma siyasi sorumluluktan bağımsız olarak
söylüyorum. Kürt halkının bir evladı olarak asla ve asla böyle bir şeye bizde
eyvallah demeyeceğiz. Şüphesiz ki, benim silahım yok. Ama bir elimiz var,
çıplak bir elimiz var ve bir yüreğimiz var. Elimizle, dilimizle ve yüreğimizle
bu politikaya karşı çıkacağız."
Van’daki Şehit Olayına Açıklama!
Baydemir, "Dün
Diyarbakır sıkıntılı bir gün yaşadı. Bugün yine sıkıntılı bir gün yaşadı. İki
insanın cenazesi bu kentten Türkiye'nin batı yakasına gitti, gidiyor. Bütün
bunların sona ermesi gerekiyor. Artık hiç bir sorunumuzu F-16'ların yağdırdığı
bombalarla, tankların, topların atmış olduğu bombalarla veya kurşunlarla çözme
şansı yoktur diye düşünüyorum. Tek yok müzakeredir. Müzakerenin kurulacağı
zeminde Kürt halkının haklı talebi olan idari ve siyasi statüdür. Kürt halkına
ve Kürdistan coğrafyasına idari ve siyasi statü verilmediği müddetçe adalet
tesis edilemeyecektir. Benim temennim Türk halkının, Türk devletinin şu anda yürütmüş
olduğu politikaya biz Kürtlerden daha fazla dur demesidir"
İyi
de, AKP Kürtleri kahraman yapmaktan başka iş yapmıyor. Siz kayıkçı kavgası ilan
edip sözde birbiriniz tokatlıyor gibi yaparken siyasi ortamı Kürdistan ilan
etmeye kadar getirdiniz!
Kürtlerin Özlem’i,13.Yy’da Kureyş’li Mervanilerin Kurduğu İddia edilen Bir
Devlettir!
Baydemir,
bundan sonra aşırı bir merkezi bir yapıyla ülkeyi yönetmenin ortadan kalktığını
ileri sürerek, "Ortadoğu'yu yönetmek ortadan kalkmıştır. Benim
yüreğimden geçen, bir insan olarak yüreğimden geçen, özerk Kürdistan'ın
başşehri Kamışlı'dır. Özerk Kürdistan'ın başşehri Diyarbakır'dır, özerk
Kürdistan'ın başşehri Hevler'dir, (Erbil) özerk Kürdistan'ın başşehri
Mahabad'dır. Benim yüreğimden geçen Mahabad'dır, ama onlar karar versinler
benim yüreğimden Mahabad geçiyor"
Avusturya
polisinin verdiği bilgilere göre; Bugün yerel saat ile 19.00'da bir grup bölücü
örgüt taraftarı Viyana'nın Birinci bölgesinde bulunan Türk Hava Yolları (THY)
bürosuna girerek Abdullah Öcalan posterlerini açıp, terör örgütü liderinin
serbest bırakılması yönünde slogan attılar.
Olay
yerine gelen Avusturya polisi eylemcilere biber gazı sıkarak müdahele etti.
İşgal eylemi sadece 15 dakika sürdü ve saat 19.15'te polis THY bürosunu tamamen
emniyete aldı. Olaylarda hiç kimsenin yaralanmadığı belirtildi. Eylemcilerden
gözaltına alınanlar oldu.
Ve Başbakan’ın Eski Yandaşları da
Karşısına Geçmek Zorunda Kalırlar!
Ahmet
Altan, Başbakan Erdoğan'ın kendisine
olan aşırı özgüveni yüzünden gülünç durumlara düştüğünü yazdı.
"Vesayetin
ölümcül şakası" başlıklı yazısında Ahmet Altan şöyle yazdı:
"İktidar
sahiplerinin kendilerine güveni akıl sınırlarını zorlayarak taştığında ise
sadece gülünçleşmiyorlar, bir de herkes için büyük bir tehlike oluşturuyorlar.
Başbakan
Erdoğan, "bira da içilen müzik festivalinden" önce
festivalin yapılacağı üniversitenin rektörünü aramış, "Orada içkili
lokantalar var" demiş,"o çocuklar oraya kafayı bulmaya mı yoksa
ilim öğrenmeye mi geliyorlar".
Bunu
da, "doğru söylediğinden" çok emin bir şekilde açıklamış.
Üniversiteyi,
ilmi, eğitimi çok iyi bildiğine inanıyor.
Sadece
üniversiteyi değil her şeyi "bildiğine" inanıyor son zamanlarda, bu
"inanç" onda her şeye müdahale edebileceği kanaati
uyandırıyor; bir başbakan düşünün ki işi gücü bırakmış üniversitelerdeki
"içkili lokantaların" peşinde koşuyor.
Epey
boş vakti var anlaşılan.
Her
kim bizim başbakana bu tuhaf fikirleri veriyorsa onu dünyaya rezil etmeye
uğraşıyor demektir.
Üniversite,
Başbakan Erdoğan'ın sandığı yer değildir, oraları mesleklerini öğrenen genç
insanların özgürce yaşadıkları, özgürce öğrendikleri, kendi hayatları hakkında
karar verme yeteneğine sahip oldukları "ilim yuvalarıdır".
Kimse
karışmaz üniversitede okuyan insanlara, oralarda
öğrencilere "müstakbel meslektaş" muamelesi yapılır, saygı
gösterilir.