Dünya dinleri içinde en yaygın iki din Hristiyanlık
ve İslamiyet’tir. Bu iki din de Roma imparatorluğu döneminde ve onun hakim
olduğu topraklarda çıkmıştır.
İkisi de Sabi,Yahudi ve İran Mitracılığı
temellidir.İki din de Sabi ve Yahudi peygamberlerini soy ağacı olarak alır.
İkisi de peygamberlerinin soylarını Adem oğlu Şit’e, Nuh’a, İbrahim’e
dayandırır.
|
İbrahim, vaat edilen Arzı
mevut uğruna biricik
oğlunu keserken.
Dünya malı hırsı işte.
|
Ancak Roma’nın eski dini İran Mitra (güneş) dininden
Greklerin kendilerine uyarladıkları Grek Mitra dininin Romalılarca kendilerine
uyarlanmış haliydi.
Roma topraklarını genişletip İran sınırlarına
dayatınca, İranlıların tanrının seçtiği kavim olduğu inancı gereği, onlara
açılacak savaşın da tanrıya açılacağı, böylece tanrıların lanetinin üzerlerine
geleceği korkusuyla Romalı askerler İranlılarla savaşmak istemiyorlardı. Hatta
imparatorlarını bile sadece bu yüzden öldürebiliyorlardı.
Ama İran da rahat durmuyor, Roma içinde dini
etkisini kullanarak sürekli kanlı isyanlar çıkartıyor, Roma’ya saldırıyor ve
Roma’ya kaptırdığı eski topraklarını geri almanın savaşını veriyordu.
Roma’nın tarih sahnesine çıkmasından önce İran, Ege
denizinin ötesindeki Grek ülkesine kadar sınırlarını genişletmişti.
M.Ö.540’larda, Büyük Krus zamanında Irak’taki Babil,
Suriye’de bulunan Asur medeniyetlerini yıkıp kendisine katmıştı. Bu arada
Babil’de esir bulunan, tapınakları yıkılmış, halkı sürülmüş, ileri gelenlerinin
Babil’de köle edildiği Yahudileri de serbest bırakıp, yurtlarını geri vermiş,
tapınaklarını inşa etmeleri için de gerektiği kadar para da vermişti.
Serbest kalan Yahudi rahipleri, akıllarında kaldığı
kadarıyla eski din kitaplarını tekrar kayda geçirmişler ama İran’a olan vefa
borçlarından dolayı kitapları Tevrat’ı İran Zervanilik dinine, soylarını
Sabilerin ataları Şit, Nuh, İbrahim’e dayandırmışlardı. Çünkü onlar da Araptı.
Bu sevinçlerini fazla yaşayamadan Romalılar batıdan
Akdeniz’i aşarak gelmişler, Yahudileri ve bölgedeki diğer kavimleri vergiye
bağlamışlardı.
Bundan doğan huzursuzluklarına İran’ın onları
Roma’ya karşı kışkırtmaları eklenmiş ve Yahudiler Roma’ya sürekli sorun
çıkarmaya başlamışlardı.
Bazen onlara katılan Sabileri de Yahudilerle
birlikte sürgün eden bazen de soykırım uygulayan Roma duruma hakim olsa da
bütün heybetine rağmen bir türlü İran’a karşı başarı elde edemiyordu.
Kendilerini Roma Mitracılığına inanan kavimler
arasında daha kolay kabul ettirebilmek için her milleti kucaklayan Hristiyanlık
dinini çıkartan Yahudiler bunu 300 yıl boyunca pahalıya ödediler.
Roma, sürgün, ağır vergiler ve toplu kıyımlarla
karşılık verdi. Bu da Yahudi ve Hristiyan Yahudiler ile onlara katılan diğer
kavimlerin isyanlarının artmasına neden oldu.
Roma da İran karşısında toprak kaybını arttırdı. Bu isyanlara bir de
kuzeyden Türk saldırıları eklenince iyice sıkışan Roma ordusunu İran’a karşı
savaştırabilmek için çareyi Yahudilerin çıkarttığı ve önceden yasakladığı
Hristiyanlığı kabul etmekte bulmuştu. Bu din, Roma’nın eski haline gelmesini
bir kaç yüz yıllığına sağladı.
Bu defa da Sabilerin çıkartıkları
Ortodoks Hristiyanlık mezheplerine bölünmesi yüzünden, Roma’nın sadece Grek
soylulara kabul ettirebildiği Grek İnciline dayalı Katolik mezhebini diğer
milletlere benimsetemedi ve isyanlar gene sürdü.
Arap yarımadasında eski Grek
putperestliği ile karışık inançları olan ve kendilerini Yahudiler ile İbrahim
oğlu İsmail soyundan sayan ve Araplar arasında saygınlığı olan kabile dikkatini
çekti. Ancak bunlar ne Yahudi ne de Hristiyanlığın herhangi bir mezhebini
beğeniyorlardı.
Onları tek bir din etrafında
birleştirerek, Irak, Mısır, Suriye coğrafyasındaki akrabalarıyla İran ve
Yahudilere karşı kullanmayı akıl etti.
Roma Vatikan kilisesi ile
imparator bu gelişmeyi doğrudan mali ve ideolojik olarak desteklediler.
Ancak İran korkusuyla bu projeden
çekinen Araplar, Roma’nın İran’ı mutlak bir yenilgiye uğratıncaya kadar
beklediler.
627’de bu zaferi yakalayan
Roma’nın yanında yer alan Hicaz Arapları, yeni dinlerini yayarken arkalarında
daima Bizans’ın koruyucu gücünü, Vatikan’in ideolojik ve mali desteklerini
buldular.
Böylece İslam 627-632 arasında beş
yılda tüm Arap yarımadasını tek devlet haline getirdi.
635’te de İran İslam topraklarına
katılmış ve ebediyyen sorun olmaktan çıkmıştı. Bunu Mısır’dan başlayan kuzey
Afrika işgalleri takip etti. Yahudiler ve Ortodoks Hrisityanlar İslam’a din
benzerlikleri yanında biraz da baskıyla kolayca girdiler.
Roma rahatlamıştı. Ama şimdi
karşısında dev bir İslam Arap canavarı duruyordu.
Kuzeyden gelen Türkler ile
ortakları Vizigotlar, astrogotlar çoktan batı Roma’yı yıkmıştı bile.
100 yıl gibi kısa sürede hak
etmedikleri başarı kazanan Emevi Arapları, şaşırmış, ele geçirdikleri
topraklardaki kavimlere soykırım uygulamış, bütün nefretleri de üzerlerine
çekmişti. Bu da onların gerilemesinin esas nedeni olmuştu.
100 yılda büyüyen İslam, 50 yıl
içinde birden çöküşe geçmiş, topraklarını Roma’ya geri kaptırmıştı.
İran’da da Türkler idareyi ele
almışlardı.
Kısa sürede kendine gelen Roma,
Müslümanlara karşı “haçlı seferlerini” başlatmış, 750’lerden itibaren
üstünlüğünü kabul ettirmişti. 850-950 yılları arasında Müslümanları İran Urumiye
gölüne kadar sürmüş, Anadolu’yu geri almıştı. Araplar da hanedan değiştirmiş,
Emevi ailesi tasfiye edilmiş yerine peygamberin amcasının oğlu Abbas’ın
soyundan gelen Abbasi ailesi 740’larda geçmişti.
Emevilerden daha insani olduğu
yazılan bu aile biraz dirense de Suriye- Irak-Mısır çizgisini zoraki
koruyabiliyordu.
Roma’nın baskısına, İran’dan gelen
Selçuklu Türkleri Arapların ellerinden toprakları almaları eklenmiş, Mısır’da
Devlet El Türkiye devleti kurulmuş, Abbasi hanedanı da Arap yarımadasına hapsolmuştu.
Arapların haydan gelip huya gitti
misali hak etmedikleri egemenlikleri de böylece sona yaklaşmıştı.
Müslüman olmuş İran Selçuklu
Türkleri 1071’de Anadolu kapısını açmış, 250 yıl içinde neredeyse bütün
Anadolu’yu istila etmişlerdi. Hatta Anadolu artık Türkiye diye anılıyordu.
Ortada İslam Arap adı okunmaz
olmuştu.
Ama olan bir diğer şey daha vardı.
Bu dine giren her millet, aynı Hristiyanlıkta olduğu gibi asimile olmuş, köken
bağlarını kaybetmiş ve sömürüye açık kalabalıklar haline gelmişti.
20.yüzyılda dünyaya egemen olan
batılı çağdaş Romalılar, sayısız tarikatlara böldükleri Müslümanları birbirine
düşürerek güç olmaktan çıkartarak, kendilerini emniyete alıp, şimdi bunun
meyvesini geviş getire getire yiyorlar.
Dini duyguları yoğun Müslüman dindarların
tepkisini çekecek bu önsözü doğrulayacak olayları, tarihi kanıtları neredeyse
tümünü İslam siyer ve hadis kaynaklarından derleyerek takdirinize sunuyorum.
Okuduğunuzda bakalım, İslam’ın
Roma imalatı bir din olduğunu kabul edebilecek misiniz?
Beğenmeseniz de gerçekler sizi
iknaya yeter, zira acıdırlar.
Hristiyanlık ve İslam öncesi
Arap mitolojisi;
Konumuz din olunca, “mitoloji” adı
verilen, Tevrat kökenli dinler öncesi dinleri anmadan olmaz. Çünkü, modern din
denilen Musevilik, İsevilik ve İslam’ın kökenleri bu mitlerdir.
Mitolojiyi dinler tarihinden
çıkartırsan, köksüz bitkiyi toprağa dikmiş gibi olursun. Yani o bitkinin yaşama
şansı olmadığı gibi, köksüz/mitsiz dinin de yaşama şansı yoktur. Müslüman
milletlerin de sıkıntısı bence budur.
Bakalım Arapların mitleri
nelermiş.
İsmail Soyunun Putperestliğe
Geçişi Efsanesi;
İbni İshak’ın eserinden İbni
Hişam’ın derleyip hazırladığı “Siret-ül Resulüllah” adlı kitaptan olduğu gibi
aktarıyorum;
Luhay
Oğlu Amr'in Hikayesi ve Arapların
Putlarının
Zikri
İbn-i İshak der ki: Hazm oğlu Amr oğlu Muhammed oğlu Ebu Bekr oğlu
Abdullah, babasından naklen bana şunları
anlattı : "Tanrı elçisi
Muhammedin şunları söylediği bana
anlatıldı : Luhay oğlu Amr'ı cehennemde bağırsaklarını sürüye sürüye gezerken gördüm; ona:
"Senin zamanından benim
zamanıma kadar geçen süre içinde yaşayan insanlar ne oldu" diye 'sordum. O
-"hepsi helâk oldu (burada helâk oldular demekle cehennemlik oldular demek
istiyor)".
İbn-i İshak der ki: El-Haris oğlu İbrahim oğlu Muhammed etTeymi Ebu
Salih es-Semmân'dan naklen Ebu Hureyre'nin
şöyle dediğini bana anlattı. BenTann elçisinin el-Cevn oğlu Eksem
el-Huzarye şöyle dediğini duydum :
"Ey Eksem! Ben Hindif oğlu Kamaa oğlu Luhay oğlu Amr'in cehennemde
bağırsaklarım sürüye sürüye dolaştığını gördüm. Onun kadar sana benzer bir
kimseyi, senin kadar da ona benzeyen bir kimseyi görmedim."
Bunun üzerine Eksem : Ey
Tanrı elçisi korkarım ki onun bana
benzeyişinin bana bir zararı okunmasın" dedi. Tanrı elçisi "Hayır dokunmaz. Sen müminsin o
ise kâfirdir. Ismail'in dinini ilk değiştiren odur. Gene o putları dikti. Bahira, Saibe, Vasile ve Hami
meselelerini" ortaya çıkardı.
İbn-i Hişam diyor ki: Bilgi sahibi
bazı kimseler bana şunları anlattılar: Luhay oğlu Amr bir gün
bazı işlerini görmek üzere Mekkeden
çıkıp Suriyeye uğramış. O zaman Amalikalıların oturduğu Belka ülkesindeki
Muab'a geldi. -Amalika Nuh oğlu Sam oğlu Laviz oğlu İmlâk'ın
soyundandırlar. imlâk'a İmlik'de denir- Orada Amalikanın putlara
taptıklarını görünce: "Taptığınızı gördüğüm bu putlar nedir ?"
diye sormuş. Onlar da : "Bunlar
bizim taptığımız putlardır. Onlardan yağmur yağmasını dileriz yağar. Bize
yardım etmelerini dileriz ederler" cevabını verdiler. Bunun üzerine Amr onlara -"Arap ülkesine
götürmek üzere orada araplann tapmaları
için bu putlardan birini bana
vermez misiniz ?"
demiş. Onlar da kendisine Hübel adında bir put vermişler. Amr bu
putu Mekke'ye götürüp dikmiş ve halka, ona tapmalarını ve ululamalarını
emretmiş."
|
Keçi başlı Hubel Putu |
İbn-i İshak der ki: Söylediklerine
göre
İsmail oğullarmın ilk taşlara
tapmaları şöyle olmuştur. Mekke
İsmail oğullarına dar gelip diğer ülkelerde bir yurt aramak için
Mekke'den
ayrılan herkes kutlu tapınağa (Kâbe'ye) saygı
sebebiyle oradaki taşlardan bir tanesini yanına alıp
götürürdü. Mekkeden ayrılanlar
indikleri veya gittikleri yerde bu taşıbir yere koyar ve kutlu tapınağın
(Kâbe'nin) etrafı nda dolaştıklan gibi bu taşın etrafında da dolaşırlardı.
Bu suretle yavaş yavaş hoşlarına giden veya beğendikleri başka
taşlara tapma adeti ortaya çıktı. Bundan sonra nesiller birbirini takip etti,
eski dinlerini unuttular. İbrahim'in
Ismail'in dinini başka bir dinle değiştirdiler, putlara taptılar ve daha önceki
milletlerin kabul ettikleri sapıklıkları
benimsediler.
Bununla beraber aralarında ta
İbrahim'in zamanından beri devam edegelen bazı
kalıntılar vardı ki, bunlar
İbrahim'in dininden olmayan bazı
şeyleri bu dinle karıştırmakla beraber kutlu tapınağa saygı göstermek,
onun etrafında dolaşmak ona hac ve umre amacıyle gitmek Arafe ve Muzdelife
dağlarında durmak, kurbanlık develer götürmek, Hac ve Umre
zamanlarında telbiye etmek gibi
İbrahim'in dininden olan gelenekleri yerine getirmeye devam ettiler.
Mesela Kinâne ile Kureyş kabileleri telbiye sırasında: (Lebbeyke'l-Lahumme
lebbeyk, lebbeyke la şerikelek, illa
şerikün huva lek, temlukihu vama melek,: Sana geldik ey Tanrımız Sana geldik;
Sana geldik ki senin bir ortağın yoktur; ancak Senin hükmünde olan bir ortağın
vardır; Sen ona hükmedersin o ise Sana hükmedemez.) derler.
Bu suretle bu iki kabile Telbiye
de Tanrının birliğini tanır sonra putlarını ona ortak koşar fakat bu putları
Tanrının hükmü altında sayarlardı.
|
Kâbe'nin en eski halinin bu olduğu düşünülmüş |
Kutlu ve Yüce Tanrı, elçisi
Muhammed'e Kur'an'da şöyle der: (Onların çoğu ancak ortak koşarak Allah'a
inanırlar : Kur'an XII, 106) Yani bunlar Hak oldu ğumu tanımak için ancak
yaratıklarımdan birini bana ortak koşarak birliğimi tanırlar.
Nuh kavminin de taptıklan bir
takım putları vardır. Bu putların
hikayesini Kutlu ve Yüce Tanrı, elçisine Kur'an'da şöyle anlatıyor:
(Dediler
ki Tanrılarınızdan vaz geçmeyin. Vedd, Suya',Yağus,Ya'uk ile Nesr putlarını da bırakmayın dediler. Ve böyle diyenler
nice kimseleri doğru yoldan saptırmışlardır. (Kur'an Nuh Suresi 71:23*)
(*)
Elmalı’lı Hamdi Yazır, bu
sure ve ayetin tefsirinde, Nuh peygamberin “kendi kavmine” geldiğini kaynak
gösterek vermiştir. Bu kavim de bilindiği gibi Sebe/Arami/Harami
kavmidir.İbrahim de onlara geldiğinden, Yahudiler, sadece soylarını ondan
almış, oğlu İshak’ın ikiz oğlundan, Yakup’u (Topuk tutan, hileci) İran Zervanilik
dininin şeytanı Arman/Erman’a benzeterek soylarını ona bağlamışlardır. Bu olay,
Yahudilerin İran şahı Büyük Krus tarafından Babil’deki kölelikten kurtarılıp,
ülkelerinin bağışlandığı, tapınaklarını yapma, dinlerini yaşama haklarının
verilmesinden sonra Tevrat’ın ikinci kez rahipleri Katip Ezra (Üzeyir)
tarafından iran’ın, idaresine giren köle kavimlere dayattığı şeytan ibadeti
dini Zervanilik’e göre yazılmıştır.
Tanrı Zervan’ın iki öğlu olur, biri şüphe üzerine olan, hileci şeytan
Arman/Erman, diğeri de parlak, temiz, ahlaklı ama saf Hürmüz’dür.
|
İran tanrısı Zervan |
Tevrat’ın
İshak peygamberinin ikizleri Esav (kıllı) dürüst, ahlaklı ama saf, Yakup ise
cinfikir, yalancı, hilecidir. İki dinin karakterleri çok benzemektedir. Bu
minnet borcuyla daima İran yandaşı olan ve İran lehine anarşi çıkardığı için
Roma tarafından sürülüp kıyıma uğratılmasının nedeni bu İran köken bağlarıdır.
Muhammet de Yahudileri taklit etmiş, soyunu, Sara anayı aşağıladıkları için
anası Hacer ile Mekke çölüne sürülen İbrahim oğlu, lanetli İsmail’e
dayandırırken, Yahudi peygamberlerini de soyuna ekleyerek Yahya peygamber ile
akraba yapmıştır. (Ali İmran suresinde geçen İmran ailesi) İbrahim ile Yahya
arasındaki, ve Yahya sonrasındaki İsa dahil bütün peygamberleri ret eden,
Yahudilerden 1500 yıl kadar önce Mısır’dan sürülmüş cüzamlı, Sina yarımadası
ile Ürdün vadisindeki atıl zeytin ağaçlarını işleyerek elde ettikleri yağla
şifa bulan ve “okunmuş zeytin yağıyla vaftiz olma geleneğini” icat eden
(Aramice’de Ahmet adının karşılığıdır) Sabilerin kitaplarında geçtiğine göre
Yahudiler, Hristiyanlar, Müslümanlar şeytana tapınan kavimdir. (Kynk-Draşa d
Yahya/The Book of John=Yahya’nın Kitabı)
Bu bilgiler ışığında Tevrat (
Mısır sürgünü cüzamlı Yahudilere), İncil (Asya-Afrika kıtalarından denizaşırı
sürülmüş Grek/Rumlara) ve Kur’an’ın da hepsinin melezleri Hicaz Araplarına
kimlik kazandırmak için üretilmiş siyasi dinler oldukları ortaya çıkmaktadır.
Kaldığımız yerden İbni İshak’a
tekrar dönelim bakalım neler anlatacak;
İsmail soyundan ve başka
soylardan olan ve İsmail dinini bırakıp bu putlara taparak bu putların
adlarıyla anılan Arap kabileleri şunlardır:
1-Mudar oğlu İlyas oğlu Mudrike
oğlu Huzeyl kabilesi. Bunlar Ruhat bölgesinde Suya' adlı putu benimseyip taptılar.
2-Kudaa'nın bir kolu olan Vebre
oğlu Kelb kabilesi, bunlar da Dilmat ül-Cendel de Vedd putunu benimseyip
taptılar.”
3-İbn-i İshak der ki: Tayy
kabilesinin bir kolu olan En'um boyu ile Mezhic kabilesine mensup Cureş halkı
Cureş de Yağus putunu
beııimseyip taptılar.
4-İbn-i İshak der ki: Hemdan
kabilesinin bir kolu olan Hayvan boyu Yemende Hemdân bölgesinde Ya'uk
putunu benimseyip taptılar.
5-İbn-i İshak der ki: Himyer
kabilesinden Zulkula' boyu Himyer
bölgesinde Nesr putunu benimseyip taptılar.
6-Havlan boyunun Havlan bölgesinde
Umyanis adında bir putları vardı.
Nuh Kavmi Sonrası Arapların
Edindikleri Putlar;
İbn-i İshak der ki: Her aile kendi
evinde bir put edinip ona taptılar. Bir adam yola çıkmak istediği zaman
hayvanına binmeden ona el yüz sürerdi. Bu iş yola çıkmadan önce en son yapacağı iş
olurdu. Yoldan döndüğü zaman da gene puta el yüz sürerdi. Bu iş döndükten sonra ailesini görmeden adamın
yaptığı ilk iş olurdu.
Tanrı Muhammed’i, Tanrı birliği kavramı ile Peygamber olarak gönderdiği zaman Kureyşliler : "Nasıl
olur! Bütün Tanrıları tek Tanrı yapıyor. Bu ne acayip şey. Olur mu
hiç?" diyorlardı.
Araplar
Kâbe ile birlikte başka tapınaklar da edindiler. Kâbeye yaptıkları gibi bunlara da saygı gösterirlerdi. Bu tapınaklann
kapıcıları ve bakıcıları da vardır. Araplar tıpkı Kâbeye yaptıkları gibi bu tapınaklara da kurbanlıklar götürür, etraflarında dolaşır
(tavaf eder) ve onlara da kurbanlar keserlerdi. Bununla beraber Araplar Kâbenin
bu tapınaklara üstün olduğunu kabul ederlerdi; çünkü Kâbenin, Tanrının
sevgilisi İbrahim'in kutlu evi ve tapınağı
olduğunu bilirlerdi.””
Sabilerin Tanrıları;
1-Gök Ana/Pira (Rahim, am/vajina)-
Bütün evreni doğuran ilk varlıktır. Her şey onun rahminde olmuştur. Gök
cisimleriyle birlikte bvaşka Gök Analar da doğurmuş, o Gök Analar da benzer şekilde
doğrurarak sınırsız gök yüzü yaratılmıştır. Ancak Ulu Mana tarafından mana
aleminde yaratılmıştır.
|
Sabilik bağları olan Keltlerin Gök Ana'sı |
2-Ulu Mana- Mana Rabba,
yaratılacak bütün canlıların ruhlarının bulunduğu alemin tanrısıdır. Tüm Sabi
tanrıları ilk önce burada yaratılmışlar ve sonra vücut bulmuşlardır.
3-Işık Kralı- Melki d Nura, yarı
maddedir, fiziki evrenin yaratıcısıdır. Belirli bir şekli yoktur. Fiziksel
bedenleri olan tanrıları, melekleri yaratan odur. Tanrıların en ulusudur.
4-Yura- Işığı yaratan ilkel zayıf
ışık, ışımadır. Evrende ilkel suları, onda yaşayan ilk tanrıları oluşturan
ışımadır. Işıma, ışığı, ışık da göklerdeki ilk yaşam veren suları yarattı.
5-Hayya- (Hayat, yaşam veren).
Nukrayya, Yura’dan oldu, ancak herşeyden önce de vardı. İlk ışıma ondan geldi,
ışımadan ışık, ışıktan Utralar yani gök halkı oldu. İkinci yaşamı başlatan
Yuşamin’i başlarında iki koruyucusu olan 160 gök nehrini, 360 ışıktan dünyayı
yarattı.
6-Hayya Tinyaniyye/Yuşamin- İlk
yaratılışının isteğiyle sınırsız sayıda göklerde oturan varlıklar ustralar
yaratılmıştır. Işık dünyasının altında yer alan yarı fiziki dünyanın meydana
getirilmesinde çok etkilidir. Bütün fiziksel yaradılışlar Hay’ın isteğiyle
gerçekleşmiştir.
Daha sonra Hay’a karşı gelerek
yaratıklarıyla isyan başlatır, büyük İncil savaşlarını gerçekleştirir. İlk
düşmüş ve bağışlanmış şeytandır. Alt görevde çalıştırılmak için kendisine
komplo yapıldığını öne sürse de kaderinden kurtulamaz. Daha sonra aynı kaderle onu takip eden oğlu
Abatur, torunu Ptahil gibi tanrılar gelir.
|
Sabiler Abatur/Cebrail'in sembolü
olan heykeli kilometre taşı olarak
yol boylarına koyarlardı.
Greklerin onlardan aldığı Hermes
|
7-Abatur- Yuşamin’in oğludur.
Kıyamette ve sonrasında yer altı
dünyasına ceza çekmek için gönderilen insanların günahlarını tartıcısı ve
arındıktan sonra Işık Krallığına kabulünde yargıçlık görevi verilir. Yazıcı,
katip tanrıdır. Sembolü erkeklik organıdır.
8-Ptahil- Abatur’un oğludur.
Dünyanın ve onun bulunduğu evreni yaratır ve ilk Adem Adem Kasya’nın
yaratılmasında görev alır. Ancak insanlara ruh üfleyemez. Biraz kabiliyeti kısıtlı tanrıdır. Tanrının
emirlerini insanlara ileten haberci melek Cebrail budur.
9- Er Ruha- Gökten düşüş, huzurdan
recm edilerek kovulmuş dişi şeytandır. Göklere dönüşüne izin verilmemiştir.
Ademe ruh üflenmesinde etkilidir. Işık krallığına en büyük savaşı o açmıştır ve
Manda di Hayya tarafından yenilgiye uğratılmıştır.
10-Ur- Er Ruha’nın oğlu ve
kocasıdır. Günahların çekildiği yer altı dünyasının kralıdır. Kıyamette
yeryüzünü yutacak olan büyük yılandır. Cezalarını çeken insanların ruhları
onun ağzına kadar gelirler ve Abatur,
onun ağzından ruhları alarak çile okyanusuna atar, orada arınmayı tamamlayan
ruhlar Abatur’un terazisiyle tartılarak Işık Krallığına girmelerine izin
verilir. Tevra’ta Leviathan yılanı olarak bilinir.
11-Manda d Hayya- Şeytan Er Ruha
ve oğlunun yaratıklarıyla ve Adem soyunu içki- fuhuş ile aldatıp Işık
krallığını ele geçirmek için açtığı savaşı kazanmaya tanrıların umudu yoktur.
Onlar da Manda d Hayya’yı yaratırlar. O, aslında ilk yaratılıştan itibaren
vardır, Bütün tanrılarla pazarlık eder, tüm güçlerini kendinde toplar.
Şeytan’ın tüm gök cisimlerindeki ordularına, onun askerleri sayısında çoğlarak
savaşır ve kazanır. Böylece tüm tanrıların başı olur. Sümer’in Marduk’undan
türetildiğine inanılır. İlk ve sondur.Allah olarak da anılır.
Sabi tarnıları, şeytanları,
lillitleri, sfenksleri saymakla bitmez. Bilinmesi gereken başlıcaları
bunlardır. Irak, Suriye, Yemen, Mısır, Habeşistan, Anadolu, Yunanistan, İran
coğrafyasındaki bütün tanrıların benzerleri mevcuttur. (Kynk- Ginza d Rabba
Sabilerin din kitabı.)
|
Kıyamette Ur/Leviathan'ın öldürülme sahnesi |
Sabiler
de kökenlerini Adem oğlu Şit’e, Nuh’a bağlarlar. İbrahim peygamber, Irak
Sabilerine geldiğinden onların peygamberidir. Yahudi peygamberlerinin İshak’tan
başlayarak hiç birisini kabul etmezler. İsa’yı da şeytan olarak tanrılar.
Sadece onu vaftiz eden Yahya’yı peygamber sayarlar. Bu arada Muhammet de onlarda şeytandır, Mars’ın kılıcı zalim kan
dökücü Arap Ahmet’tir. Bu yüzden Sabileri bilmek gerekmektedir.
Şimdi İbni İshak’a geri dönelim;
İbni İshak’ın tespit ettiği
Arap putları;
1-İbn-i İshak der ki: Mudar oğlu
İlyas oğlu Müdrike oğlu Huzeyme oğlu Kinane oğlu Milkan boyunun Sa'd
adında bir putları vardı. Bu put uzun
bir kaya olup bu boyun topraklarında bulunurdu.
2-Devs kabilesinden Humeme oğlu
Amr ed-Devsr’ye aid bir put vardı.
3-İbn-i İshak der ki: Kureyş kabilesi Kâbenin içinde bulunan bir kuyunun
yanı başına dikilmiş bir putu benimseyip taparlardı. Bu putun
adı Hubel idi.
4-İbn-i İshak der ki: Kureyş kabilesi zemzem kuyusunun yanında bulunan İsaf
ve Naile adlarındaki iki puta taparlar ve bunların önünde kurbanlar
keserlerdi. (Tapınak Fahişe Dini)
İsaf, Bağy oğlu İsaf adında bir
adam, Naile'de Dik kızı. Naile adında bir kadın olup Kâbe içinde cinsi
münasebette bulunduklarından dolayı Tanrı onları taş etmiştir.
İbn-i İshak der ki: Ebu Talip
söz arasında İsaf ile Naile putlarını
anarak şu beyiti söylemiş :
"Sellerin biriktiği ve daha iyi şiir söylüyenlerin konduğu yer olan İsaf
ve Naile putlarının bulunduğu yere de (And içerim ki)."
5-Kureyş ile Kinane kabilelerinin
Nahle bölgesinde
el-Uzza
adında bir tapınakları vardı. Bu
tapınağın bakıcıları ve kapıcılan Haşim
oğullarının bağlaşıkları (müttefikleri)
olan ve Süleym'in Şeyban boyundan idiler.
|
El lat, El Uzza ve Menat |
İbn-i İshak der ki : Bir arap
şairi söz arasında el-Uzza tapınağını
anarak şu beyitleri söylemiştir: "Esma, Ganm boyundan bir adamın
hediye ettiği hayvanlardan bir ineğin başı
ile evlendirildi. Bu adam
ineğini Uzza önünde kurbanların kesildiği gab gab adli yere
götürürken gözünü özürlü bulduğu için etinden bol bol dağıtmış." Nitekim
arap- lar bir kurbanlık kurban ettikleri zaman bunu orada bulunanlara da
dağıtırlardı.
6-İbn-i İshak der ki: el-Lât
tapınağı ise Taif'de Sakif
kabilesine aid idi. Bu tapınağın bakıcıları ve kapıcıları Sakif
kabilesinden Muattib boyu idi.
7-İbn-i İshak der ki: Menat
tapınağı Evs ve Hazrec kabileleri ile
Yesrib (Medine) halkından bunlann dinine bağlı
olan kimselerin tapınağı idi. Bu
tapınak deniz kıyısında el-Müşellel dağına yakın bulunan Kudeyf de idi. İbn-i
Hişam diyor ki: Tanrı elçisi, Harb oğlu
Ebu Süfyan'ı Menat tapınağına gönderip
yıktırdı. Başka bir rivayete göre gönderilen Ebu Talib oğlu Ali idi.
8-İbn-i İshak der ki :
Zulhalasa tapınağı Devs, Has'am
ve Becile kabileleri ile bunların yurdu olan Tebala bölgesinde yaşayan
arapların tapınağı idi. İbn-i Hişam
diyor ki: Zulhalasa yerine Zulhulusa da denir. Araplardan bir adam
Zulhalasa'ya hitaben şu mısraları
söylemiş : "Ey Zulhalasa öc
sahibi sen olsaydın ve benim gıbi senin de baban öldürülmüş olsaydı
düşmanları öldürmekden beni men
etmez
9-İbn-i İshak der ki : Fels
tapınağı, Tayy kabilesiyle Selma ve Eca dağlarında oturan ve bu kabileye
bağlı olan kimselerin taptıkları tapınak idi.
İbn-i Hişam diyor ki: "Bilgi
sahibi bazı kimseler bana Tanrı elçisinin , Ebu Talib oğlu Ali'yi yollayıp
bu tapınağı yıktırdığını söylediler." Ali tapınağın içinde
birine er-Resub, öbürüne el-Mihzen denilen iki kılıç buldu. Bu kılıçlar'
Tanrı elçisine getirdi. O da
bunları kendidisine armağan etti. Bu
iki kılıç Ali'nin kullandığı
kılıçlardır. İbn-i İshak der ki: Himyer kabilesi ile
10-Yemen halkının, San'a'da
bulunan Riam adlı bir
tapınakları vardı.
11-İbn-i İshak der ki : Ruda'
tapınağı Temim oğlu Zeyd-i Menat oğlu
Sa'd oğlu Kal, oğlu Rebia kabilesine aid bir tapınak idı. Sa'd oğlu Kal) oğlu
Rebia oğlu şair el-Mustavgir islâmiyette bu tapınağı yıktığı zaman şu beyiti
söylemiş : "Ben Ruda'
tapinağına öyle saldırdım ki onu
simsiyah bir vadide bomboş bir hale
getirdim." İbn-i Hişam diyor ki: Şairin "onu simsiyah bir vadide
bomboş bir hale getirdim" sözü
Sa'd boyundan olan bir adamdan alınmıştır.
12-İbn-i İshak der ki : Zulkaabat
tapınağı Sendat mevkiinde bulunan ve
Vail oğulları Bekr ve Tağlib kabileleri
ile İyad kabilesinin tapınağı idi.
Salebe oğlu Kays boyundan Şair A'şa söz arasında Zulkaabat tapınağını anarak şu beyiti söylemiş : "el-Havarnak, es-Sedir ve Barik ile
Sendad da bulunan Zulkaabat tapınağı
arasında."
13-Ruza putu; Araplar “Abd”
ile başlayan adlar kullanırlardı. Bunun putlarla ilgili olup olmadıklarını
bilmiyorum. Örneğin, “Abdu Yalil”, “Abdu Ganem”, Abdu Kulal”, “Abdu Ruza”.
Bazı raviler Ruza’nın, Banu
Rabia b. Ka’b b. Sa’d b. Zeyd Menat’ın tapınağı olduğunu söylerler, el
Mustavgir onu yıkmıştır.
14-Menaf Putu- Dedi ki onların Menaf’ı da vardı. Ona nispeten
Kureyşliler “Abd Menaf” diye adlar koyarlardı. Fakat ben onun
nerede bulunduğunu ve onu dikenin kim olduğunu bilmiyorum. Hayızlı
(aybaşılı) kadınlar putlarına yaklaşamaz ve onlara dokunamazlardı, ancak
belirli bir uzaklıkta dururlardı.
15- Zu’l Kaffeyn Putu; Davs’in yani Munhib b.Devs
oğullarının Zu’l-Kaffeyn denilen bir putları vardı.
16- Züşşara Putu; Ezd (Yezit) soyundan el Hariş b. Yaşkur
b. Mübaşşir oğullarının Züşşara adlı bir putları vardı.
17- El Ukeysir Putu; Kuzza’nın, Lehm’in, Cüzzam’ın, Âmila
ve Gatafan’ın Suriye boylarında “El Ukeysir adlı bir putları vardı.
18- Nuhm (Nuh, Nuha) Putu;Muzeyna kabilesinin Nuhm adlı bir
putları vardı.Ona nispeten “Abd Nuhm” diye adlar koyarlardı. Nuhm’!un bekçisi
Hüzai b. Abd Nuhm adında biriyidi. Müzeyna’dan “Edda” oğullarındandı.
19- A’im Putu;Ezd Serat’ın da “â’im denilen bir putları
vardı. Zeyd el Hayr yani, Zeyd el Hayl at Tai de ondan
bahseder.
20- Su’ayr Putu;Enaza’nın da Su’ayr adlı
putları vardı.Kelb kabilesinden Cafer b. Ebu Halas devesiyle çıkmıştı.
Enazaların kurban kesip, kanla yıkadıkları sırada kanlı putu gören hayvan ondan
ürkmüştü.
21- Umyanis Putu-Hevlanlıların Umyanis adlı bir putları
vardı, Hevlan ülkesinde bulunuyordu. İddia ettiklerine göre hayvanlarından ve
mahsullerinden bir kısmını rızalarına ermek için Allah arasında eşit
bölüştürürlerdi.
22- El Ye’bub=Bu Tayy kabilesinden Cadila’nın putudur. Onların bir putu
vardı, Esad oğulları bu putu onlardan almışlardı. Onlar da bunun yerine El
Ye’bub’u edinmişlerdi.
23- Baçar= İbn Dureyd dedi ki; Bu cahiliye çağında Ezd kabilesinin ve
Tayy kabilesi ile onlara komşu olanların putuydu. Ona taparlardı. Bacar olarak
geçtiği gibi “Bacir” olarak ta geçmektedir.
Kynk; Siret ül Resulullah İbni
Hişam El Kalbi’nin eserinin, Hz. Muhammet’in Hayatı A.Ü.İlhyt. Fak yay. 1971
S.66 İbni Hişam El Kalbi-İbni İshak’tan
Derlemesi- Kitab el Asnam (Putlar Kitabı. Çeviri İngilizce metninden bana ait.)
İSLAM ÖNCESİ HRİSTİYANLIĞIN
ÇIKMASI VE ARAP YARIMADASINDAKİ GELİŞMESİ.
Arapların, Mısır, Habeş, Grek,
Hint, İran kavimleriyle hem ticari hem dini hem de soy olarak akrabalıkları
vardır. Hint kökenleri pek kurcalanmadığından, ben de Arap yarımadası ve
Ortadoğu coğrafyasında sayılan bütün kavimlerin dinlerinin Sümer-Hint-İran
kökenli olduklarını söylemekle cümleyi kapatayım.
İsa peygamberin (M.Ö.3-30) yılları
arasında geçtiği iddia edilen “33” yıllık yaşamının ardından ilk Yahudi
Hristiyanlar, İran etkisiyle hareket eden Yahudilere bir de bunların
eklenmesinden endişe ederler ve iki dinin mensuplarını da Kuzey Afrika,
Anadolu, Avrupa, Arap yarımadasının içleri ile İran’a kadar sürerler.
Hristiyanlık, tebliğe dayalı bir
misyonerlik dini olduğundan, sürülen bu insanlar gittikleri yerlerde
kendilerine inanan küçük topluluklar oluştururlar.
Sayıları arttıkça bu topluluklar,
gerek Roma gerek İran topraklarında veya nüfuz bölgelerinde soykırım ve
sürgünlerle dağıtılırlar, sayıları azaltılır.
Roma’nın Mitracılık dininin temeli
Grek Mitracılık (Güneş) dini, onun da temeli İran Mitracılığı veya
Türkçemizdeki adıyla “Mihriliği”dir.
|
Mitra Mihr (Güneş) Ölmeden önce son yemeğinde. İsa'nın Son Yemek resmi Mitra'dan çalıntıdır. İnsan ve hayvan kurbanını kaldırandır. |
Her ne kadar özellikleri Grek ve
Roma din adamlarınca değiştirilerek millileştirildiyse de bu dinin özünde “İran/Pers”
milletinin “tanrının seçtiği kavim” olmak gibi bir üstünlüğü vardı. Bu
konu bütün Hristiyan tarih araştırmacılarınca ret edilmeyen, Grek İncil’inde
İsa’yı görmeye gelen “Üç İranlı Kahin/rahip” olayı ile de
delillendirilmektedir.
Bu nedenle, bu iki medeniyet, İran
ile ne zaman savaşa kalkışsalar, “İranlılara karşı savaşın tanrılara karşı
savaş” olacağı inancı yüzünden Roam askerlerinin kendi imparatorlarına
ihanetiyle sonuçlanıyordu.
Sonunda kurnaz Roma din adamları
yasakladıkları, 300 yıl ızdırap çektirdikleri Hristiyan din adamlarını devletin
dininin başına getirmeyi, Hristiyanlığı devletin resmi dini ilan etmeyi akıl
ederek dinde “İran bağımlılığına son vermeyi” hesapladılar. Romalılar
için yeni din yapmak, eski Grek Mitra dinini Roma dini olarak yeniden
yorumladıklarından yeni bir şey değildi.
Böylece Roma imparatoru Büyük
Konstantin zamanında Hristiyanlık Roma’nın devlet dini haline geldi ama, bütün
azınlıkların dinlerini değiştirmesi hemen sağlanamadığından Roma imparatorları,
bütün dinlerin en büyük tanrısı olma sıfatlarını I.Jüstinyen zamanına kadar
taşıdılar. M.S.550’lerde, Hrisityanlık Romanın tek dini ilan edildi.
Ancak bir sorun vardı, bu dinin
kitabı sayılan İncil tek değildi ve 350-400 kadar İncil vardı.
Roma her ne kadar Yahudi
Tevrat’ını teme alıp, Matta, Luka, Markos ve Yuhanna adlı havarilerin yazdığı
“4” İncil’i buna eklediyse de diğer Hristiyanlar bu İncilleri kabul etmediler.
Farklı Hristiyanlık mezhepleri,
Roma’nın bu dini resmi olarak kabul etmesinden çok önce ortaya çıkmış ve
kitlelerini oluşturmuştu.
İşte, aynı Müslümanlar gibi günde
beş vakit namaz kılan, kurban kesen, 30 gün oruç ve daha fazlasını tutan,
Kâbe’de hac eden, kurban kesen Hristiyanlar da vardı.
Bunlar Süryaniler ve Nasturilerdi.
İslam ibadetleri de bu dinlere daha çok benzemektedir hatta bunları Müslümandan
ayrımak ta çok zordur. İbrahim’in bıraktığı “Hanif Din’in temsilcileri
olduklarını söylerler.
İslam’ın temeli sayılan bu iki
Hristiyan mezhebinden Nasturiliğin kurucusu işte bu kuzey Afrika’ya sürülmüş
Yahudi ve Hristiyanlardan çıkar.
Onun adı Aziz Agustin’dir ve İslam
tasavvufu ile bu adamın felsefesi çok benzemektedir.
Aziz
Agustin (M.S. 354-430)
Hristiyanlığın Roma imparatorluğunca kabulü olan M.S.325’ten 29
yıl sonra doğması, henüz Roma coğrafyasının geneline yerleşmemiş, Katolikliğin
benimsenmemiş, Yahudi Hristiyanların coğrafyasında doğduğunu göstermektedir.
Aziz Augustinius (Augustinos)
adlarıyla bilinen filozof ve tanrı bilimcidir.
Devleti, yeryüzünde tanrının
temsilcisi (İslam’ın devletli din olması mantığı) olarak tanımlar. Ömründe
iki kitap yazmıştır.
Birincisi Civitas Dei (Tanrı
Devleti) ötekisi de Confessiones (İtiraflar) tir. Epistolae (Mektuplar) adlı
bir eseri olduğu da bilinir.
Roma kilisesine karşı kendi
kilisesini kurduğu bu yüzden Roma’nın çöküşüne zemin hazırlayana Kuzey Afrika
Hristiyanlarının ve Yahudilerin isyanlarında düşüncelerinin etkili olduğu,
gerçek Hristiyanlığın savunucusu olduğu Vatikan’dan emekli kardinal Alberto
Riviera tarafından iddia edilir.
Kuzey batı Afrika’da Roma’ya bağlı
Tahagaste adlı kasabada doğdu. Putperest ebeveyne sahip olan Agustin’in babası
Patricius, annesi Monika’dır.
17 yaşında Kartaca’ya gider,
Latince öğrenir ve dini eğitimi alır. Hitabet sanatında kendisini ustalaştırır.
Grek İncil’ini akıl dışı masallar kitabı olarak yorumlar. Sabilikten türetme
Mani dinini benimser. İran Zerdüştlüğünden de karışımları barındıran şeytana
ibadete, dayanan, kötülüğün (karanlığın) iyiliğe (aydınlığa) galibiyetini kabul
eden bu dinin temeli, karanlığın aydınlığı boğması olarak da yorumlanır.
Sabi, Yahudi, Zervani, Mani gibi
şeytana ibadeti esas alan dinlerin hakim olduğu bütün Roma, İran, Arap
coğrafyasına uygun bir mantığa dayanan Agustin felsefesinin gerçek Hristiyanlık
olduğunu savunanlar da vardır. 384’te Milano’da hitabet dersi öğretmenliğine
atanır. Yeni Platonculardan ve aziz Pavlus’un mektuplarından etkilenir ve
386’da Hristiyan olmaya karar verir. Aynı yıl Akademisyenlere Karşı, Mutlu
Yaşam ve Düzen adlarıyla üç kitap yazar. 387’de 33 yaşında Afrika’ya döner.
395’te piskopos olur ve Hippo Regius’un yerine geçer. Roma’ya karşı direnen
Donatusçu çiftçilere karşı Roma’nın yanında yer alır ve bu mezhebin çökmesinde
etkili olur.
410’da Gotlar’ın ROMA’yı işgal
etmeleri üzerine “Tanrı Devleti” adlı kitabını yazar. İnsanın doğuştan
günahkarlığını savunan Pelagius’a karşı “İlahi Bağışlayıcılık” ilkesini
savunur, 418’de bazı rakiplerini afaroz ettirmeyi başarır. 429-430 yıllarında
Vandallar Kuzey Afrika’yı işgal edince korkuya kapılır ve inzivaya çekilir. Bu
haldeyken 28 Ağustos 430’da ölür.
Biraz da yerli
akademisyenlerimizden Ahmet Cevizci hocanın Aziz Agustin hakkındaki
tespitlerine yer verelim;
“”Afrika Kilisesine, damgasını vurmuş biridir; ayrıca Batı Hıristiyan
düşüncesini yüzyıllar boyunca da etkilemeye devam etmiştir, Augustinus öte
yandan çağdaş bir insandır.
Augustinus yaşamını ve Tanrı ile olan
ilişkisini dile getirdiği "İtiraflar" adlı kitabını 43 yaşındayken
yazmaya başladı. Hayatının dönüm noktasına gelmişti; daha önce öngörmediği yeni
bir yaşam tarzına, önce papazlığa sonra da episkoposluğa uyum sağlamaya
çalıştı. Augustinus geçmişini düşünmeye, şimdiki durumunu anlamaya çalıştı.
Geçmişteki genç adamla şimdiki episkopos arasında bir diyalog kurdu. Burada
Augustinus'un yaşamındaki çok önemli bir görünümüne değinmiş oluyoruz.
Augustinus için geçmiş değildir, geçmiş şimdiki zamanla bir olup onu
geleceğe götürmektedir. Augustinus kendi yaşamıyla Kutsal Kitapları
karşılaştırıyor; episkopos olarak Kutsal Kitapların en büyük yorumculardan
biri olacaktır.
Felsefesi;
Augustinus yaşamını İtiraflar adlı ünlü kitabında, Tanrıyla konuşma ve
günah çıkarma formlarında anlatmıştır. En çok önem verdiği konu, insanın
kendini araştırmasıdır. Hakikatin insanın içinde olduğunu savunur. Hakikat ise,
bizzat Tanrının kendisidir. Yani Tanrı insandadır. Öte yandan insanın kendisi
de tanrıdadır. Bunu anlamaya çalışmak felsefedir. Felsefe insanın kendisiyle
uğraşmasıdır.
‘Anlayabilmek için, inanıyorum’ anlayışıyla felsefeyi dine tabi
kılmış olan Augustinus, Hıristiyan dininin temel öğretilerini
temellendirebilmek için, Yeni Platoncu felsefeden ve Platoncu kavramlardan
yararlanmıştır. İnancı temel alan Augustinus’a göre, aklın görevi, Tanrısal
vahiy temeli üzerinde, inanç yoluyla bilinen şeylerin açıklanması ve aydınlığa
kavuşturulmasıdır.
Siyasi Felsefesi
Aşkın, yalnız bireyin değil, fakat
bireylerden meydana gelen bir toplumun da itici gücü olduğunu öne süren
filozof, yine aşk öğretisinden hareketle ünlü yeryüzü ya da dünya devleti ve
gökyüzü ya da Tanrı devleti ayrımına ulaşmıştır. Buna göre, nasıl ki biri iyi
ve uygun aşk, diğeri de kötü ve düzensiz aşk olmak üzere, iki tür aşk varsa, bu
ayrımın iki ucuna karşılık gelecek şekilde, biri yeryüzü devleti, diğeri de
Tanrı devleti olmak üzere, iki devlet anlayışı vardır. Augustinus, işte bu
çerçeve içinde, Tanrı’ya yönelmek yerine maddeye yönelen, Tanrı’dan çok
yeryüzünü ve kendisini sevenlerin, ruhları tensel yönlerinin, duyusal
isteklerinin hizmetine girmiş olanların bir araya gelerek yeryüzü devletini,
buna karşın iyi ve gerçek aşk içinde olup, ruhsal yönlerini temele alarak
yaşayan ve Tanrı’yı sevenlerin de gökyüzü devletinde birleştiklerini
söylemiştir.
Augustinus bu bakış açısını
siyaset felsefesinden başka, insanlık tarihine de uygulamıştır. İnsanlık
tarihini gökyüzü devletiyle yeryüzü devletinin, başka bir deyişle, insanın
bedensel ya da duyusal yanıyla ruhsal ya da tinsel yanının çatışmasının bir
tarihi olarak gören Augustinus’a göre, yeryüzü devleti, iblisin
ayaklanmasıyla başlayıp, Asur
ve Roma imparatorluklarıyla gelişen. şeytanın krallığıdır.
Buna karşın, gökyüzü devleti,
Yahudi halkında ortaya çıkan, kendisini Hıristiyanlık inancı ve kilisenin
dogmalarıyla sürdüren İsa’nın krallığıdır. Yeryüzü devletlerinin
örneklerini oluşturan Asur ve Roma imparatorluklarının yıkılıp gittiğini, zira
bu devletlerin geçici olduğunu, gökyüzü devletinin son çözümlemede zafer
kazanacağını söyler. Onun gözünde, Hıristiyanlık ve kilise, gökyüzü
devletinin etkisini duyurmaya başladığını gösteren yapı taşlarıdır.
Ahmet Cevizci, Paradigma Felsefe Sözlüğü, 1. Baskı, Paradigma
Yayıncılık, 2006
Ortodoks Hristiyanlığı Katolik
mezhebi ile harmanlamış, Aziz Agustin’den sonra Muhammet’in doğumuna yakın
çağlarda Yemen’in Necran şehrine Hristiyanlığı getiren misyoner rahip
Feymiyon’un hikayesini İbni İshak’ın anlatımı, İbni Hişam’ın kaleminden
aşağıdaki bölümde okuyacaksınız.
Hiristiyanlıgın Yemen-Necran'da Yayılışı
Başlangıcı İbn-i İshak der ki: Munebbih oğlu Vehb
el-Yemanf den naklen el-Ahnes'in kölesi olan Ebu Lebid oğlu el-Muğire bana
şunları anlattı :
Bu dinin Necran'da
yayılışı şöyle oldu:
Meryem oğlu İsa'nın dininde
ve Feymiyon adında, duası makbul, dindar, müctehit ve iyi bir kimse Necran'a
gelmişti. Feymiyon memleket memleket gezen bir gezginci idi. Bir memlekette
tanındığı zaman başka bir memlekete giderdi. Sadece kendi elinin emeği ile
geçinen ve çamur işleri ile uğraşan yapı
ustası idi.
Pazar gününü kutlu saydığı için o gün çalışmayıp şehir dışına çıkar ve
orada akşama kadar namaz kılardı. Feymiyon Suriye köylerinden birinde
hüviyetini gizleyerek yapı ustalığı ile uğraşıyordu. Köy halkından Salih adında
biri Feymiyon'un hüviyetini keşfetti ve onu o zamana kadar hiçbir şeyi
sevmediği derecede sevdi; o kadar ki o nereye giderse sezdirmeden arkasından
giderdi. Birgün Feymiyon her pazar yaptığı gibi şehir dışına çekti; Salih ona
sezdirmeden arkasından gidip onu görebileceği bir yere gizlenerek oturdu.
Feymiyon namaza kalktı bu sırada bir ejderha kendisine doğru
yaklaştı .Feymiyon ejderhayı görünce beddua etti o da hemen oracıkta ölüverdi.
Öteyandan Salih'de ejderhayı görmüş fakat öldüğünün farkına varmamıştı.
Bu sebeple korktu ve kendini
tutamıyarak:"Ey Feymiyon ejderha sana doğru geliyor" diye bağırdı.
Feymiyon ise buna kulak asmayıp namazına devam etti ve akşam olunca geri döndü;
O hüviyetinin keşfedildiğinin farkına vardı. Salih'de Feymiyon'un kendisini
gördüğünü öğrendi ve: "Ey Feymiyon seni herşeyden ve herkesten çok
sevdiğimi bilirsin arkadaşın olmak ve nereye gidersen senin yanında bulunmak
istiyorum" dedi. Feymiyon: "Nasıl istersen. Benim halim gördüğün
gibidir, eğer bu hale katlanabilirsen gel" cevabını verdi. Bunun üzerine Salih onun arkasına
düştü. Köy halkı nerede ise Feymiyon'un
hüviyetini keşf edecekti. Feymiyon hasta bir kimseye rasladığı zaman ona dua
ederek iyi ederdi; fakat hasta olmuş
birisini iyi etmek için çağırıldığı zaman gitmezdi.
Köy halkından bir adamın kör bir
oğlu vardı. Bu adam Feymiyon'u sordu ve kendisini çağıran kimseye gitmediğini,
ücretle halka yapı yaptığını öğrendi. Bunun üzerine adam oğlunu bir odaya
koyup üstünü örttü sonra Feymiyon'a gidip :
"Evimde birşeyler yaptırmak
istiyorum gel gör de pazarlık edelim" dedi. Feymiyon gitti ve çocuğun
bulunduğu odaya girdi, ne yaptırmak istediğini sordu. Adam:
"şunlar şunlar
yapılacak" dedi.
Sonra çocuğun üstünden örtüyü
çekerek: "Ey Feymiyon Allah'ın kullarından birine gördüğün felaket
gelmiştir; ona dua et" diye yalvardı. Feymiyon dua etti çocuk ta sapsağlam
ayağa kalktı. Feymiyon bunun üzerine hüviyetinin keşfedildiğini anladı ve köyden çıkıp gitti; Salih'de arkasına
düştü.
Suriye'de bir yerden geçerken ulu
bir ağacın yanına gelmişti.
Ağacın üstüne çıkmış bir adam: "Ey Feymiyon " diye
seslendi. Feymiyon: "Efendim" diye cevap verdi. Ağaçtaki adam:
"Çoktandır seni bekliyor acaba ne zaman gelecek diye kendi kendime
düşünüyordum. Nihayet sesini duydum ve seni tanıdım . Gitme, biraz sonra
öleceğim başımda bulun" dedi, sonra öldü. Feymiyon başında bulundu ve onu
gömdükten sonra yoluna devam etti, Salih'de yanında idi.
İkisi Arapların oturduğu bir yere
geldiler ve kendilerine saldırılarak bir Arap kervanı tarafından yakalanıp götürüldüler.
Bu Araplar Feymiyon ile Salih'i
Necran'da sattılar.
Necran halkı o zaman arapların
dininde olup orada bulunan uzun bir hurma ağacına taparlar ve bu ağaç için her
sene bayram yaparlardı. Bu bayram gününde ağacın üstüne güzel elbiseler asarlar
onu kadın mücevherleri ile süslerler ve bütün gün etrafında ibadet ederlerdi.
Bu şehrin ileri gelenlerinden biri Feymiyon'u, başka biri de Salih'i satın
aldı. Feymiyon efendisinin kendisine ayırdığı odada geceleyin namaz kıldığı
sırada yanında hiçbir ışıklandırma aracı olmadığı halde oda sabaha
kadar aydınlık içinde parlardı.
Efendisi bu durumu görerek
şaştı kaldı ve ondan hangi dinde
olduğunu sordu. Feymiyon hangi dinde olduğunu açıkhyarak sözlerine şunları ekledi: "Siz sapıklık içindesiniz,
taptığınız bu hurma ağacı ne faydası ne
de zararı erişen bir şeydir. Ben, taptığım tek ve ortaksız olan Tanrıma
yalvarsam bu ağacı yok eder."
Bunun üzerine efendisi : "Bu
söylediklerini yap eğer başarabilirsen biz de kendi dinimizden vaz geçip senin
dinine gireriz" dedi. Feymiyon temizlenerek iki rik'at namaz kıldı ve ağaca beddua etti. Tanrı kuvvetli bir yel estirerek ağacı kökünden söküp attı.
Bu olayı gören bütün Necran
halkı Feymiyon'un dinine girdiler.
Feymiyon onlara Meryem oğlu İsa dininin kurallarını öğretti.
Sonra her yerde bu dine bağlı olan kimselerin başına gelen olaylar Necran
halkının başına da geldi.
Hiristiyanlık
Arabistanda Necran'da işte böyle yayılmıştır. İbn-i İshak der ki: Necran
halkı hakkında Münebbih oğlu Vehb'in
sözleri budur.””
Feymiyon’un mucizeleri aslında o
çağlarda Hint, İran, Arap, Grek-Roma coğrafyasında ve tüm Avrasya’da büyücülük,
sihirbazlık olaylarının yaygın olmasından gelir.
Aşağıda okuyacağınız efsanede de
Feymiyon’un çırağı sihirbazlık kursuna giderken Feymiyon ile tanışır. Bu
sanatlara günümüzde Sihirbazlık, illüzyon gibi adlar verilmektedir.
Bu eğitimli kimselerin din adamı
olduklarını düşünelim. Onların sırlarını bilmeyen ve haliyle sihir, büyü
konusunda cahil olan insanları istediklerine ne kadar kolayca
inandırabileceklerini artık bir hayal edin.
Ermiş, derviş, sır sahibi denilen
bu dinci sihirbazlar olduklarını kafanızın bir yerine koyun.
Şimdi aynı kişi ve çırağı
üzerinden Necran’da Hristiyanlığın yayılması efsanesini okuyalım. Aşağıdaki
efsanede adı geçen Es Samir (Yahudi adı) oğlu Abdullah’ın Necran’lı olması, bu
halkın, beğenmedikleri putperest yaşamlarından kendilerini kurtaran dini, bir
misyoner Rum’dan değil de, kendilerinden biri yoluyla kabul ederek
“milliyetçilik yaptıkları” şeklinde de yorumlanmalıdır. Arapların
milliyetçilikleri Rumlardan aşağı değildir.
Es-Samir Oğlu Abdullah İle Uhdud
Halkının Hikâyesi
İbn-i İshak der ki: Bir yandan
Ka'b oğlu Muhammed Kurazi den naklen Ziyad oğlu Yezid, öte yandan Necran
halkından bazıları, Necran halkı
hakkında bana şunları anlattılar
;
Necran halkı puta tapıcı olup onlara taparlardı.
Ülkenin en büyük şehri olan Necran şehrinin yakınlarında olan köylerin birinde
Necran halkı çocuklarına sihirbazlık öğreten bir sihirbaz vardı.
Feymiyon bu köye geldiği zaman
-burada olayı anlatanlar Münebbih oğlu Vehb'in andığı adı söylemeyip sadece
(köye gelen bir adam) derler.
Necran ile sihirbazın bulunduğu
bu köy arasında bir kulübe yaptı. Necran halkı sihirbazlık öğrenmek için çocuklarını sihirbazın yanına yollamağa devam ettiler.
Es-Samir 'de oğlu es-Samir oğlu
Abdullah'ı Necran halkı çocukları ile
birlikte sihirbazın yanına yolluyordu. Abdullah yolda kulübenin yanından
geçerken burada oturan adamın namaz kıldığını ve ibadet ettiğini görerek hoşuna
gitmiş ve yanına varıp onunla birlikte
oturup sözlerini dinlemeğe başlamıştı. Nihayet onun dinine girip
Allah'ın birliğine inandı ve
inandığı bu Allah'a ibadete başladı.
Feymiyon'dan bu dinin kaidelerini
sorarak iyice öğrendikten sonra ondan büyük ismi(Allah) söylemesini
istedi ki Abdullah bunu biliyordu.
Feymiyon bu ismi söylemedi ve ona
: "Ey kardeşimin oğlu sen ona tahammül edemezsin ve bu tahammül
edemeyişinden endişe ediyorum" dedi. Bu sırada Abdullah'ın babası es-Samir oğlunun diğer çocuklar gibi
sihirbazın yamna gidip geldiğini sanıyordu.
Abdullah Feymiyon'un kendisine
büyük ismi söylemediğini ve bu konuda dayanamıyacağından korktuğunu görünce
birkaç tahta parçası tedarik etti ve
bildiği Tanrı adlarının hepsini bu
tahta parçalarına ayrı ayrı yazdı. Bu
işi bitirdikten sonra bir ateş yaktı ve
tahtaları birer birer bu ateşe atmağa
başladı.
Sıra büyük ismin yazılı bulunduğu tahta parçasına gelince tahta
yanmadan ateşten sıçrayıp çıktı. Abdullah bu tahtayı alıp arkadaşına geldi,
kendisinden gizlediği adı öğrendiğini söyledi.
Feymiyon : -"Peki bu isim
nedir ?" dediği zaman Abdullah: "Şu" diye
cevap verdi. "Peki nasıl öğrendin" deyince Abdullah yaptıklarını anlattı. (Allah adını zikretmede
gösterilen itinaya bakın)
O zaman Feymiyon: "Ey
kardeşimin oğlu büyük adı buldun, kendini koru fakat
koruyabileceğini sanmıyorum" dedi.
Bundan sonra es-Samir oğlu
Abdullah Necran'a girdiği zaman rasladığı her hastaya şöyle demeğe başladı:
-"Ey Allah'ın kulu
Tanrının birliğine inanıp benim dinime girmez misin? Böyle yaparsan senin için
Tanrı'ya dua ederim, O da seni tutulduğun hastalıktan kurtarır."
Abdullah'ın bu şekilde teklifte
bulunduğu herkes "evet" deyip Tanrı'- nin birliğine inanarak dinine giriyordu.
Abdullah dua ediyor onlar da
iyileşiyorlardı. Bu suretle Necran'da ne kadar hasta varsa Abdullah'ın yanına
gelerek dinine girip duasını alarak iyi
oldu.
Yarı Tanrı, “Öldürülemeyen”
Abdullah;
Sonunda Abdullah'ın bu durumu Necran
hükümdarına duyuruldu. Hükümdar kendisini çağırtıp "Sen ülkemin
adamlarının fikrini çeldin onları
dinimden ve babalarımın dininden ayırdın. Sana işkence yaptırtacağım"
dedi. Abdullah: "Buna gücün yetmez" cevabını verdi.
Hükümdar Abdullah'ı yüce bir dağ başından, baş aşağı
attırdıysa da o sapasağlam yere düştü. Necran'da içine düşen her
şeyin yok olduğu bir suya (asit içine) attırdı, gene sapasağlam çıktı.
Kendini Öldürterek İlahlaşan
Abdullah. Yani, Yemen’li İsa.;
Hükümdarın bu işten gözü
yıldığı bir zamanda es Samir oğlu
Abdullah hükümdara dedi ki : "Tanrı'ya and içerim ki sen beni
öldüremezsin, ancak Tanrı'yı bir bilip
benim inandıklarıma inamrsan bana etki yapıp öldürebilirsin. Bunun üzerine
hükümdar Tanrı'nın birliğine inandı ve
es-Samir oğlu Abdullah'ın dediklerini tekrar etti. Sonra elinde bulunan bir
sopa ile ona vurdu ba şını hafifce yardı ve öldürdü; hükümdarın kendisi de
hemen oracıkta öldü. Bunun üzerine bütün Necran halkı es-Samir oğlu
Abdullah'ın dinine girdiler.”
İbni
İshak’tan yaptığımız alıntıyı burada bitiriyoruz.
Bu iki efsane bize, Muhammet’ten
çok önce Müslümanlar gibi namaz kılan, diğer ibadetlerini aynen yapan, Allah,
Rab, Rahman, Rahim adlı tek tanrıya ibadet eden Hristiyan misyonerlerin Yemen’e
kadar gelip dinlerini yaydıklarını, misyoner rahiplerin yarı tanrılaştırılmış
ilahi hallerini halka nasıl benimsettiklerinin delilidir.
Es Samir oğlu Abdullah ufak
farklılıklarla kendisinden önce yaşamış, çağdaşı olan ve ölümünden sonra
yeryüzünde yaşayacak, “günahkar doğan insanların günahlarının cezasını çekmek
için kendisini öldürten Nasıra’lı
Meryem oğlu İsa’nın Necran uyarlaması, “Yemen’li İsa’dır. O da kendisini
öldürterek kralı tatmin etmiş ama halkını Hristiyan ederek elinden
almıştır.
İsa da kendisini öldürterek hem
Roma putperestlerini hem de Yahudileri kendine almış, sonunda tüm Roma
Hristiyan olmuştu.
Bu durumda Muhammet’ten önce
İslam’ın %99’unun halk tarafından bilindiği kanatine varmak ta yanlış
olmayacaktır. Muhammet’in kavminin İran’dan dönüp Roma’ya yönelmesi
Muhammet’ten önce başlamış dersek doğru tespit yapmış oluruz.
Roma’nın Katolik mezhebi dışındaki
bütün Hristiyan mezheplerini yasaklamasından dolayı kendisini gizleyerek
yaşamını sürdüren Feymiyon adlı rahip’in tebliğ ettiği “Meryem oğlu İsa’nın
dini”, Ortodoks Hristiyan Süryani veya Keldanilerin dini değildir.
Çünkü onlar, İsa’nın “dişi şeytan
Er Ruha’nın kılık değiştirmiş hali olduğuna”, ancak Allah/Hayya’dan mektup
getirip, mektubu Yahya’ya gösterdiği için Yahya’nın onu vaftiz ettiğine,
Hristiyanlığı da Yahya’dan öğrendiklerine inanırlar.
Bu durumda Feymiyon, Katolik
Roma kilise öğretisi “Allah=İsa” kavramına karşı çıkan, Meryem’i “teotokos=Tanrı
anası”, İsa’yı da “doğuştan Allah” gören öğretisine karşı çıkıp
kendi adıyla anılan mezhebi kuran Nasturious’un mezhebinden olduğu açıktır.
Zira Nastoruous, Meryem’in
olağan kadın, İsa’nın da olağan doğmuş bir bebek olduğunu, sonradan “uluhiyet
üzerine inip Tanrı=Allah olduğunu” iddia etmektedir.
İslam’ın bundan tek farkı,
Meryem de İsa da olağan insandırlar ve İsa Allah değil, seçilmiş, övülmüş
peygamberdir.
Dişi şeytan Er Ruha’ya ya da İslam’ın Necm Suresi 25.
ayette “meleklerin cinsiyetleri olmadığı” ayeti üzerine kısaca “şeytan”a
ibadet etmedikleri için her ayet ve sureden, duadan önce “euzubillahimineşşeytanirracim”
yani “huzurdan taşlanarak kovulmuş şeytandan sana (Allah’a) sığınırım”
dedikten sonra “Bismillahirrahmanirrahim” yani, “Rahman (koruyan) ve
Rahim (yaşamı içinde barındıran, her zaman diri, genç) tanrının adıyla”
dedikten sonra okumaya veya işlerine başlamalarıdır. Feymiyon efsanesinde
olduğu gibi “Allah” diyen, ona “rahman ve rahim” adlarıyla ibadet eden
Hristiyanlar olduğuna göre Müslüman’ı onlardan ayıran “euzubesmele”dir.
Dinlerin abdest, gusül, namaz,
oruç, Kâbe’de hac, kurban, sadaka, fitre, zekat gibi ibadetleri, erkek ve
kadınlarda sünnet olma gibi sünnetleri fazlasıyla diğer dinlerde vardır.
Kısaca Müslüman;
1-Allah’ın birliğine iman eden
euzubesmele çeken (Fatiha ve İhlas surelerini iyi anlayan),
2-Allah’ı insan şekli veya
sıfatlarıyla karıştırmayan,
3-İsa’nın ve anası Meryem’in
olağan insanlardan seçilmiş insanlar olduklarına inanan,
4-Hırsızlığı, yalanı, hileyi hiç
bir şekilde onaylamayandır.
Çünkü bunlar Tevrat, İncil ve
evvelki dinlerde tanrının veya tanrıların olağan işleri olduğundan, özellikle
kendilerinden olmayanlara karşı yapıldığında suç bile sayılmazlar. Suç sayanlar
da bir umre, hac yaparak, kurban keserek, tapınağa bağış yaparak affedilirler.
Müslüman gibi yaşadıklarından da
bunları Sünni Müslümandan ayırt etmek çok zordur.
Hristiyanlıkta Martin Luther gibi
bir çok din adamının dinden çıkmasına sebep de paraya sıkışan Roma’daki Vatikan
papazlarının Papa’ya “Bağışlama kampanyası” başlatan mektup yazdırıp, tüm
Hristiyan kilisleerine bunu göndererek özellikle kral ve büyük kilise kardinallerinden
halka uzanan “para karşılığı günahları affetme” gelenekleridir.
Cennetten yer satma geleneği de
Hristiyanlar arasında yaygındır. İslam’da yoktur. Bunlara inananlar da geçmişte
devşirilmiş ama İslam’a eski diniyle birlikte ibadet eden devşirme,
dönmelerdir, onların şeyhleri, pirleri, imamlarıdır.
İslam öncesi Arapların “Allah;
Rahman; Rahim” adlı “tek tanrıya” ibadet ettikleri aşağıdaki şiirlerde
görülmektedir;
Yukarıda da açıkladığımız gibi
İslam öncesi Araplar, Allah ve üç kızına taparlardı. El Lat, El Uzza ve Menat.
Kurán Necm Suresi 21;22,23,24. ayetlerde de geçen bu putlara tapınıldığını
Peygamberliğin henüz tebliğ edilmediği yıllarda Arap şairi Zeyd b. Amr b.
NufeyI (ölümü. 605) bir şiirinde şöyle dile getiriyor;
İnsan ve şeytan cinlerini
kendimden uzaklaştırdım,
Mert ve cesur kişi böyle yapar,
Ne Uzza’ya taparım ne de iki
kızına,
Ne de Tasm Oğullarının iki
putuna...
El
Uzza, Allah’ın kızı ve güneş tanrıçasıydı. Büyük ve Küçük Köpek takım
yıldızlarını, 12 burç takım yıldızlarını, yedi gezegen ile güneş
sistemimizdeki “dünya hariç” ilk beş
gezegeni doğurmuş “Küçük Gök Ana” idi. Huzurdan kovulmuş dişi şeytandı.
Urfa
Mardin Sabileri Er Ruha, Irak Sabileri İştar/İnanna, Ürdün, Filistin Sabileri
Aşera, Yemen Sabileri de Er Ruda, İranlılar, Ermeniler Anahita, Yunanlılar
Afrodit adlarıyla aynı güneş tanrıçasına tapınıyorlardı.
Kabe, Allah ve iki kızı için
yapılmış tanrıların ikameti olan “rahimi” temsil ediyordu. Çünkü, tanrılar,
kendilerini ve evreni doğuran Gök Ana’nın rahminde ikamet ederlerdi. Kabe de
saydığım gök cisimlerini doğuran Küçük Gök Ana El Uzza’nın veya kabilesine göre
El Lat’ın rahmiydi ve “Güneş Evi” adıyla da anılıyordu. Hacer ül Esved taşı da
doğum organıydı. Örneğin El Uzza’nın güneş tanrıçası kabul edildiğinde, El Lat Venüs,
Menat da Merkür’dü. Menat en eskileri olduğundan genelde Merkür olmak ona
kalıyordu.
Etrafında “Lebbeyk” denilerek
dönmek te, gök cisimlerinin güneşin etrafında dönerek güneşi ululamalarını
taklit etmekti.
Çıplak ve giyinik olarak
yapılırdı.
Araplar İran’ın gök anası Anahita
ile kendi tanrıçaları olan El Uzza’yı birleştirmişler, kendi tanrıçalarının
adını kullanmayı tercih etmişlerdi.
Sabilerin kutsal kitabı Ginza
d Rbba (Cin Ze di Rabba=Aramice Rab Ze Cin’i/Hazine) kitabının
“Yaratılış” bölümünde evreni doğuran, bereketin en büyük ilk anası Büyük İlk
Gök Ana “Pira(Aramice Rahim,Vajina/Am)” adıyla, El Uzza’ya
karşılık gelen “Küçük Gök Ana” ya da
“Huzurdan recm edilerek kovulmuş dişi şeytan” da “Er Ruha” adıyla
anlatılmış ve Allah ile olan savaşları geniş biçimde verilmiştir.
Arapları, dişi şeytan El Uzza
şeytanından uzaklaştırmak için “Euzu Besmele” Müslümanlara Nahl Suresi 16:98”
ayetle emredilmiştir. Bu emirle Araplar şeytana tapınmadıklarını her dua
başında tekrar etmekle görevlendirilerek, eski dinlerine tapmadıklarını dil ile
de beyana zorlanmışlardır. Bu ayetle Müslümanların “şeytana tapınanlar”
olduğunu iddia eden Hristiyan dünyası bu gerçeği görmezden gelmektedir.
(Bu bölüm Elmalılı Hoca’ya ait
değildir. Bana aittir. Alaeddin Yavuz)
Muhammet’in Öğretmeni Olduğu
İddia Edilen Varaka Bin Nevfel’de Bu Birikim Var mıydı?
Bunu ileride peygamberin yaşamını
işlerken, Varaka’nın, Kureyş kavmine yeni bir din aramak için yola çıkan dört
kişiden biri olduğunu, Hristiyan olup Mekke Nasturi kilisesinde görev aldığını,
oranın baş keşişi olduğunu, Hatice’ye, “peygamberin çıkmasındaki gecikmeden
endişelenerek “bir an önce şu peygamber çıksa da ben de ona iman etsem, bunun
için sabırsızlanıyorum, bu bir rahibin duasıdır” dediğine tanık olacağız.
Eski dinler incelendiğinde,
“Bereketin kaynağı görülen GÜNEŞ’e ibadet edenler HAK DİNİ, karanlığın kaynağı
Ay’a ibadet edenlerin de “GÜNEŞ’İN ŞEFAATİNDEN MAHRUM EDİLEN, TERK EDİLMİŞ
KAVİMLERİN dini olduğunu görüyoruz.
Bir savaşta, kavgada düşmana
yenilen, tutulduğu hastalıktan tapınakta dua etmesine rağmen kurtulmayan
LANETLENMİŞ sayılıyordu ve Güneş’e tapınıyorsa AY’a tapınmaya başlıyordu. Ay
Tanrısı inancı böyle doğmuştu.
Sabilerin M.Ö. 2800’lerde
Mısır’dan sürülünce Ay tanrısına tapınmalarını 1500 yıl sonra Yahudiler tekrarlamıştı.
İran M.Ö.4.yy. sonunda Greklere karşı yenilince, kölelerini tapındıkları
Zervanilik dinini M.Ö. II. Yüzyılda resmi din ilan etmişlerdi.
Bunlar hep bu kurala uymanın
yaptırımlarıdır.
Ay tanrısının da şefaatinden
kovulanlar ise, her iki tanrının da lanetlediği dev ya da cüce cinlere,
şeytanlara tapınıyorlardı. Şiirlerde göreceğiniz “cinlerden şefaat umanlar” ile
kast edilen bu insan topluluklarıdır.
Kâbe’nin Ay Tanrısı Hubel ya da
Allah ile kızları ile onların çocuklarından oluşan toplam 360 cin-şeytanın
hepsi böyle “kovulmuş cin ve şeytanlardır. Hubel veya Allah, çok yerde “öküz
başlı insan bedenli cüce cin olarak geçmekteyse de aslında “Keçi başlı” olduğu
tespit edilmiştir. Ancak bu yazıda bunu işlemeyeceğiz. İslam tüm bu sıfatların
üstünü örtmüş, Sabilerin Işık Kralı Melki d Nur’anın sıfatında “fiziki varlığı
tanımlanamayan, ışık-ışıma-nurdan, her şeye hükmeden, her yerde her an hazır ve
gözleyen” bir varlık olarak tanımlanmaktadır.
Hristiyanlığın yayılmasıyla, bu
üçlü tercihin en kötüsüne ibadet etmekten rahatsız olan akıllı Araplar, Roma
devletinin Hristiyanlık baskılarının da artmasıyla yeni din arayışını
başlatmışlardır.
BESMELE, RAHMAN VE RAHİM ALLAH
KONUSU
Kur’an Okumaya Besmele İle
Başlanması Ayeti;
"Kur'ân okumak istediğin
zaman, Allah'ın rahmetinden kovulmuş şeytanın şerinden Allah'a sığın."
(Nahl, 16/98)””
|
Er Ramman/Rahman Sabi Ay/Bereket
tanrısı.James Churcheard'a göre
|
Kur’an’ın okuryazarlık yasağını
kaldırması, Tevrat ve İncil’e uyarlanması, tektanrıcılığın kabulü, “rahman ve
rahim” olan tanrıyı kabul etmesi, açıkça Arapların Nasturi ve Süryani İncil’ine
göre Hristiyanlaştırılmasından başka şey değildir.
İşte “rahman ve rahim” tanrıyı
andığını ispat eden ayetler. Aslında buna “Bismillahirrahmanirrahim” bile kafi
gelir de biz başka ayetten de örnek verelim.
Malum İslamcılar işlerine
gelmediği zaman Kur’an ayetlerini bile inkardan çekinmeyecek kadar
tıynetsizler.
Bunu önceki yazılarıma yapılan
yorumlardan anladığım gibi, şimdi vereccğim İsra suresi 110.ayetini de
okudukları halde kabul etmeyen Müslümanlarla Facebook arkadaşlığımda tanıştım.
İsra Suresi 110’ncu ayette geçen
“İster Allah deyin ister Rahman deyin en güzel adları onundur…” ifadesine de
konu olan bu karmaşa, zamanla dönüşerek şu şekilde yorumlanmaya başlanılmıştır;
İsra Suresi 110-
“De ki: İster "Allah" diye dua edin, ister "Rahmân"
diye dua edin Hangi isimle çağırırsanız, güzeldir.
Çünkü en güzel isimler hep
O'nundur, O eşsiz zatındır. Resulullah (s.a.v) bir gün Mekke'de "Ey Allah, ey Rahman " diye dua ederken müşrikler
işitmişler. Ve "Muhammed
bir ilâha davet ediyordu,
halbuki kendisi iki ilâha
dua ediyor"
demişler. Onlara cevap olarak Allah'ın bu emri inmiştir. Yani yüce Allah'ın
birçok isimleri vardır ki onlar, en güzel isimlerdir. En yüksek güzellik,
ululuk ve saygı ifade eden en güzel isimler hep O'nundur. Bunların
herhangisiyle olursa olsun dua caizdir…” (E.Hamdi Yazır İsra S. 110. Ayet
Tefsirinden)
Yukarıdaki Kur’an tefsir
bilgilerinde verildiği gibi tamamen İslami gösterilen Rahman ve Rahim Allah
konusu, İslamdan öncedir demiştik.
Sabi dini temelli Rahman ve Rahim
Allah’ın en ulu olduğu, Hanif İbrahim dini arayışlarını da yazmıştık.
|
RAHİM TANRI
Sol;Bir Şiva iki parçadır: Yoni Linga (Dişi-vajina) ve
Şakti (Erkek7Fallus)
Sağda Kâbe Hacer-ül Esved (Kara Taş) Vajina
|
Aşağıdaki şiirler bu arayıştaki
insanların eserleridir.
Şimdi, içinde “Allah, Rahman, Rab”
adlarının geçtiği İslam öncesi Arap şairlerinin alıntı şiirlerine geçelim;
Varaka’nin Hicret’te Medine’de Müslüman
olduğu biliniyor. Aşağıdaki ona ait şiirleri ise Hicret öncesine aittir;
Varaka b. Nevfel (Hicretten önce)
Bazı insanlara nasihat ettim şöyle
dedim:
Ben uyarıcıyım,sakın
kimse sizi aldatmasın,
Yaratıcınızdan başka ilahlara
tapmayın,
Sizi buna çağırırsalar deyin
aramızda büyük bir engel var~
Tesbih ederiz o arşın sahibini ona sığınırız,
Daha önce de Cudi ve Cumud dağları
onu tesbih etti,
Gök kubbesi altında her şey ona
hizmet eder,
Kimse onun egemenliğinden kaçamaz,
Gördüğümüz hiçbir şeyin parlaklığı baki değildir,
İlah bakidir, mal ve
evlat helak olur,
Hürmüze hazineleri bir fayda sağlamadı,
Ad kavmi de uğraştı ama ebedi
olamadı,
Süleyman da, bütün milletler,
Emrinde olduğu halde insanlar
cinler.
Varaka b. Nevfel (Hicretten önce):
Amr'ın oğlu! Doğru yolu buldun nimete erdin,
Allah 'ın
yalancı ateşinden kendini kurtardın,
Rabb'e boyun eğerek, onun
dışında yoktur Rabb,
Azgınların putlarını terkederek,
Aramış olduğun dini bularak,
Rabbini tek bir Rab olarak
kabulden hiç şaşmadın,
Güzel bir diyarda bulunuyorsun,
Orada eğlenir devamlı ikramlar
görürsün,
Orada Allah dostuyla
karşılaşırsın,
İnsanları ateşe iten zorbalardan
olmazsın,
Rabbinin rahmeti ulaşır
elbet insana,
Yerin yetmiş kat altında bulunsa da,
Korkulu bir diyarı ziyaret
ettiğimde derim,
Bana merhamet eyle, düşmanlarımı
muzaffer eyleme,
Bana merhamet eyle, onlar cinlerden umarken,
Benim ilahım sensin, Rabbim
ve ümidim,
Duaları kabul eden Rabb 'e boyun
eğerim,
Asla davetçiye kulak vermeyen
kimselere ise boyun eğmeyi kabul etmem.
Umeyye b. Ebi's-Salt (ö. 624)
Umeyye b. Ebl's-Salt, cahiliye
devrinde yaşamış ve Tevrat'ı okumuştur. İbrahim (a.s.)'in getirdiği dinin
devamı kabul edilen Haniyye'nin mensuplarındandı. Hz. . Peygamber (S.A.V.)'in
çağdaşı olmasına rağmen İslam'a girmemiş', nebilik hevesine . kapılmıştır. Bkz.
Kuzgun, Şaban, "Hanıf' mad. DİA; İst.-1997, XVI, 38.
Şükür Allah 'a, hiçbir
ortağı olmayan,
Varlıklara bir kader tayin eden,
Samimiyetle, şükürle ona
yönelenlerin içinde,
Yüzüm, bedenim hepsi ona boyun
egerler,
ALLAH
Lakit b. Ya'murIYa'mer (ö. 372 ?)
Divanı çeşitli defalar
neşredilmiştir. Bkz. Demirayak- Çöğenli, a.g.e., s. 63-64. Hayatı hakkında bkz.
es-Sabunı, Abdulvehhab, Şu'ara ve Devavın, Beyrut-1978, s. 1-2
Kin ve nefretin aleylıinize birleştirmiş olduğu kuvvet
Allah onlara
galibiyet mi yoksa mağlubiyet mi nasip edecek bunu düşünemezler
İşinizi - aferin size- harp
bilen,
Engin tecrübeli kimselere
veriniz
İmruu'l-Kays (ö. 549)
Ebii Vehb (Ebu'I-Haris/Ebii Zeyd)
Hunduc b. Hucr b. el-Haris Akiıü'l-Murar. Cahiliye devrinin tamnmış Arap
şairidir. İmruülkays, kaynaklann çoğunda klasik kaside fonunu ilk defa ortaya
koyan, Arap şiirini belli kurallara bağlayan ve özellikle kafiye için esaslar
koyan şair olarak tanıtılmaktadır. Muallakasının da yer aldığı Olviim birçok
defalar basılmıştır. Bkz. Savran, Ahmet, "İmruüIkays b. Hucr" mad.,
DİA, XXII, 238.
Senin arzunu sadece Allah
yerine getirebilir
İyilik yolcunun en iyi azığıdır
Abid b. el-Abras (ö. 555):
9 Ebu Ziyad Abid b. EI-Ebras
el-Esedi. Cahiliye devri Arap şairlerindendir. Divanının çeşitli baskılan
vardır. Bkz. Yüksel, Azmi, "Abid b. Ebras" mad., DİA, I, 308-309. 40
Mehmed Fehmi, a.g.e., I, 948; Dayf, a.g.e., s. 102.
Dlvanı çeşitli defalar
neşredilmiştir. Bkz. Demirayak- Çöğenli, a.g.e., s. 62. Hayatı hakkında bkz.
Corci Zeydan, a.g.e., I, 117-119.
İnsanlardan isteyen mahrum
olur
Allah 'tan isteyen ise
hüsrana uğramaz
Yemin olsun bilmezler çakıl
taşlarıyla fal açanlar,
Ve kuşlarla uğursuzluk
arayanlar, Allah 'ın ne yapacağını
Haris b. Hillize (ö. 580)
Ebu Ubeyde (Ebu'z-Zalim) el-Haris
b. Hillize b. Mekrlih el-Yeşkurl el-Bem. Cahiliye devri Arap şairlerindendir.
Muallakası, Dlvanı ve bazı şiirleri derlenerek çe- şitli defalar
neşredilmiştir. Bkz. Karaarslan, Nasuhi Ünal, ""Haris b. Hillize"
mad., DİA, XVI, 196-197.
Onlara yaptıklarımızı bir Allah
bilir
Hainlerin kanlarını ise kimse
aramaz
Su ve hunnayla besledi onları
(hükümdar)
Allah 'ın takdiri mutlaka
bulur yerini ve kim şaki alacaksa olur
Urve b. el-Verd (ö. 596):
Allah kahretsin o çapulcuyu
ki geceleyin,
Taşlık ve bataklıklardan geçip
deve kesilen yerlerde yaşar
Allah 'ın memleketlerini
gez, zengin olmaya çalış
Ya bolluk içinde yaşarsın ya da
ölüp mazur görülürsün
Nabiğa ez-Zubyani (ö. 604)
En-Nabiğa Ziyad b. Muaviye
ez-2übyanı. Divanı çeşitli defalar neşredilmiştir. (Bkz. Demirayak- Çöğenli,
a.g.e., s.64). Biyografisi için bkz. Arberry, A. J., Arabic Poetry,
Cambridge-1965, s. 170; Hayatı hakkında bkz. es-Sabfini, a.g.e., s. 32-33.
Yemin ettim şüphe edecek bir şey kalmadı
Allah'tan başka kişinin
gideceği bir yol yoktur
Hatim et-Tai (ö. 605):
Ebu SafIane (Ebu Adi) Hatim b.
Abdullah b. Sa'd et-Tai el-Kahtanı. Cahiliye döneminin cömertliğiyle ünlü
şairidir. Divanı bir çok defalar yayımlanmıştır. Bkz. TÜıücü, "Hatim
et-Tai" mad., DİA, XVI, 473.
Tek arzuları giyecek ve yiyecek
olan
Miskininleri Allah kahretsin
Zuheyr b. Ebi Sulma (ö. 609/610):
Gördüm ki Allah haktır,
arttı,
Bu düşüncemden sonra Allah
korkumu
Bilmez misin Allah Tübba yı
helak etti
Lokman b. Ad'ı ve Adiya yı da helak etti
Bunlardan daha önce de Zü
'l-Karneyn'i
Firavun 'un ordusunu ve Necaşiyi
de helak eti
ALLAH ADıNA YEMİN
İmruu'l-Kays (ö. 549)
Şöyle dedi: Allah'a
yemin olsun ki başka bir çaren yok
Sende herhangi bir aşk şaşkınlığı
göremiyorum
Tallahi babamın kanı yerde kalmayacak
Amir ve Kahil kabilelerini yok
edinceye kadar (savaşacağım)
Zuheyrb. Ebu'l Sulma (ö. 609/610)
Tallahi, yeminle söylüyorum
Zubyan kavmi, bağlanıp hapsedildiği yılı iyi bilir
Şunu iyi bil ki Allah'a
yemin ile söylüyorum.
HANİF DİNİ - RABBa- Dumeyye b. Ebi's-Salt (ö. 624):
Rabbimizin alametleri
apaçıktır,
Bunları ancak inkarcılar
tartışır,
Gece ve gündüz yaratılmış, hepsi,
Belli bir ölçüyle ortaya çıkarlar,
Sonra Yüce Rab, gündüzü
ortaya çıkarır,
Işıkları yayılan güneş vasıtasıyla,
Hanif dininden başka her din,
Kıyamet günü Allah katında
yalandır.
Zeyd b. Amr b. NufeyI (ö. 605)
İnsan ve şeytan cinlerini
kendimden uzaklaştırdım,
Mert ve cesur kişi böyle yapar,
Ne Uzza ya taparım ne de iki
kızına,
Ne de Tasm Oğullarının iki putuna
Aklımın ermediği çocukluğumda,
Rabb bildiğim Hubel'e de
tapmam,
Büyüyüp kendimi kurtardığımda tek
bir Rabb 'e mi,
Yoksa bin Rabb 'e mi
tapacağım (Bin Rab=Allah’ın oğlu/İsa. A.Yavuz)
Bilmez misin Allah yok etti,
Yolunu şaşırmış birçok kimseyi,
İyi olanları ise bıraktı,
Onların küçükleri büyüsün diye,
Kişi elbet bir gün gerçeği yakalayacak,
Aynen susuz bir dalın yeşillenmesi
gibi,
Ben ancak Rahman 'a
Rabb 'imize kul olurum,
Şefkatli Rabb 'im günahlarımı
bağışlasın diye,
Allah 'tan Rabb 'inizden
daima korkun,
Böyle olursanız felakete
uğramazsınız,
İyilerin yurdu cennettir
Kafir'lerin ise yakıcı cehennem,
Dünyada rezildirler, ölünce de,
Gönülleri sıkıp daraltan azapla
karşılaşırlar.
Zuheyr b. Ebi Sulma (ö. 609/610):
İçinizdekileri Allah 'tan
gizlemeyin,
Gizleseniz de Allah onu bilir
Cezası ertelenir, amel defterine
yazılır, birikir
Hesap günü için, ya da bu ceza
dünyada verilir.
Kus b. Saide (ö. 600)
Ölüm habercisi! Ölüler
mezarlarında
Üzerlerinde parça parça ipek kalıntıları
Bırak onları nasılsa birgün
çağrılacaklar
Uykularından uyandıklarında
dağılacaklar
Sonunda yeni bir şekle
girecekler
Yeni bir yaratılış, aynen ilk
yaratılış gibi
Bir kısmı çıplak, bir kısmı
giyinik,
Bir kısmının elbisesi yeni, bir
kısmının da eskimiş olarak.
Kaynak; Araş. Gör. Dr. Ali BULUT
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Arap Dili ve Belağatı ABD CAHİLİYE ŞİİRİNDE BAZI
DİNİ MOTİFLER adlı internette yayınlanan çalışması. (e-posta:
aIibulut@omu.edu.tr)-
İslam’dan ve peygambere nübüvvetin
inmediği ve sağlığı zamanında yaşamış şairlerin şiirlerinde “Tek tanrı Allah”
inancını bu şiirlerde gördük. Hiç bir Müslümanın bu şairlerin Allah tanımına
karşı geleceğini düşünmüyorum.
Bunlardan en dikkat çekeni,
Kur’an’ın “hanif din, İbrahim’in dini” dediği dinden de
bahsedildiğini, ve ona inanıldığını da “Rabba- Dumeyye b. Ebi's-Salt’ın
dizelerinde okuduk.
Bu hanif dinin peygamberi İbrahim,
Yahudi’lerin en büyük babası olarak Tevrat’ta geçmektedir. Ama, o Irak
Sabilerine gelmiş onların peygamberidir. Onlar da Yahudileri “şeytana
tapınanlar” saydıklarından İbrahim’den sonrakileri saymazlar. İsa’yı vaftiz
eden Yahya peygamberi de kendilerinden sayarlar. İsa’yı da Muhammet’i de şeytan
sayarlar.
Muhammet zamanında Hanif dini
tebliğ eden peygamberlik iddiasında bulunan Yemame’li Rahman da bu Hanif
Hristiyanlardandır. Ebubekir zamanında öldürülmüştür.
Hatta, Fatiha suresi ile inen
“Bismillahirrahmanirrahim” ifadesinde geçen “Rahman ve Rahim” konusunda
Arapların;
“Yemame’de Rahman adlı birisi var. O da “Rahman ve Rahim” adlı
bir tanrıdan vahiy aldığını söylüyor. Biz, Rahman’a da sana da inanmayız,
Allah’tan da vaz geçmeyiz” diye diretince, İsra 17:110) ayet iner. “İster
Rahman ister Allah deyiniz, en güzel adlar onundur...” Bu sureden başka ; Furkan 25:60; R’ad 13:30
ayetleri de benzer inkârcılıklara karşın iner.
Aynı konu İbni Hişam’ın Siret-ül
Resulüllah kitabının sayfasında şu şekilde geçmektedir;
İbn-i İshak der ki:
Kureyşlilerin, Tanrı elçisine, “Rahman
adlı Yemameli bir adamın bunları sana
öğrettiğini işittik. Biz ona asla inanmayız, demeleri hakkında Tanrı,
elçisine şu ayeti indirmiştir:
"Biz seni böylece kendinden
önce nice milletler gelip geçmiş olan
bir millete gönderdik ki sana vahyettiklerimizi onlara bildiresin. Onlar esirgeyici
Tanrıyı (Rahman'ı) tanımıyorlar.
Onlara de ki o benim Tanrımdır; Ondan başka Tanrı yoktur Ona güveniyorum,
sonunda da ona döneceğim." (Ra'd suresi 13:30:)
Aslında Yemame’li Rahman
Muhammet’e din öğrettiği iddia edilen değil, benzer ayetlerin de kendisine
vahiyle Cebrail tarafından indirildiğinden peygamberliği birlikte yürütelim
diye teklif eden ama Muhammmet’in ret etmesiyle aralarında savaş çıkan kişidir.
Öldürülmesi Ebubekir zamanında gerçekleşir.
Muhammet’e dini öğrettiği iddia
edilenleri sayacağız.
İş böylece tatlıya bağlanırsa da
peygamberin sonrasında mevcut iki Kur’an’ın yakılması ve yeniden Osman
zamanında düzenlenmesine, dinin Emevi Yezidiliğine dönmesine, dört mezhep ve
sayısız tarikatın da çıkmasına neden olacaktır.
Bunlar, Irak, Ürdün, Yemame,
Urfa-Mardin çevresinde yaşarlar. İslam içinde de Hanif İslam diye ayrı bir
tarikat olmalarına rağmen kendilerini “Sünni Müslüman” olarak kabul
ettirmişlerdir. Bu dinin ruhbanları, Kureyş’i çok önceden, Muhammet’i
çocukluğundan beri kuşatma altında tutanlardır aslında.
MUHAMMET’İN AİLESİNE HRİSTİYAN
KUŞATMASI
Arapları bir an önce Hristiyanlığa
geçmeye zorlayan Roma Kuşatması da diyebiliriz.
Henüz ortada Muhammet yokken,
özellikle Muhammet’in dedesi Abdülmutallip’in Kureyş reisliği ettiği zamanlardan
itibaren bu aile etrafında ilginç bir şekilde Hristiyanlığa geçiş, gerek satın
alınan köleler gerek şehre gelen misyoner rahipler, tüccarlar tarafından ciddi
bir Hristiyan kuşatması vardır. Habeşistan’da ve uzantısı Yemen- Necran’da,
Mekke içinde ve çevresinde yoğun bir Hristiyanlık yayılmasının Hicaz Arapları
üzerinde ağır baskısı olduğunu gördük.
Daha da ilginç olanı ise,
Kureyşlilerin Abdülmutallip taraftarlarının Romalılara sıcak bakışlardır.
İran Mecusiliğine dayalı mevcut
Arap inancının temsilciliğini de Ebu Süyan, Ebu Cehil gibi gene
Abdülmutallip’in kardeleri ve kardeş çocuklarının yürütmeleridir.
Muhammmet’in veya bu aileden
çıkması umulan, “İbrahim’in Hanif Dinini” tebliğ edecek birinin
peygamberliğinin bütün Arap yarımadasında beklendiğine tanık olacağız.
Muhammet de Kureyş’in
Mecusiliğinden dönüp Sabi olduğu yazıldığından muhtemelen Katolik Roma’nın izin
verdiği Nasturi Hristiyanlığı veya Süryaniliği benimsemiş olabilir. Her ikisi
hakkında iddialar vardır.
1-Muhammet’in Soyunun Ülkesi Yemen’in Dini
Gelişimi
Peygamber Muhammet’in soyu, İsmail
soyunun çoğalıp, Mekke’ye sığmamaları üzerine başka bölgere göç edenlerden
Yemen’e yerleşmiş olanlarının soyundan gelen Yemen’li Adnani kabilesine
dayanır;
Yemen Arapları Ay Tanrısı Kültüne
bağlı, Yemen Hint okyanusuna bakan dağlarda kuyumculuk eden Abkari adıyla
andıkları, kuyumculuk eden, deve kervanlarıyla gezerek ticaret yapan cinlere
soylarını bağlarlar ve onlara tapınırlardı. Bu gün bile Yemen ile Mardin Urfa
Süryani din adamlarının adlarında bile bu “Abkari” adına rastlanılmaktadır.
Ortadoğunun her ülkesinde bunlardan asimile de olmuş olsalar bulmak mümkündür.
Sonraları İran Mecusiliği, Habeş
Hristiyanlığı, Musevilik ve İslamiyet dinlerine girmişlerdir. Kaim olarak da
Mısır Arapları, Arami-Habeş, Fars kavimleriyle akrabadır.
“”Ebu Muhammed Hişam oğlu
Abdülmelik Nahvi dedi ki: Bu kitap, Abdülmuttalib oğlu Abdullah'ın oğlu
Tanrı elçisi Muhammed (S.A.S.) in
hayatından bahseder. Abdülmuttalib'in adı
Haşim oğlu Şeybe, Haşim'in adı
Abdumenaf oğlu Amr, Abdumenaf'ın adı
Kusay'ın oğlu Muğire, Kusay'ın soy kütüğü: Müdrike oğlu Huzeyme oğlu
Kinane oğlu // Nadr oğlu Malik oğlu Fihr oğlu Galib oğlu Lüey oğlu Kal) 2 oğlu Mürre oğlu Kilâb•oğlu Zeyd'dir.
Müdrike'nin soy kütüğü: Tarih oğlu Allah'ın sevgilisi İbrahim oğlu İsmail oğlu
Nabit oğlu Yeşcub oğlu Ya'rub oğlu Teyrah oğlu Nahur oğlu Mukavvim oğlu Udd
(Udad'da denilir) oğlu Adnan oğlu Maadd oğlu Nizar oğlu Mudar oğlu
İlyas oğlu Amir Müdrike'dir...”
S-1
2-Yemen’in Yakın Dini Geçmişi
ve Yemen Himyer Hükumdarları;
1a-Nasr oğlu Rebia
2b-Tuban Es’ad Ebu Kerib
( Medine kuşatmasında Yahudiliği benimseyen, Kâbeye ilk örtüyü örten,
kapısına kilit asan, leş hayız bezlerinin sokulmasını yasaklayandır.)
Tuban’ın işlerini anlatan
kadın şair Subay’in kocası Halit’e Mekke’nin kutsallığını
abartarak zulüm işlememsini emredip, Tubba’nın
orada gösterdiği saygıyı ve yaptıklarını anarak söylediği şiiir;
“"Ey oğlum! Mekke'de ne
küçüğe ne de büyüğe zulmet. Onun kutsal yerlerini koru; asla gurura
kapılma. Şunu bil ki orada zulüm işleyen kimse kötülük ile karşılaşır ve onun
yüzüne şamar vurulur ; yanaklarında cehennem ateşinin izleri görülür. Ben Mekke'nin
bu halinin hakikat olduğunu tecrübelere dayanarak bilirim ki ona karşı zulüm işleyen mahvolur. Tanrı onu ve etrafında bulunan evleri emin kıldı. Tanrı onun kuşlarını da emin kıldı. Halbuki geyikler ancak Sebir dağında emniyet
içinde yaşayabilirler." "Oğlum! Hükümdar Tubba' Mekke'ye gelerek onun
kutsal mabedini süslü Yemen kumaşları
ile örttü. Rabbim onun egemenliğini Mekke'de zelil kıldı ki böylece Tubba' verdiği sözleri orada
yerine getirdi: Kabe'de yalın ayak yürüdü. Avlusunda kurbanlık 2000 deve
kesti; Mekke halkına, kestiği gençve iyi cinsten develerin etini durmadan
yedirdi onlara süzülmüş bal şerbeti
ile arpadan yapılmış içkiler içirdi.
Önünde fil ile Mekke'ye
saldıran ordu orada taşlanarak mahvoldu(*), halbuki uzak bölgelerde
Acemlerde ve Hazerlerde egemenlik devam etmektedir.
Oğlum! Sana söz söylendiğinde
dinle ve hadiselerin sonuçlarını
anla."
Sonra Tubba' Mekke'den çıkıp
askerleri ile ve yanındaki iki Yahudi haham ile Yemen'e doğru savuşup gitti...”
(*)Tuban Esad Ebu Kerib’in
işlerini anlatan Kadın şair Subay’ın, “Önünde fil ile Mekke’ye saldıran ordu
orada taşlanarak mahvoldu” mısrası “Fil olayının” peygamberden de dedesi
Abdülmutallip’ten de çok önce yaşandığına işaret etmektedir. Bunu ileride
tekrar göreceğiz. Arapların tarih düşme sorunu yüzünden bir çok olayın geçmişte
mi peygamber zamanında mı olduğunu anlamak güçtür.Ayrıca bu şiirde hac, tavaf,
kabeye örtü, kurban gibi ibadetlerin çok eski olduğunu da gördük.
3c-Hasan (Amr’ın ağabeyi)
4d-Amr (Ağabeyi Hasan’ın katili)
5e-Lahnia Yenuf Zu Şenati
(Halk önderi-Oğlancı kulampara zorba hükumdar)
Amr öldükten sonra hükümdar
sülalesine mensup olmayan Lahnia Yenuf Zu Şenatir adında Himyerli bir kimse
ortaya çıktı. Yemenlilerin ileri gelenlerini öldürdü, hükümdar soyuna mensup
ailelere kötü muamele etti.
Lahnia'nın oğlancılığı : Lahnia Lut kavminin işlediği kötü şeyi
yapan sapık bir adamdı... Hükümdar sülalesinden olan gençleri getirtip hususi
surette yapılmış bir köşkte
hükümdarlığı ele geçiremesinler diye
kendileri ile cinsi münasebette bulunur sonra elinde bir misvak olduğu halde
saray muhafızlarına ve orada hazır bulunan askerlerine 31 köşten görünür ve böylece çocukla işini
bitirdiği anlaşılırdı. Lahnia nihayet Hassan'ın kardeşi ve Tuban Es'ad'ın oğlu
Zur'a, Zunüvas'ı çağırttı.
Lahnia'nın elçisi kendisine
geldiği zaman ne için geldiğini anladı
ve küçük keskin bir bıçak alarak ayakkabısında saklayıp yola düştü.
Lahnia ile yalnız kaldıklarında Lahnia üzerine atıldı; Zur'a onunla mücadeleye
girişti ve karnını yarmak sureti ile öldürdü, sonra başını kesip kellesini, aşağıya bakmayı adet ettiği pencereye koydu misvaki de
ağzına yerleştirdikten sonra dışarı
çıktı. Kendisini görenler: "Ey Zu Nuvas nasıl yumuşak mı idi, sert mi idi ?" diye laf
attılar. Zu Nuvas bunlara: "Zü Nuvas'ın kıçının sert mi yumuşak mı
olduğunu Lahnia'nın başına sorun" cevabını verdi. Bu söz üzerine muhafızlar pencereye
bakıp Lahnia'nın kesik başını görünce
Zu Nuvas'ın arkasından koşarak yakaladılar ve "Mademki bizi bu pis
adamdan kurtardın bize senden başka bir kimse hükmetmemeli" dediler.
6f-Zu Nuvas;
Yemenliler Zu Nuvas'ı tahta oturttular Himyerliler ve bütün Yemen
kabileleri onun etrafında toplandılar. Zu Nüvas Himyer kabilesinden olan
hükümdarların sonuncusu idi. Uhdud olayını
yapan da bu hükümdardır. Tahta geçtikten sonra Yusuf adını aldı
ve uzun müddet hüküm sürdü. Necran'da Incil hükümlerine uyan ve Meryem
oğlu İsa'nın dininde olan bir kısım adamlar kalabilmişti
Bunlar fazilet ve istikamet sahibi
kimselerdi. Başkanlarının adı es-Samir
oğlu Abdullah’dı.
Bu dinin esas menşei o zaman Arap
ülkesinin ortalarında bulunan Necran'da idi. Bu şehir halkı ile bütün Araplar putlara taparlardı. Bu
dinin Necran'a gelişi şöyle olmuştur: Feymiyon adında bir Hristiyan buraya
gelmiş halkı kendi dinine davet etmiş
onlar da kabul etmişlerdir
3-Hristiyan
Necran Hükumdarları;
Feymiyon adlı Allah’a tapınan,
lüzumsuz yere adını ağzına almayan namaz kılan, namaz kılarken etrafını kandil
gibi aydınlattığı yazılan Hristiyan misyoner keşiş ve onun yetiştirdiği Es
Samir oğlu Abdullah tarafından Necran şehrinin Hristiyan olduğunu yukarıda
verdik.
Yemen Hristiyanları, Himyer’li
Musevi Zu Navas’ın saldırısına uğrarlar. Bu olay Feymiyon ve öğrencisi
Abdullah’ın öldürülmelerinden sonra gerçekleşir. Rivayette, önceden öldürüldüğü
halde Abdullah’ın savaşta ölenler arasında olduğu efsanesi de geçmekte, Yemen
İsa’sı gibi gösterilmektedir.
Arapların “tarih düşme
gelenekleri” gelişmediğinden ikisinin de kaç yaşında öldükleri belirtilmemişse
de Muhammet’in yaşadığı yüzyılda veya bir önceki yüzyılda yaşadıkları
söylenilebilir.
Es Samir oğlu Abdullah’ın
Feymiyon’u tanıması çocukken sihirbazlık kursuna gittiği sırada Feymiyon’u
kulübesinde namaz kılarken ilgisini çekmesiyle gerçekleşir ve çırak-usta
ilişkisi başlar. Bu Hristiyanlık mezhebinin İsa’yı peygamber gördüğü ifade
edilir.
Necran’lı Hristiyan Devs Zu
Saleban; Zu Nuvas’ın baskınından kaçarak kurtulan, Hristiyan katlini Bizans
kayserine şikayet eder. O da Habeş kralı Necaşiye sevk eder. Necaşi, Eryat
komutasında 70.000 Habeşi askeri gönderir. Necran Habeş idaresine girer.
Eryat’ı çekemeyen yardımcısı Ebrehe el Eşrem, birebir dövüşle Eryat’ı kölesi ile
öldürür ve Necran kralı olur.Bu ikisi de Ortodoks Hristiyandır, yani Kur’an’a
göre “kitap ehlidir”;
1a-Eryat (Habeşi Hristiyan Bunlar
da namaz kılar Allah’a inanırlardı)
2b-Ebrehe el Eşrem (Habeşi
Hristiyan)
Namaz kılan, Allah’a “Allah”
adıyla tapınan Hristiyan Necran halkı, kendilerini, Musevi Zu Navas’ın
işgalinden kurtaran Zenci Habeş komutan Ebrehe’nin onları Hristyanlığa
davetinden, onların Hristiyan olup ibadet edecekleri kilise yapmasından
gocunup, “keçi başlı insan bedenli şeytan” sıfatında Hubel ve Allah
adıyla tapındıkları putperestlik dinine sahiptirler.
Ve o Allah nasıl Allah’tır ki,
kendisine aynı adla ve “Rahman ve Rahim” adıyla tapınan bu Hristiyanları,
putperest Mekkeliler uğruna resmen katletmiştir.
Bu olay, Mekke’li Kureyş
kabilesinin ve o zamanlar “bereket tanrısı dini gereğince” içinde fuhuş yapılan
Kabe’nin korunması uğruna kendisine doğru olarak inanan ve ibadet eden
insanları katlederek, putperestliği yüceltmiştir.
Olayda geçtiği gibi Allah, sadece
“kendi evi olduğundan Kabe’yi koruduysa”, ki o zaman asırlardır bu binanın
“fuhuş içerikli ibadethane”, çevresinin de genel evlerle dolu olmasına” nasıl
izin vermiştir?
Ayrıca, Kur’an Nisa suresi 23.
ayetiyle Araplara yasaklayıncaya kadar Arapların, ana-oğul;baba-kız;abla-erkek
kardeş” evliliklerine dayalı ensest yaşamlarından, sütten kesildiği 1,5
yaşındaki kız ve erkek çocuklarıyla cinsel ilişkide bulunmalarını, bu yüzden
kızlarına “Fatıma=Sütten kesilmiş, cinsel ilişkiye hazır kız” adını
vermelerine, kız çocuklarının büyüdüklerinde kendi yerine geçeceği korkusuyla,
anaların kendi kızlarını diri diri toprağa gömmelerine hangi vicdanıyla izin
vermiştir?
Gönderdiği son hak din olan
İseviliğe sadık Ebrehe ordusunu, Eryat’a yapılan haksızlığın öcünü almak için
mi yoksa Habeşlilerin Ham soyu Zenciler olması sebebiyle, Tevrat’ta yaptığı
gibi “ırkçılığından dolayı” mı katletmiştir?
Bunlar bu tanrı hakkında ciddi ama
cevapsız sorulardır.
Kitap ehli, Hristiyan da olsan,
ama bir Zenciysen, putperest Arap’a karşı şansın yoktur. Allah Arap’ı tutar. Yani
Allah, IRKÇIDIR.
İşte İbni İshak’tan efsanesi;
4b-Fil Mes'elesi ve En-Nesee'ler Hikâyesi
Bundan sonra Ebrehe San'a'da
el-Kulleys adı verilen tapınağı
yaptırdı. Bu tapınak o zaman yeryüzünde hiçbir yerde eşi görülmemiş bir kilise oldu.
Necaşiye mektup yazarak :
-"Ey hükümdar ! Senden önce
hiçbir hükümdara bir eşi yapılmamış bir
kilise yaptırdım.
Bütün Arapların bu kiliseye hac
etmek için gelmelerini sağlayacağım" diye haber verdi.
Araplar Ebrehe'nin Necaşi'ye
yolladığı bu mektuptan haberdar olunca
en-Nesee'lerden ve Mudar oğlu İlyas oğlu Müdrike oğlu Huzeyme oğlu Kinane oğlu
Malik el-Haris oğlu Sa'lebe oğlu Amir oğlu Adiyy oğlu Fukaym oğullarından bir
adam buna sinirlendi.
İbn-i İshak der ki: el-Kalemmes
(Ebrehe'nin mektubuna kızan) Kinaneli, gidip Yemen'de el-Kulleys
tapınağına girdi ve pisledi... Sonra kaçıp memleketine döndü.
Bu olay Ebrehe'ye haber verildi ği
zaman bunu kim yaptı diye sorunca
"Mekke'deki kutsal eve hac eden araplardan biri yapmış ki kendisi, arapları, yaptırdığım tapınağa
hac etmeğe sevk edeceğim hakkındaki sözüme kızmış da bu işi onun için yapmıştır. Yaptığı bu hareketle de tapınağın hac edilmeğe değmediğini anlatmak
istemiştir," cevabı verildi.
Bunun üzerine Ebrehe sinirlendi
ve gidip Mekkedeki kutsal evi yıkmağa and içti. Bundan sonra Habeşilere
hazırlanmalarını emrettikten sonra yola
çıktı. Beraberinde meşhur fil de bulunuyordu.
Araplar bunu haber alınca büyük
bir felaket telakki edip çok korktular. Fakat Allah' ın kutsal evi olan
Ka'be'yi yıkmak niyetinde olduğunu işittikleri zaman Ebrehe ile savaşmayı kendilerine düşen ödev bildiler.
Yemen hükümdar ve eşrafından Zu
Nefr adındaki bir adam ortaya çıkıp kendi kabilesini ve bütün araplardan
kendisine katılanları Ebrehe ile
savaşmaya, Allah'ın kutsal evini korumaya ve Ebrehe'nin onu yıkmasına mani
olmaya davet etti. Zu Nefr kendisine katılanlarla birlikte Ebrehe'nin karşısına
çıktı, savaştı fakat yenildi ve tutsak
olarak Ebrehe'ye götürüldü.
Ebrehe onu öldürmek istedi ise de
Zu Nefr "Ey hükümdar beni öldürtme belki yanında kahşım senin için beni
öldürtmenden daha iyi olabilir" dedi.
Uysal bir adam olan Ebrehe onu
öldürmedi fakat zincire vurdurarak hapsetti.
Ebrehe yoluna devam ederek amacına
doğru ilerledi. Has'am kabilesi topraklarına geldiği zaman Habib oğlu Nufeyl
el-Has'ami, Has'am kabilesinin Şehran ve Nahis kolları ile arap kabilelerinden kendisine
katılanların başında olarak Ebrehe'nin karşısına çıktı. Savaştı fakat o da
yenilip tutsak olarak Ebrehe'ye götürüldü.
Ebrehe Nufeyl'i öldürmek istedi
ise de o "Ey hükümar beni öldürme Arap ülkesinde gittiğin yerlerde yol
göstericin olurum. Has'am kabilesinin Şehran ve Nahis kollarının sana boyun
eğmeleri için işte iki kolum rehine olsun" dedi. Bunun üzerine Ebrehe onu
serbest bıraktı.
Nüfeyl kılavuz olduğu halde Ebrehe
ilerledi.
Taif şehri yakınlarına geldiği
zaman Sakif oğlu Avf oğlu Sa'd oğlu Amr oğlu Ka'ab oğlu Malik oğlu Muattıb
oğlu Mes'ud Sakif kabilesinin ileri gelenlerinin başında olduğu halde
Ebrehe'nin katına vardı.
İbn-i İshak der ki: Sakif heyeti
Ebrehe'nın katına geldiği zaman: "Ey hükümdar biz senin sözünü tutan ve
sana boyun eğen köleleriniziz. Size karşı
düşmanlığımız yok tapınağımız -el-Lât'ı kast ediyorlar sizin kast ettiğiniz tapınak değildir. Siz
Mekke'de bulunan tapınağa doğru gidiyorsunuz. Yanınıza, sizi oraya götürecek
yol göstericiler katalım," dediler. Ebrehe de onlara dokunmadı.
El-Lât ise Ka'be'ye
yapıldığı gibi Sakiflilerin Taif'de
saygı gösterdikleri bir tapınaktır. İbn-i
Hişam diyor ki: Dil bilgini Ebu Ubeyde, şair el-Hattab oğlu Dırar el-Fihrrnin
şu beytini bana okudu: "Sakif kabilesi hüsrana uğramış ve perişan bir halde tapınakları Lât'a doğru kaçtılar." Bu beyit
şairin birkaç beyti içinde geçmektedir.
İbn-i İshak der ki: Sakifliler
kendisine Mekke yolunu göstermek üzere Ebrehe'nin yanına Ebu Rigal'ı kattılar. Ebrehe, yanında Ebu Rigal olduğu
halde yoluna devam etti ve el-Mugammis mevkiinde konakladı. Burada Ebu Rigal
öldü. O günden beri Araplar Ebu Rigal'ın mezarını taşlarlar. Halkın el-Mugammis mevkiinde taşladığı mezar onundur.
Ebrehe el-Mugammis mevkiine indiği
zaman Habeşlilerden Maksud oğlu el-Esved adlı birini bir süvari birliği ile ileri yolladı. Bu zat Mekke'ye
kadar gidip Kureyş kabilesinin sürüleri
dahil olmak üzere Tihame halkının sürülerini, bu arada Haşim oğlu
Abdülmuttalib'in iki yüz devesini alıp getirdi.
Abdülmuttalib o zaman
Kureyş kabilesinin en ileri geleni ve
başkanı idi. Kureyş, Kinane ve
Huzeyl kabileleri ile Ka'be civarında bulunan diğer kimseler Ebrehe ile
savaşmak istedilerse de başa çıkamıyacaklarını
anladılar ve bu işten vaz geçtiler.
Ebrehe, Hunata el-Himyeri’yi:.
Mekke'ye göndererek "Git şu şehrin başkanı ve ileri geleni olan zatı
bul ve kendisine şöyle söyle: -Hükümdar diyor ki ben sizinle savaşmak
için değil ancak şu tapınağı (Ka'be)
yıkmak için geldim. Bana karşı
gelmezseniz kanınızı akıtmak
istemem. Eğer o benimle savaşmak istemiyorsa kendisini bana getir, dedi.
Hunata Mekke'ye girip Kureyş kabilesinin başkan ve ileri geleninin kim
olduğunu sorunca "Kusay oğlu Abdümenaf oğlu Haşim oğlu
Abdülmuttalib'dir" cevabını
aldı.
Hunata Abdülmuttalib'in yanına
varıp Ebrehe'nin söylediklerini tekrar etti. Abdülmuttalib dedi ki: Tanrı adına and içerim ki biz kendisi ile savaşmak
istemiyoruz. Zaten buna da gücümüz yetmez; bu tapınak Allah'ın kutlu evidir.
Aynı zamanda O'nun sevgilisi İbrahim'in
tapınağıdır. –
Yahut ta bu anlamda bir şey
söylemiştir- Tanrı bu tapınağı korursa kendi evini ve kutlu tapınağını korumuş
olur; yoksa onu korumaya bizim gücümüz yetmez." Bunun üzerine Hunata
Abdülmuttalib'e: "Öyle ise benimle birlikte hükümda rın yanına gel; çünkü
seni yanına götürmem için bana emir vermişti" dedi. Abdülmuttalib yanında
oğullarından bazıları bulunduğu halde
Hunata ile birlikte gitti.
Orduga'ha ulaştığı zaman dostu olan Zu Nefr'in nerede
olduğunu sordu ve hapis olduğu yere giderek: "Ey Zu Nefr! Başımıza
gelen bu belada bize bir iyiliğin dokunmaz mı ?" dedi. Zu Nefr: "Kendisini sabah veya ak şam
öldüreceğini beklediği bir hükümdarın elinde tutsak bulunan bir adamın ne gibi
bir faydası olabi- lir. Başınıza gelen
bu belada benden bir fayda bekleme ancak filin bakıcısı olan Uneys dostumdur ona haber yollayıp
senin hakkında tav- siye edeceğim ve senin kıymetini onun yanında yükselterek
hükümdarın katına çıkman için izin almasını
isteyeceğim. Sen hükümdara istediğini söylersin Uneys de elinden gelirse
hükümdarın katında sana şefaat eder," cevabını verdi.
Abdülmuttalib : "Bu
kadarı da 'yeter"
cevabını verdi.
Zu Nefr Uneys'i çağırtıp kendisine
şöyle dedi: "Abdülmuttalib Kureyş
kabilesinin başkanıdır ve Mekke kafilelerinin sahibidir, ovada
halkı dağ başlarında hayvanları
doyurur. Hükümdar iki yüz devesini almış, hükümdarın katına çıkması için kendisine izin al ve elinden geldiği
kadar yardım et" Zu Nefr de : "Olur yaparım"
cevabını verdi.
Uneys Ebrehe ile konuşarak dedi
ki: "Ey hükümdar! İşte Kureyş
kabilesinin başkanı kapında
bekliyor. Katına çıkmak için izin istiyor. Kendisi Mekke kafilelerinin sahibidir.
Ovada halkı, dağ başlarında
hayvanları doyurur. Katına çıkmasına
izin ver. Isteğini bildirsin ona iyilik et." Bunun üzerine Ebrehe izin
verdi. İbn-i İshak sözüne devamla der ki:
Abdülmuttalib çok güzel, çok
yakışıklı ve büyük bir adamdı. Ebrehe onu gördüğü zaman saygı gösterdi, ağırladı ve kendisinden daha aşağı
bir yerde oturtmak istemedi; aynı
zamanda Habeşlilerin Abdülmuttalib'i hükümdarlarının tahtmda
oturmuş görmelerinden de çekindi.
Bu düşüncelerle Ebrehe tahtından inerek kilimin üstüne oturdu (*)
(*)(Bu paragrafta,
Abdülmutallip’in yakışıklılığı ile Ebrehe’yi etkilemesi, eşcinselliğe vurgudur.
Yoksa, kendisi önünde el pençe divan duran, develerini isteyen, üstüne
yolladığı iki ordusunu kaybetmiş, acizlikten yılan gibi kıvrılan bir Arap olan
Abdülmutalip’in Ebrehe gibi bir adamı başka türlü etkilemesi düşünülemez.
Abdülmutallip’in çevirdiği dolaplardan Ebrehe’nin habersiz olması da akıl işi
değildir.
Demek istenilen, Ebrehe
Abdülmutallipten hoşlandı, ilişki ortamı yaratmak için iltifat etti, yere
minder attı, elledi, okşadı durdu. Tahtındayken kucağına alsaydı, tahtına
oturmuş görünecekti deniliyor. Bu da “mağlubiyeti galibiyete çeviren”
bir Arap ifade işgüzarlığıdır. Arap, Yahudi edebiyatı ve dini efsaneleri böyle
işgüzarlıklar üzerine kuruludur. Tevra’ta Yakup’in güreşte kafasını kırıp,
Allah’ı yenmediği halde, yendiğinin Allah’a söyletilmesi ve İsrail adını alması
olayı da buna iyi bir örnektir. Alaeddin Yavuz)
Abdülmuttalib'e de yanında yer
gösterdi; sonra tercümanına dönerek: "Ona sor bakalım istediği ne
imiş?" dedi.
Tercüman bu sözleri Abdülmuttalib'e
bildirdiği zaman o:
"Hükümdar iki yüz devemi
almış arzum bu develerin geri
verilmesidir" dedi. Tercüman bunları
hükümdara anlattığında hükümdar: "Ona şunları söyle: seni gördüğüm zaman beğenmiştim
sonra konuştuğun zaman gözümden düştün. Sen, aldığım iki yüz deve hakkında
konuşup; senin ve babalarının dininde kutlu sayılan ve benim yıkmak için
geldiğim tapınak hakkında konuşmadın," dedi. Bunun üzerine Abdülmuttalib :
"Ben develerin ;ahibiyim. Tapınağa gelince onun da koruyucusu ve bir
sahibi vardır" deyince hükümdar : "dediğin o sahibi onu bana
karşı koruyamayacaktır" dedi.
Abdülmuttalib ise : "o senin bilece ğin bir şey" cevabını verdi.
Diğer taraftan Ebrehe evvelce
almış olduğu Abdülmuttalib'e ait
develeri geri verdi. Heyet Ebrehe'nin katından çıktığı zaman Abdülmuttalib dosdoğru Kureyşlilere
gidip haber verdi. Ebrehe ordusunun yapacağı
zarardan kurtulmaları için
Mekke'den dışarı çıkıp dağ başlarına ve kuytu yerlere
sığınmalarını emretti. Bundan sonra
Abdülmuttalib Ka'be kap ısının halkasim tuttu. Kureyş kabilesinden bazı
kimseler de onun yanına gelerek Tanrı'ya yalvarmaya ve Ebrehe'ye
karşı yardım dilemeğe başladılar. Abdülmuttalib
Ka'be kapısının halkasına yapışmış bir
halde şu beyitleri söylüyordu:
"Ey Tanrım bir kul dahi evini barkım korur; Sen de kendi
evini koru. Yarın onların haçı ve
kuvveti Senin kuvvetine üstün gelmesin."
(Vakıdi şu üçüncü beyti ilâve
ediyor): "Ey Tanrım eğer kıblemizi onlardan korumazsan kendin bilirsin."
İbn-i Hişam diyor ki Abdülmuttalib'e atfedilen beyitlerden ancak bu üçü gerçek
olarak onundur.
İbn-i İshak der ki: Bundan sonra
Abdülmuttalib Ka'be kapısının halkasını
bıraktı ve Kureyş kabilesinden yanında bulunan kimselerle birlikte
dağ başlarına çıkıp oralara sığınarak
Ebrehe'nin Mekke'ye girdiği takdirde ne yapacağını beklemeye başladılar.
Ertesi gün Ebrehe Mekke'ye girmek
üzere hazırlandı. Filin hazırlanmasını ve ordunun savaş nizamına girmesini
emretti. Filin adı Mahmud idi. Ebrehe
tapınağı yıkıp sonra Yemen'e dönmeyi
kararlaştırmıştı. Fili Mekke'ye doğru yönelttikleri zaman Habib oğlu Nüfeyl
Has'ami yanına gelip kulağını tutarak:
"Çök Mahmud yoksa geldiğin yoldan sağ
salim dön; sen Allah'ın kutlu memleketindesin" dedi ve ayrıldı.
Bunun üzerine fil çöktü Habib oğlu
Nufeyl ise koşarak dağa çıktı. Habeşliler fili kalkması için döğdülerse de kalkmadı. Tekrar
kalkması için başına balta ile
vurdularsa da gene kalkmadı. Karnının altına ucu sivri sopalar dürtüp kanattıkları halde bile kalkmadı. Nihayet fili Yemen
tarafına çevirdiler koşmaya başladı; Suriye taraflarına çevirdikleri zaman da
koştu; doğuya doğru sürdüler yine koştu, Mekke'ye doğru döndürülünce çöküverdi.
Bundan sonra yüce Tanrı Habeş
ordusu üzerine deniz tarafından kırlangıça benzeyen kuşlar yolladı. Her
kuş biri ağzında ikisi de ayaklarında
olmak üzere nohut veya mercimek taneleri büyüklüğünde üçer çakıl taşı taşıyordu. Taşların değdiği her asker
ölüveriyordu. Bu taşlar Habeşlilerin hepsine değmedi.
Kurtulanlar geldikleri yoldan
kaçtılar; kaçarken Yemen yolunu kendilerine göstermek için Habib oğlu Nüfeyl'i
arıyorlardı. Nufeyl Allah'ın Habeşlilerin üzerine indirdiği belâyı gördüğü zaman şu beyti söylemiş : "Nereye kaçıyor sunuz ? Sizi
kovalayan Tanrı'dır; Eşrem ise yenilmiştir yenmiş değildir."
Habeşliler her yolda düşerek ve her
su başında ölerek yollarına devam ettiler. Bir taş da Ebrehe'ye değdi. Habeşliler, onun parmakları birer birer düştüğü halde beraberlerinde
götürdüler.
Parmağından her biri düştükçe
arkasından irinle kan akıyordu. Böylece onu bir kuş yavrusu gibi (yani perişan bir halde) San'a'ya kadar getirdiler.
Söylediklerine göre Ebrehe öldüğünde göğsü yarılmış yüreğı dışarı çıkmıştı.”
Adı Sayfi olup Ensarın Hatm koluna bağlı bulunan Eslet oğlu şair Ebu Kays bu konu hakkında şu beyitleri
söylemiştir:
"Habeşlilerin filli savaşında
olanlarda O'nun (Tanrı'nın) işidir. Habeşliler fili her defa sürmek istedikleri
zaman o otururdu: ucu sivri değneklerle karnına dürttüler, burnunu yırttılar
ona uzun ve sivri bıçaklarla vurup sırtını
yaraladılarsa da o yine de gitmedi ve Yemen'e doğru kaçtı. Oradakilerin
hepsi hüsranla geri döndüler. Tanrı
üzerlerine taş yağdırdı ve onları
cüceler gibi yoğurup ezdi. Din bilginleri onları dayanmağa kışkırtıyorlardı fakat onlar koyun gibi meliyorlardı."
İbn-i İshak der ki: Yüce
Tanrı Muhammed'i peygamber olarak
seçtiği zaman Kureyş kabilesine ihsan
ettiği nimetler arasında soylarının devam etmesini temin için Habeş tehlikesini üzerlerinden giderdiğini de
saymaktadır. Kutlu ve yüce Tanrı şöyle
diyor: "Görmedin mi Tanrın filli orduya ne yaptı. Onların yaptıkları hileleri hükümsüz kılmadı mi? Onların üzerine ebabil kuşları yolladı. O kuşlar filli ordu üzerine
taşlaşmış balçıktan ufak taşlar
attılar. Bununla onları kurt yemiş yaprağa döndürdü." Ve gene Tanrı şöyle diyor: "Kureyş'ın rahat ve
saygıya naıl ve kış ve yaz seferlerinde
saldırmadan korunmuş ve müsterih
olmaları için (Tanrı filli orduyu mahvettiği gibi halka da
saygı telkin etti) onlar bu evin
(Beytin) Tanrı'sına ibadet etsinler. O Tanrı
ki onları açlıktan doyurdu ve
korkulardan uzak tuttu."
ibn-
İshak der ki: Ebrehe öldüğü zaman yerine adıyla lakablandırıldığı oğlu Yeksun Habeşililerin başına
geçti. Yeksun öldüğü zaman ise yerine kardeşi. Mesruk Yemen'de ki
Habeşlilerin başına geçti.””
Buraya kadar tamamen, putperest,
yalanı, hileyi aklın, zekanın temeli sayan şatanist, Arap toplumunun “monolog
anlatımından ibaret” bir efsane okuduk. Roma imparatorluğu idaresindeki bu
halkın böyle efsaneleri Roma kaynaklarında da yoktur. Bu olayı doğrulayan
Araplardan başka ikinci bir kaynak yoktur. Kimbilir ne zamanın bir masalını
alıp, kendilerini yüceltmek için bunu uydurdular. Nasıl ki Yahudilerin Süleyman
ve Davut peygamber zamanında yaşadıkları dünya imparatorluğu asla olmamışsa ama
nasıl var gibi gösterilip, saf dindarlar buna inandırılıyorsa bu efsane de
uydurukçu, masalcı Arapların hileli işlerinden birisidir.
Putperest Arapları hak o zamanki
hak din olan İseviliğe davet etmek, tapınaklara saygıyı öğretmek için yola
çıkan, Kitap ehli Ebrehe’ye küfür etmek, onu lanetlemek ve kötü göstermek
günümüzde bile kendisine hoca, İslam Uleması, İlahiyat profesörü denilen
insanlarca hala lanet edilmekte bu olay namaz dualarına bile yansıtılmıştır.
Oysa, Ebrehe, putperest Arapların,
Allah’ın peygamberi İsa ile indirdiği dini olan Hristiyanlık gibi makbul bir
dine inanan biri olarak dinin bekçisi saydığı kralına güzel bir kilise
yaptırmış, o kadar insan çalıştırmış, haklarını vermiş, ibadete açmıştır.
Ensest üreyen, putlara tapınan, temizlik bilmeyen pis bir putprest Arap’ın kilisesini
gelip kirletmesi haklı olarak onu kızdırmıştır. Bu kadar aşağılıkm işi yapan,
kendisine savaş ilan etmiş, kılıç çekmiş düşmanlarını yalvarmaları karşısında
bağışlayacak kadar merhametli olan bu kadar dürüst ve dine bağlı birisinin bu
kadar kötülendiğini sadece İslam tarihinde görebilirsiniz.
Ebrehe’nin suçu, İbni İshak’ın
anlatımında, Yemenlilerin dediği gibi “Kara Karga” adıyla
andıkları Zenci olmakmıydı?
Tevrat’ta, İshak’ın ikizlerinden
ilk doğan Esav (Kıllı)ın bütün dürüstlüğüne, Allah’a bağlılığına rağmen sadece
kılları yüzünden peygamberlikten edilmesi ve her türlü hileyi, yalanı
ilke edinen Yakup (hileci)u peygamber etmesi de bu Allah’ın şeytan
olduğuna işarettir.
Bu konuda ben Sabilerin din
kitabını doğru buluyorum. Kim ne derse desin.
Irkçılıkları yüzünden
uyuşamadıkları Zenci Habeşlilerden rahatsız olan Ebu Murre lakaplı Zu Yezen
oğlu Seyf, Habeşlileri kovmak için Bizans imparatorundan yardım ister alamaz.
İran’a bağlı Irak valisine giderek “kara kargalar ülkemi istila etti”
diye yardım ister ve İran şahından Vahriz adlı pek seçkin olmayan birinin
emrine verilmiş 800 idamlık mahkum almayı başarır. Deniz yoluyla gelirken 200’ü
gemilerin batmasıyla telef olsada 600‘ü Yemen’e varır. Kendi topladıklarıyla
bir ordu kurar ve Vahriz, attığı okla Mesruk’u öldürür, Başsız kalan Habeşiler
yenilir. Böylece Himyer/Yemen-İran dostluğu pekişir.
5c-Yemen'de İranlıların Sonu
Bunu dikkatle okuyunuz. ;
İbn-i İshak der ki : Vahriz ile
İranlılar Yemen'de kalıp yaşadılar. İşte bu Iranlı ordunun Yemendeki kalıntılarından şimdi Yemen'de bulunan ve Ebnâ
(okullar) adıyle tanınan topluluk türemiştir.
Eryat'ın Yemen'e girişi ile İranlıların
Ebrehe oğlu Mesruk'u öldürüp Habeşlileri Yemenden çıkardıkları zaman arasından
72 yıl geçmiştir.
Bu süre içinde Habeşlilerden
Yemen'e ‘4’ vali hükmetmiştir.
Bunlar Eryat, Ebrehe, Ebrehe
oğlu Yeksum ve Ebrehe oğlu Mesruk'tur.
İbn-i Hişam diyor ki: Vahriz
ölünce Iran imparatoru Yemen valiliğine Vahriz'in oğlu Merzban'ı atadı. Bu ölünce oğlu Teynucan’ı, o
da ölünce bunun (Teynucan'ın) oğlunu, sonra bunu işinden atıp yerine
Bazan'ı atadı.
Tanrı elçisi Muhammed,
Tanrı tarafından yollanıncaya kadar
Bazan Yemen'de valilik etti.
FİL
VAKASI YALANINI NASIL KEŞFETTİM?
Fil olayı ve ona yaptığım onca
dikkatli okuma ve yorumlara rağmen bu ince “ifade oyununu” yani demogojiyi fark
etmememe şaşırmıyorum. Çünkü, çocukluğumdan beri bana gerçek gibi anlatılan,
okuduğum her dini kitapta veya peygamberin hayatında bir gerçek olarak
anlatılan bu yalanı, İbni Hişam’ın “Yemen kralları/valilerinin soy secerelerini
ve bir cümlede sürelerini özetlemei içine gizlemesini gene onun dürüstlüğüne
veriyorum. Aksini yazsaydı kitabı kesin yakılır, kendisi de tarihin çöplüğüne
giderdi.
Hani, Ebrehe’nin Mekkeye saldırısı
peygamberin doğduğu yıl veya iki yıl öncesinde olmuştu?
Aynı İbni İshak, Muhammet ile süt
annesinin oğlunun yaşıtlıklarını Fil olayı esnasında doğduklarından “8” olarak
hesaplıyordu.
Şimdi, Habeşi ve İrani Yemen
krallarının soy secerelerine tekrar dönelim ve kafayı karıştıran cümlenin yerini
değiştirelim;
;”” Eryat'ın Yemen'e girişi ile, İranlıların
Ebrehe oğlu Mesruk'u öldürüp Habeşlileri Yemenden çıkardıkları zaman arasından
72 yıl geçmiştir. “
Bunlar Eryat, Ebrehe, Ebrehe
oğlu Yeksum ve Ebrehe oğlu Mesruk'tur.
Bu süre içinde Habeşlilerden
Yemen'e ‘4’ vali hükmetmiştir.””
Buraya kadar olan kısmı günümüz
diliyle biraz açalım ve biraz da hatırlatma yapalım;
Ebrehe, Habeş kralı Necaşi’nin
tayin ettiği ve Yemen’e yolladığı ordunun komutanı olan Eryat’ı öldürüp
valiliği ele geçiren yardımcısıydı.
Kendisinden sonra da Yemen’e
valilik eden oğulları Yeksum ve Mesruk’tur. Bu Habeşli dört vali, 72 yıl
Yemen’e hükmetmiştir. Tarihçede yazılan budur.
Bu dönemde daha peygamberin dedesi
Abdülmutallip dahi doğmamıştır. Çünkü bunlardan sonra beş tane de İran valisi
krallık edecektir.
Şimdi İbni Hişam’a dönelim ve
Habeşli valilerden sonra “5” beş İranlı valiyi görelim.;
“”İbn-i Hişam diyor ki: Vahriz
ölünce Iran imparatoru Yemen valiliğine Vahriz'in oğlu Merzban'ı atadı. Bu ölünce oğlu Teynucan’ı, o
da ölünce bunun (Teynucan'ın) oğlunu, sonra bunu işinden atıp yerine
Bazan'ı atadı.
Tanrı elçisi Muhammed,
Tanrı tarafından yollanıncaya kadar
Bazan Yemen'de valilik etti.””
Şimdi İranlıları sayalım;
1-Vahriz, 2- Merzban, 3- Teynucan, 4- Teynucan’ın oğlu, 5-Bazan.
Habeşli “4” dört vali “72” yıl
hükmettiyse İranlı beş vali de en az
“80” seksen yıl hükmetmiştir. 80+72=152 yıl.
Yani Fil olayı Muhammet’ten en
az 150 yıl öncesine yakıştırılan belki de o Ebrehe’den daha önceki bir
Ebrehe’ye yakıştırılan bir masaldan başka şey değildi.
Çünkü yukarıda “Himyer’li
Yemen Kralları bahsinde Musevi Tuban Esad Ebu Kerib’in Kâbe’ye ve
Mekkeye hizmet işlerini anlatan Kadın şair Subay’ın, “Önünde fil ile
Mekke’ye saldıran ordu orada taşlanarak mahvoldu” mısrası bu olayın Habeş
valilerinden de önce geçtiğini vermektedir.
Yukarıdaki bölümde dikkatimi çeken
bu olay, şair Subay’ın Muhammet çağında yaşamış olabileceği endişesi ile
aklımda yer etmiş ama üstünde durmanın gereksiz olduğu firkrini uyandırdığından
bir uyarı notuyla idare etmiştim.
Oysa, birden devletli,
imparatorluk sahibi olan Hicaz Arapları kendilerine methiye yazdırmak için her
türlü masalı bile kendilerini yüceltmekte kullanmaktan çekinmediklerini ortaya
koymuşlardır.
Efsanelerde de anlatıldığı gibi
Yemen’de iktidarın “verimsiz, çöl” olması nedeniyle Roma’nın Habeş kralı
eliyle, İran’ın da Irak, Suriye valisi eli ile müdahale ettikleri ortadadır.
Buradan alınacak vergi de mutlaka “ne verirlerse versinler” şeklindeydi. Haracı
verdikten sonra ne Roma ne de İran krallarının gelip orada idareci değiştirmeyi
akıllarına getireceklerini düşünmüyorum bile. Çünkü Osmanlı bunlardan asker
bile almış değildir.
Arapların yazdığı peygamberin
hayatı kitabında da görüldüğü gibi tarih bilmemeceleri, bir kaç yıllık olayı
anlatırken de bir kaç bin yıllık efsaneyi anlatırken de aynı zaman kipleriyle
anlatmaları tarihi verilerinin güvenilir olmadığının da kanıtıdır. İbni
Hişam’ın derlediği bu kitabı dilimize çeviren çevirmenlerin de düştükleri
önemli önsöz notlarından birisi de budur.
Muhammet onları devlet yapınca,
Hicret tarihini esas almayı diğer kavimlerden görerek öğrenmişler hala “Hicri
takvim” yaygın olmasa da kullanılmaktadır.
Kısaca, Araplar tarih bilmezler,
masal severler, Hristiyan Necaşi’yi de komutanı Ebrehe’yi de Mecusi
olduklarından sevmedikleri için böyle bir masalı ona yakıştırmışlardır.Fil
vakası büyük bir yalandır, masaldır. Muhammet’in sayesinde kendilerini
yüceltmek için İslam tarihine yakıştırdıkları kesindir.
Helal olsun İbni İshak ta bizi
buraya kadar iyi işletti. Dikkat etmesek masala inanarak geçip gideceğiz. İşte
size asırlardır gerçek diye anlatılan, peygamberi, Kâbe’yi, dedesi ve kavmini
ululamakta kullanılan en önemli efsanelerden ‘Fil Vakası’nın, “hileci tanrının
hileci çocuklarının” büyük hilelerinden birisi olduğuna tanık olduk.
Şimdi, masaldan ibaret Ebrehe –Fil
olayı ile “yarı tanrı” ilan edilmiş Abdülmutallip’in hallerine geçelim.
6d-Abdülmutallip’in İlginç (İlahi)
Halleri;
a1-Kardeşleri gibi 12 çocuk sahibi olmak istediğinden,
birini adamak suretiyle çok çocuğa sahip olmayı Allah’tan dilemesi. (10 erkek
altı kızı olur)
b2-Ebrehe’nin Kabe’ye saldırmasında gösterdiği tutum ve
Kabe’yi Allah’ın koruyacağını bilmesi.
c3-Zemzem kuyusunun yerini rüyada öğrenmesi, kazarak
bulması.
d4-Zemzem kuyusu konusunda yargıç kahineye giderken, konak
yerinde, çölde devesinin ayağı altından su çıkması.
e5-Zemzem kuyusundan çıkan ganimetlerin çekilen kurada Kabe ile kendisine çıkması.
f6-Soyundan peygamber çıkacağına inanması ve bunun Muhammet
olacağına inanması. Bunun amcaoğlu Mekke baş keşişi Nevfel oğlu Varaka’nın ve
kızkardeşinin de bilmesi. Bu yüzden Abdullah’a kendini mal karşılığı önermesi.
7e-Abdülmutallip’in
Soyundan Peygamber Çıkacağının
Bilinmesi;
a)Muhammet’in Babası Abdullah’a, Varaka’nın Kızkardeşinin İlişki
Teklifi
Bu kadın Abdüluzza oğlu Esed oğlu
Nevfel oğlu Varaka'nın kız kardeşi idi. Kadın Abdullah'ın yüzüne
baktıktan sonra ona "Ey Abdullah! Nereye gidiyorsun ?" diye söz attı.
Abdullah "babamla gidiyorum" dedi. Kadın "Peki gel benimle
cinsi münasebette bulun senin yerine kurban edilen develer kadar deve vereyim"
dediyse de Abdulah "Ben şimdi babamla birlikteyim. Ondan ne ayrılabilirim,
ne de sözünden çıkabilirim" cevabını
verdi.
Söylendiğine göre Abdullah, Âmine
ile nikahlandıktan sonra hemen orada kendisiyle cinsi münasebette bulunmuş,
bundan sonra Âmine, Tanrı elçisi
Muhammed'e gebe kalmış. Abdullah Âmine'nin yanından çıkıp, evvelce
kendisiyle cinsi münasebette bulunmak teklif eden kadının yanına gelerek "hani,
dünkü söylediğin sözleri bugün niçin söylemiyorsun ?" diye sordu. Kadın
"E... dün alnında parlayan nur sönmüş, artık sana ihtiyacım yok"
cevabını verdi. Bu kadın,
Hıristiyan dininde olup dini kitaplara bakarak onlara uyan kardeşi Nevfel oğlu
Varaka'nın "bu milletten bir peygamber ortaya ç ıkacaktır" dediğini
zaman zaman işitmiş.S-115
b) Muhammet’e Gebe Kalan Emine’ye Gelen
Fısıltılar...
Tanrı daha iyi bilir ya, söylendiğine göre
Tanrı elçisi Muhammed'in
anası Vehb kızı Âmine şunları anlatırmış : Tanrı elçisi Muhammed'e gebe bulunduğu sıralarda kendisine
biri gelip "sen bu milletin ulusuna gebesin. O doğarken yere düştüğü zaman
(çekemeyenlerin her türlü kötülüklerinden onu Tanrıya emanet ederim) de ve ona
Muhammed adını ver" demiş.
Gene Âmine Tanrı elçisi Muhammed'e gebe
iken, ışığında, Suriye topraklarında bulunan Busra şehrinin saraylarını gördüğü bir nurun çıktığını görmüş”
Bunca sihirbaz, büyücü keşiş ve
rahibe tarafından kuşatılmış bir ailede böyle gaipten fısıltılar duyulmaması
tuhaftır. Bunda şaşıolacak bir şey yok. Bu millet Arabistan çöllerine
sürüldüyseler tek sebebi büyücü, sihirbaz olmaları ve topluma zarar
vermeleridir. Ayrıca İbni İshak’ın “Allah daha iyisini bilir” yerine “Tanrı
daha iyisini bilir” ve “Allah’ın elçisi” yerine “Tanrı elçisi”
deyimlerini kullanmasına dikkat edelim. Bu da bize gerçek Müslümanın “Allah”
adına pek sıcak bakmadığını, siyaseten “Allah” adını kullandığını
göstermektedir. Oysa Arap ırkçıları bize ne dedirtiyorlar? ;”Allah’ın resulü,
resulü ekrem efendimiz, Salli Allahü Vessellem”. Yesinler sizin putunuzu adi
ırkçılar, kültür emperyalistleri.
Busra Şehri, Suriye- Lübnan-Ürdün
yakınlarında Süryani Hristiyanların yaşadığı şehirdir ve Rahip Bahira’nın
epispokosluk ettiği kilisenin bulunduğu yerdir. Emine’nin evlilik öncesi tüccar
kervanlarıyla gezip Busra şehrini gördüğüne, bu yeri tanıdığına dair hiç bir
bilgi yoktur. Gördüğü iddia edilen görümlerden orasının Busra şehrinin
sarayları olduğunu çıkarması da akılla bağdaşır bir iş değildir. Mutlaka
bunları ona fısıldayanlar öğretmiştir veya, peygambere uluhiyet kazandırmak
için çok sonradan böyle düzenlenmiştir. Bütün siyer kitapları da böyledir
zaten.
Bu kadar mucize Muhammmet’in
doğumundan sonra Mekke halkına anlatılsaydı onun peygamberliğini kabul
ettirmede zorlanmaması gerekirdi.
c)Muhammet’in Kaybolması ve
Hristiyan Rahip Varaka’nın Bulması;
İbn-i İshak der ki : Tanrı daha iyi bilir ya halkı n söylediğine göre
Sa'd boyundan olan süt annesi, Tanrı
elçisini Mekkeye getirdiği zaman onu ailesine götürürken kalabalıkta
kaybetmiş. Ne kadar aradıysa bulamamış. Bunun üzerine dedesi
Abdülmuttalib'e gelerek "bugün Muhammedi beraber getirdim; fakat Mekke'nin
üst tarafına geldiğimiz zaman onu kaybettim. Tanrıya and içerim ki şimdi nerede
olduğunu bilmiyorum" demiş. Bunun üzerine Abdülmuttalib Kâbeye gidip
Muhammed'i bulması için Tanrıya
yalvarmaya başlamış. Söylediklerine göre Esed oğlu Nevfel oğlu Varaka ile
Kureyş kabilesinden başka bir adam,
Muhammed'i bulup Abdülmuttalib'e getirerek "İşte torunun Onu Mekkenin üst
tarafında bulduk, demişler. Abdülmuttalib Muhammedi alıp omuzlarına
bindirmiş ve onu avsunlayarak ve
kendisine dua ederek Kâbeyi tavaf etmiş, sonra annesi Amine'nin yanına
yollamış.”
Bu olayda dikkat edilecek konu,
çocuk kaybı değildir. Her insan çocuğunu unutabilir, bir süre kaybedebilir,
ender de olsa olan şeydir. Çocuğu
Varaka’nın bulup getirmesi dikkat çekicidir.
Bu olayda çocuk kaçırılıp,
oynatılmış, eğlendirilmiş, sevgisi kazanılmış böylece sokağa adım attığında
gideceği yer belirlenmiştir.
Bu olayın böyle olduğuna dair
delilleri okumaya devam edeceğiz. Zira çocuk herkesin hedefindedir.
Hristiyanlar Kureyşlilere din yaparak onları köleleri etme, Yahudiler de
İskenderiye’li Syrill faciasını tekrar yaşamamak için kurtulma derdindedir.
d) Muhammet’in Peşinde Habeş
Misyonerleri;
İbn-i İshak der ki: Bilgili bir
kimse bana şunları anlattı: Sa'd
boyundan olan süt annesinin Muhammed'i annesine getirişinde, süt annesinin
anlattığı sebepten başka bir de şu
sebep varmış: Süt annesi Muhammed’i sütten kesip Mekkeye götürdüğü zaman onu Habeşistan
Hıristiyanlarından bazı kimseler
görmüşler. Kendisine dikkatle bakıp her tarafını incelemişler ve süt annesinden, çocuk hakkında bazı şeyler sormuşlar. Bundan sonra süt annesine,
"bu çocuğu alıp kendi memleketimize, hükümdarımıza götüreceğiz; çünkü bu
çocuğun, bizim bildiğimiz bir hali olacaktır" demişler.
Kynk; Siret ül Resulullah İbni Hişam El Kalbi’nin
eserinin, Hz. Muhammet’in Hayatı A.Ü.İlhyt. Fak yay. 1971 S.122
e)Falcı kadının Muhammet’e
düşkünlüğü;
-İbn-i Hişam diyor ki Lihb,
Ezd-u Şenue kabilesinin bir boyudur
insan vücudundan fala bakan bir falcı
vardı. Bu falcı Mekke'ye
uğradığı zaman Kureyşliler, fallarına bakması
için çocuklarını ona
getirirlerdi.
Birgün Ebu Talib de o zaman daha
çocuk olan Tanrı elçisini, başka
kimseler fala baktırırlarken bu falcıya göstermiş. Falcı Tanrı
elçisine şöyle bir bakmış fakat
bu arada başka bir şeyle meşgul bulunduğundan o işini bitirdikten sonra büyük
bir merakla "hani o çocuk getirin bakayım" demiş, Ebu Talib falcının
bu şiddetli meraklı'''. görünce Tanrı
el-
çisini saklamış. Falcı "Kahrolasıcalar ! Demin gördüğüm
çocuğu bana getirin. Tanrıya and içerim ki o çocuğun ileride büyük bir
şanı olacaktır" sözünü
tekrarlayıp durduysada Ebu Talib çocuğu alıp uzaklaşmış. “
Kynk; Siret ül Resulullah İbni Hişam El Kalbi’nin
eserinin, Hz. Muhammet’in Hayatı A.Ü.İlhyt. Fak yay. 1971 S.66
Habeş misyonerlerinden putperst
tapınakların kahin falcılarına kadar Muhammet’i kovalama yarışının olması, Roma
imparatorunun ve Papa’nın Araplardan peygamber çıkarmak istediğini ve ona
vereceği ödülü duymayan kalmamış olduğunun delilidir.
f)Abdülmutallip’in Rumluğu;
Annesinin adı Selma’dır. Selma,
Yunan tanrısı Hermes’in, Afroditle evliliğinden doğan, doğduktan sonra kadınlık
organı da çıktığından adını “Hermafrodit koydukları oğlunun karısının adıdır.
Yemen’de de Selma Dağları adıyla anılan
dağlar bu eserde de geçmektedir.
Şimdi kaynağı okuyalım;
“İbn-i Hişam Diyor ki: Haşim oğlu Abdülmuttalib'in
annesi, en-Neccar boyundan Amr kızı
Selma'dır. İbn-i İshak'ın işaret ettiği gibi Tanrı elçisinin en-Neccar boyu ile dayılık
yakınlığı işte bundan dolayıdır.”
Kynk; Siret ül Resulullah İbni Hişam El Kalbi’nin
eserinin, Hz. Muhammet’in Hayatı A.Ü.İlhyt. Fak yay. 1971 S.123
g)Abdülmutallip’in Muhammet’in
peygamber olacağını bilmesi;
İbn-i İshak der ki: Tanrı elçisi, annesi öldükten sonra dedesi Haşim
oğlu Abdülmuttalib'in yanında kaldı. Kâbe duvarının gölgesinde Abdülmuttalib
için bir minder serilirdi. Abdülmuttalib çıkıp minderin üstüne oturuncaya kadar
oğulları bu minderin etrafında oturur
ve babalarına olan saygılanndan dolayı, aralarından hiç biri bu minderin üstüne
oturmazdı. İbn-i İshak sözüne devamla
şöyle der: Ancak Tanrı elçisi, artık gelişmiş
bir çocuk olduğu halde gelir ve Abdülmuttalib'in minderinin üstüne otururdu.
Amcaları onu tutup minderden indirmek
istedikleri zaman bunu gören Abdülmuttalib "oğlumu bırakın. Tanrıya and
içerim ki ilerde bunun şam büyük olacaktır" der, onu minderin üstüne,
yanına oturtur, eliyle sırtını okşar ve
onun böyle hareket etmesinden hoşlanırdı.”
ı)Rahip Bahira’nın Muhammme’t’in Peygamberlik Mührünü
keşfi;
Rahib Bahîra Kimdir?;
Bizans İmparatoru I.Konstantin
zamanın da Hristiyanlığın resmi dinler arasına alınmasıyla, Arabistan
Piskoposluğuna bağlı olarak (M.S.306-337) piskoposluk merkezi olarak kurulan
Büsra şehrinin manastrının baş
rahibidir. Buheyra ve Cercis adlarıyla da bilinmektedir Sonraları bu Büşra
Manastırı Antakya Başpiskoposluğuna bağlanarak Arabistan piskoposluğunun
merkezi olmuştur.
Tarih kaynaklarının verdiği bilgilere göre Hz. Peygamber'in zuhuruna
yakın dönemde yaşayan bütün yahudi ve hristiyanlar gelecek peygamberin bütün
özelliklerini tanıyor ve yakın bir zamanda davetine başlayacağını biliyorlardı.
Bazı Batılı araştırmacı ve ilim adamları son derece basit bir iddiada bulunarak
Hz. Peygamber'in birçok bilgiyi hatta Kur'an'ı Rahip Bahira'dan aldığını ve
İslâm'ı bu bilgiler üzerinde bina ettiğini ileri sürerler. Dokuz, on
yaşlarında bir çocuğun bir iki saatlik bir görüşme sırasında bu kadar bilgiye
sahip olmasının imkânsız olduğu, aklı başında olan her insanın takdir edeceği
bir husustur. Kaldı ki Kur'an, indiği günden günümüze kadar kendisine güvenen
herkese: “Eğer Kur'an'ın Allah'tan başkası tarafından olduğunu iddia eden
varsa, bu Kur'an'ın bir benzerini, bunu yapamıyorsa on suresinin, bunu da
beceremiyorsa bari bir suresinin benzerini getirsin.” (el-Bakara, 2/23; Hûd,
11/13) diye meydan okumaktadır.””
Elmalılı Hamdi Yazır’ın bu makalesinde, Rahip Bahira’nın mucizevi bir
yetenekle peygamber Muhammet’i çoban bırakıldığı devlerin yanından getirtip
sırtındaki peygamberlik mührüne bakması olayı tamamıyla bu şahsın peygamber
hakkında önceden bilgisi olduğunun delilidir.
Kendisinin Katolik kilisesince İsa’ya “şeytan Er Ruha” dediklerinden
dolayı soykırıma uğratılan Süryani rahiplerinden olmasının belirtilmesi ile
Sabilerin iyilerinin de cennete gireceğini anlatan Bakara 62. ayet tefsirinde
de peygamberlik öncesi Muhammet’in “Sabi olduğunu” yazanın da kendisi olması,
buna rağmen, Sabilerin Hristiyan olanlarına da Süryani denildiğini bilmesine
rağmen bunun üstünü örtmesi ilginçtir.
Ayrıca Bahira’nın sonra peygamber Muhammet’i takip eden aynı kilisenin
keşişi Nastura olayı da vardır.
i)Rahib Bahhira'nın Hikayesi
Peygamberin Baba annesinin soyunda
“İmran” adı ve babasının Ebu Talip ile kardeşliği;
“Söylendiğine göre Abdülmuttalib,
Ebu Talib'e Tanrı elçisine
bakmasını tavsiye etmiş çünkü
Tanrı elçisinin babası Abdullah ile Ebu
Talib, ana baba bir kardeş idiler. Anaları
Mahzum
oğlu İmran oğlu Abd oğlu
Aiz oğlu Amr'ın kızı Fatıma'dır.
İbn-i Hişam diyor ki: Bu soy
kütüğünde adı geçen Aiz, Mahzum
oğlu İmran'ın oğludur.”
İbn-i İshak der ki: Ebu Talib bir kafile ile birlikte ticaret
amacı ile Suriyeye gitmek istedi; yola
çıkmak için hazırlanıp yolculuğa karar verdiği zaman Tanrı elçisi üzülüp ona sarılarak kendisinden
ayrılmak istememiş.
Bu duruma dayanamayan Ebu Talib "Tanrıya and içerim ki onu yanıma
alıp birlikte götüreceğim. O benden ayrılmıyacak ben de ondan
ayrılmıyacağım" veya buna benzer sözler söyledi. Böylece onu yanında
götürdü. Kafile, Suriye topraklarında bulunan Busra'ya geldi.
Burada Bahira adlı
bir rahib, küçük bir tapınakta yaşıyordu.
Bu rahip Hıristiyanlar arasında en bilgili bir kimse idi. Eskidenberi
bu küçük tapınakta bulunan bir kitap burada yaşayan rahiplere geçtiği için,
eline bu kitap geçmiş olan her rahip
Hıristiyanların en çok bilgili kimsesi olurdu. Söylendiğine göre Rahibler bu
kitabı, yaşlısı gencine aktarmak suretiyle
biribirinden devralırlardı. Bu ticaret kafilesindeki Mekkeliler o yıl Bahira'nın
yanına indiler. Kureyş ticaret
kafileleri çoğu zaman bu rahib Bahira'nın yanına uğrarlardı, fakat Bahira
onlarla hiç konuşmaz ve ilgilenmezdi. Söylendiğine göre bu sefer Kureyşliler,
yanına uğradığında, tapınağından bakıp gördüğü bir şeyden dolayı onlara yemek vermiş. Gene söylendiğine göre
rahib, tapınağından kafilenin gelişini seyrederken bir bulutun Tanrı elçisini gölgelediğini görmüş. Kafile gelip
bir ağacın altına konmuş. Bahira, bulutun, ağacın üstüne geldiğini, ağacın
dalları= Tanrı elçisinin üstüne eğilip
gölge ettiğini de görmüş. Bahira bunu görünce tapınaktan inmiş, Kureyşli
adamları çağırmış ve onlara "Ey Kureyşliler! Size yemek
yaptım. Bu yemeğe hepinizin, büyüğünüzün küçüğünüzün, kölenizin ve hürrünüzün
gelmenizi arzu ederim" demiş. Bunun üzerine onlardan biri "Ey Bahira!
Tanrıya and içerim ki bugün sende başka bir hal var. Biz sana her zaman
uğrarız. O zamanlar bize böyle bir şey yapmazdın Bugün sendeki bu hal nedir
?" diye sordu. Bahira'da "evet doğru söyledin. Fakat ne de olsa siz
konuksunuz. Bunun için sizi konuklamak, yemek vermek istedim. Bu yemekten
hepiniz yiyiniz" dedi. Bütün Kureyşliler yemek yemeye geldiler. Ancak
Tanrı elçisi küçük olduğu için
adamların eşyalarının yanında ağacın altında kaldı. Bahira gelenler arasında onu
ve tanıdığı alameti göremeyince
"Ey Kureyşliler! Aranızdan hiç biriniz eksik olmadan hepiniz soframda
bulunmalısınız" demiş. Kureyşliler "Ey Bahira! Gelmesi gereken herkes
geldi. Ancak aramızda en küçük yaşlımız olan bir çocuk eşyaların yanında
kaldı" dediler. Bahira "Yapmayın, onu da çağırın; sizinle birlikte
yemekte bulunsun" dedi.
Bunun üzerine Kureyşlilerden biri "el-Lat ile el-Uzza adına
and içerimki Abdülmuttalib oğlu Abdullah'ın oğlunun bizimle birlikte bu yemeğe
gelmeyişi bizim için küçük düşüştür. Onu da birlikte getirmeliydik"
dedikten sonra kalkıp çocuğu kucaklayarak getirip öbürlerinin arasına oturtmuş.
Bahira çocuğu görünce ona çok dikkatle bakmaya, vücudunda daha önce
bildiği bazı yerleri kontrol etmeye başladı. Halk yemekten kalkıp dağıldıktan
sonra Bahira, çocuğa doğru gelip şöyle dedi: "Bak delikanlı! el-Lat
ve el-Uzza hakkı için sana
soracağım şeylerin cevabını ver".
Bahira Kureyşlilerin bu iki put üzerine and içtiklerini duyduğu için çocuğa
böyle söyledi.
Söylendiğine göre Tanrı elçisi
Bahira'ya;"el-Lat ile el-Uzza adına benden bir şey
isteme(*). Tanrıya and içerim ki onlardan nefret ettiğim gibi hiç
bir şeyden nefret etmem."
(*) Bütün kabilesi Mecusi olmasına rağmen, Muhammet bu cümleyi sekiz
yaşında kurabiliyorsa çoktan bir Nasturi veya Süryani olmuş demektir.
Bunun üzerine Bahira "peki Tanrı hakkı için sana
soracağım şeylerin cevabını ver"
dedi. Çocuk: "Öyleyse istediğini sor" dedi.
Bundan sonra Bahire çocuğa, uykusuna, durumuna ve bunlardan başka
hallerine ve işlerine dair sorular sormaya başladı. Tanrı elçisi bu soruların cevabını verdi. Hepsi de Bahira'nın önceden bildiği
sıfatlara uyuyordu. Bahira son olarak çocuğun sırtına da baktı ve iki omuzu arasında tas-tamam daha önce
bildiği bir de Peygamberlik mührünü gördü.
İbn-i Hişam diyor ki: Bu mühür kan alma aletinin izi(*) gibi bir
şeydi.
(*) “Kan alma aletinin izi” O çağlarda enjektör olmadığından ve
bilinmediğinden, hastalanan insan veya hayvanlardan kan alınarak tedavi denenir
buna da “HACAMAT” denilirdi.
İnsanlarda dirsek içinden temiz bıçakla keserek kan akıtmak şeklinde
yapılırdı. Sırttan veya belden hastalık belirmiş ise oradan o işe yarayan
aletle kesilir, pis kan boşaltılır ve yara kızgın demirle dağlanır/yakılırdı.
Bu da farklı cilt şekli olarak iz bırakırdı. Demek ki “peygamberlik mührü bir
hacamat aleti ve dağlama izine çok benziyordu.Zaten başka siyer yazarlarınca da
bu “et beni” olarak ta tarif ediliyordu. Arapların çocuklarına işaret koymak
için hamile iken kadına kavrulmuş kuru kahve çekirdeği yutturmaları yaygın bir
olaydır. Türklere de geçmiştir. Bu şekilde bir kaç santimetrelik et beni
oluşturmak mümkündür. Alaeddin Yavuz”
İbn-i İshak der ki: Bahira sorularını
bitirdikten sonra çocuğun amcası
Ebu Talib'in yanına gelip ona "bu çocuk senin neyin olur ?"
diye sordu.
Ebu Talib "oğlumdur" cevabını verdi.
Bahira "Hayir! O senin oğlun değil. Bu çocuğun babası sağ
olmamalıdır" dedi.
Ebu Talib "doğru... O benim yeğenimdir" dedi. Bahira "Peki
babası ne oldu ?" dedi.
Ebu Talib "annesi bu çocuğa gebe iken o öldü"
dedi. Bunun üzerine Bahira "doğru
söyledin. Bu yeğenini hemen memleketine geri götür; Onu Yahudilerden koru.(*)
Tanrıya and içerim ki Yahudiler çocuğu görüp benim anladıklarımı anlarlarsa ona kötülük yaparlar. Çünkü
senin bu yeğeninin ileride büyük bir şanı
olacaktır, sen onu hemen geri memleketine götür" dedi.
(*) Yahudi Tevrat’ında, “dedikleri çıksa da peygamberlik iddiasında
bulunan herkesi öldürün” ayeti vardır. Ayrıca Roma’nın Hristiyan olmasından
sonra, “İsayı öldürdükleri suçlamasıyla” yaşamadıkları sürgün, soy kırım şekli
kalmamıştır. İskenderiye’li Siril’in açtıkları felaket o çağlarda daha
unutulmamıştır. Adamlar haklı kardeşim. Dünyayı değiştiren adamlar onlardan
çıkıp, onların başına bela oluyor. İsa bir ise Muhammet de ikinci Yahudi. Eee
üstüne de Hristiyanlığın yeni modeliyle gelecek. Nasıl öldürmesin Yahudi?
Bunun üzerine çocuğun amcası
Ebu Talib Suriyedeki ticaret işlerini bitirdikten sonra hemen çocuğu
alıp Mekke'ye döndü. Halkin söylediklerine göre ehli kitaptan olan Zureyr,
Temmam ve Deriz adlarındaki kimseler, Tanrı elçisinin, amcası Ebu
Talib ile birlikte yaptığı bu
seyahatinde Bahira'nın gördüğü şeyleri görmüşler.
Bu üç adam o şeyleri
gördüklerinde çocuğa kötülük yapmak istemişler, fakat Bahira onların bu
niyetlerine karşı gelmiş, çocuğun
adının, sözü geçen kitapta anıldığını
ve sıfatlarının sayıldığını
onlara hatırlatmış ve eğer ona
dokunmak isterlerse bu işte başarı elde
edemiyeceklerini söylemiş; böylece bu üç adam Bahira'nın söylediklerini
anlamış, onlara inanmış ve çocuğu
bırakıp gitmişler. 113
j)Tanrı Elçisinin Hatice İle
Evlenmesi
İbn-i Hişam diyor ki: Ebu Amr
el-Medeniden naklen bazı bilginlerin
bana anlattıklarına göre Tanrı
elçisi 25 yaşına geldiği zaman Galib oğlu Luey oğlu Ka`b oğlu Murre
oğlu Kilab oğlu Kusay oğlu Abdüluzza oğlu Esed oğlu Huveylid'in kızı Hatice ile evlenmiş.
İbn-i İshak der ki : Huveylid'in
kızı Hatice tüccar bir kadın olup şeref
ve servet sahibi idi. O para ile adam tutup ticaret yapar ve muayyen bir Ur
karşılığında onlara borç verirdi. Zaten bütün Kureyş kabilesi, ticaretle uğraşan bir kabile idi.
Hatice Tanrı elçisinin doğruluğunu, eminliğini, iyi huylu
olduğunu duyduğu zaman ona haber yolladı. Meysere adındaki kölesi ile birlikte
kendisine, evvelce kervanını götürenlere
verdiğinden daha fazla ücret vermek şartiyle kervanını Suriyeye götürmesini teklif etti. Tanrı elçisi bu teklifi kabul etti; Hatice'nin
kervan ını götürdü.
Hatice'nin kölesi Meysere de
onunla beraber gitti; Suriyeye vardılar.
Tanrı elçisi, bir rahibin kulübesinin (savmaa'sının)
yakınında bulunan bir ağacın gölgesine kondu.
Rahip, Meysere'nin
yanına gelip: "Şu ağacın altına konan adam kimdir ?" diye
sordu.
Meysere - "bu adam kutlu
bölge halkı olan Kureyş kabilesinden bir kimsedir" cevabını
verdi.
Bunun üzerine rahip ona:
"Şimdiye kadar bu ağacın altına ancak 200 Peygamber konmuştur" dedi.
Tanrı elçisi getirdiği malları
sattı (Mekke'ye götürmek üzere)
istediği malları satın aldı, sonra
Meysere ile birlikte Mekke'ye döndü. (Bu rahip Bahira öldükten sonra yerine
geçen Nastur’dır. Yani, kısaca Nasturi Hristiyan’dır. Bu mezhebin kurucusu
Nasturiyus’un adını taşımaktadır. Mekke keşişi Varaka kervanın çıkacağını bilen
birisi. Güvercin ile habercilik o zamanın en hızlı iletişim şekli. Bir
güvercin, Mekke’den Busra’ya bir saat gibi sürede gelir. Rahibin Muhammet’in
geleceğinden haberdar olması, Muhammet’in de doğrudan Rahip ikametgahının
çevresini konak yeri tutması boşuna değildir. Bahira olayında
Hristiyanlaştığını görmüştük. Bunlar Muhammet’i pazarlama senaryosudur. Gerisi
oku oku git. Alaeddin Yavuz.)
Söylediklerine göre Meysere, öğle
vakti sıcağın arttığı zamanlarda iki
meleğin Tanrı elçisini, deve üstünde
gittiği sıralarda güneşten gölgelediklerini görürmüş. Tanrı elçisi Mekke'ye dönüp getirdiği malları Haticeye teslim etti. Hatice bu
malları sattı, iki kat veya bu miktara
yakın bir Ur(*) elde etti. Meysere de rahibin sözlerini ve iki
meleğin onu güneşten koruyarak gölge edişlerini Hatice'ye anlattı.
(*) Ur, Sabilerde şeytan Er
Ruha’nın oğlu ve kocasıdır. Aynı zamanda da cehennemin de kralıdır. Arapların
parayı şeytanın oğlu ile eşleştirmeleri bence mantıklıdır.
Hatice, azimli, şerefli ve
anlayışlı bir kadındı. Tanrı da ona ulu bir mertebe nasib etmek istemişti.
Bunun üzerine Meysere ona gördüklerini ve duyduklarını anlattıktan sonra Hatice bir gün Tanrı elçisine haber yollayarak söylediklerine
göre şöyle demiş: "Bak ey amcam oğlu! Aramızdaki akrabalık, senin kavmin
arasındaki şerefin, emniyetli oluşun, iyi huyun ve doğruluğundan dolayı seni beğendim". Hatice bundan sonra
ona, kendisiyle evlenmesini teklif etti.
Hatice kendisiyle evlenmesini
Tanrı elçisine teklif edince Tanrı elçisi durumu amcalarına bildirdi. Bunun
üzerine Tanrı elçisinin amcası Abdülmuttalib oğlu Hamza (Tanrı ona rahmet etsin) onunla birlikte kalkıp
Esed oğlu Huveylid'in yanına gitti, Hatice'yi istedi ve böylece Tanrı elçisi Hatice ile evlenmiş oldu.”
İbn-i Hişam diyor ki: Tanrı elçisi Hatice'ye kalınk (mehr) olarak 20
genç dişi deve verdi. Hatice Tanrı
elçisinin ilk karısı idi. O,
Hatice ölünceye kadar üstüne evlenmedi. Tanrı Haticeden razı olsun.
İbn-i İshak der ki: İbrahim hariç,
Tanrı elçisinin bütün çocukları Haticeden doğdu. Bunlar : Kasım-ki
Tanrı elçisi bunun adıyle künyelenirdi-
Tahir, Tayyib, Zeyneb, Rukayye, Ummu Kulsum ve Fatıma (onlara selam olsun)
dırlar.
İbn-i İshak der ki : Huveylid'in
kızı Hatice, kölesi Meysere'nin
Muhammed hakkında rahibden duyup anlattığı
şeyleri ve iki meleğin onu güneşden gölgeleyip koruduğunu görmüş olduğunu Abdüluzza oğlu Esed oğlu Nevfel
oğlu Varaka'ya anlattı. Varaka Hatice'nin amcası oğlu olup kendisi Hıristiyandı. Dini kitapları okumuş
ve halkın ağzında dolaşan bir çok bilgileri edinmişti. Varaka,
Hatice'nin anlattıklarını işittiği
zaman ona, "ey Hatice ! Eğer bu söylediklerin doğru ise hiç şüphesiz
Muhammed bu milletin Peygamberi olacaktır. Bu milletin içinden bir Peygamber
çıkacağını biliyorum. Onun ortaya çıkma
zamanı artık gelmiştir. Veya buna
benzer şeyler" dedi.
(Bunlar senaryo asıl sır
aşağıdaki cümlede, adam ne salak bunca uğraşa rağmen hala tavına gelemedi diye
kurdeşen döküyor aslında. Alaeddin Yavuz)
İbn-i İshak sözüne devam ederek
der ki: Bundan sonra Varaka, Peygamberin ortaya çıkışını beklemekte sabırsızlanarak "daha
ne zamana kadar bekleyeceğiz" dermiş.
Varaka bu hususta şu beyitleri
söylemiştin: "Beni ağlatan bir kaygı ve Hatice'nin zaman zaman
anlattıklarından dolayı sabırsızlandım.
Zaten hatıra işlerinde de sabırsızım. Ey Hatice ! Anlattıklarından
ümitlenerek Peygamberin ortaya çıkışını Mekke'de bekleyişim çok uzadı.
Anlattıkların bir rahibin söyledikleridir ki bunlar doğru olmaz diye
korkuyorum. (İşte, çocukluğundan beri Muhammet’e eğitiminden
kazandırdığı sahte başarılarına kadar her türlü harcayarak yatırım yapan, ailesini ve Kureyş’in
yarısını buna ikna eden adam, Muhammet’in yeteneksizliğinden çıldırmak
üzeredir. Daha nasıl söylesin? Alaeddin Yavuz.)
Muhammed bizim başımıza
geçecekmiş, kendisine karşı çıkacak olanı yenecekmiş. O, bütün
memlekette nur saçacak, bu nurla halkın düzensizliğe düşmemesini sağlayacaktır.
Onunla savaşan ziyan edecek, ona uyacak olan başarıya ulaşacaktır.
Bu iş olacağı zaman keşke ben
de hayatta olsam da ona ilk uyan olsam.
Kureyşliler Mekke'de
gürültüler çıkarsalar bile ben onların nefret ettikleri (Muhammed'in
tebliğ edeceği) dine girerdim.
Onların nefret edip alçaldıkları o din vasıtası ile ben Tanrıya yaklaşmayı
ümit ederim.
Alçalmak, gökteki bütün burçlan
yaratanın seçtiği kimseyi inkâr etmekten başka bir şey değildir. Onlar ve
ben o zamana kadar (Muhammed'in dinini tebliğ
edeceği zamana kadar) yaşarsak kâfirlerin, karşısında
dayanamıyacakları olaylar ortaya
çıkacaktır. Yok eğer ölürsem, zaten ölüm herkesin başına gelecek bir
felâkettir."
Kynk;
Siret ül Resulullah İbni Hişam El
Kalbi’nin eserinin, Hz. Muhammet’in Hayatı A.Ü.İlhyt. Fak yay. 1971 S.123
Adam her şeyi organize etmiş ama
Muhammet’in eblehliği onu çıldırtmış olmalı ki,Hatice’ye ‘ona söyle de bir an
önce işine başlasın’ der gibi konuşuyor. Haklı adam.
Buraya kadar Muhammet’in yaşamında
“Hristiyanlığı benimsemesinden dolayı” bir kuşukunuz kaldıysa eğer, biraz daha
verelim. Zira, aynı çağlarda Araplarda Mecusilikten bıkkınlık ve yeni Hanif
dini tebliğ edecek peygamberin dinine girme beklentisi vardır.
Aynı dönemde Muhammet’ten başka, biri
kadın olmak üzere dört tane peygamber
adayı vardır.
Roma imparatorluğu ile İran
imparatorluğu arasında sık sık el değiştiren Arap yarımadasına iki devlet de
kendi dinlerini dayattıklarından bu yarımada halkının bir dinde karar kılması
mümkün olamamıştır. Irak’tan Hürmüz körfezini takiben Yemen’e kadar olan
bölgede İran, Yemen’den kuzeye Hicaz üstünden Ürdün’e kadar da Roma hakim
olmaktadır.
Roma’nın 290 yılda bu bölge
halkına Hristiyanlığı kabul ettirememesinin sebebi de burada sürekli egemenlik
kuramamasındandır. Biraz da çoraklığı nedeniyle oralara gidecek gönüllü
misyonerin pek az çıkmasındandır.
Ama bu günler geride kalmış, Roma
Hristiyanlığı dayatmıştır. Onlardan bir peygamber çıkartarak yeni dine daha
kolay geçirmeyi hesaplamıştır. Seçilecek peygamberin çıkacağı kabile, yarımada
genelinde eski putperest değerleri ile yeni Nasturi, Süryani Hristiyan
dinlerini de içine alacak iman motiflerini barındırmalı, her kabileyi tek
imanda toplamalıydı.
Bu yüzden ağırlık Kureyş’in
ağırlığından Muhammet’e verilmiştir. Muhammet’i öne çıkartan da dedesi
Abdülmutallip’in yeğeni Varaka’nın Mekke’nin Nasturi kilisesinin baş keşisi
olmasıdır. Bu kadar Hristiyanın peygamber ve kabilesini kuşatmış olması,
sürekli müdahalede bulunması, olayları yönlendirmesi, asırlardır “Haçlılarla
CİHAT yapmış dedelerimiz adına size rahatsızlık vermiyor mu? Bana veriyor.
İşte Nasturi Hristiyan Varaka’nın
efsanesi, İbni İshak’tan olayı derleyen İbni Hişam’dan;
ARAPLARIN YENİ BİR DİN ARAYIŞLARI
Abdüluzza
Oğlu Esed Oğlu Nevfel Oğlu Varaka, Cahş Oğlu Ubeydullah, Huveyris Oğlu Osman
ile Nufeyl Oğlu Amr Oğlu Zeyd'in Hikâyesi İbn-i İshak der ki:
Bir
bayram günü Kureyş kabilesi, saygı gösterdikleri, adına kurban kestikleri,
yanında ibadet ettikleri ve çevresinde dolaştıkları bir putun yanında toplandı. Bu bayram, Kureyş kabilesinin her yıl kutladığı bir bayram idi.
Ancak 4 kişi, kabileden ayrılıp gizlice birbirlerine : Dost olalım,
birbirimize karşı doğru davranalım.
Durumumuzu da gizli tutalım dediler.
Bunlar:
Luey oğlu Kal) oğlu Murre oğlu Kilab oğlu Kusay oğlu Abdüluzza oğlu Esed oğlu
Nevfel oğlu Varaka, Huzeyme oğlu Esed oğlu Düdan oğlu Ganm oğlu Kebir
oğlu Murre oğlu Sabire oğlu Ya'mer oğlu Riab oğlu Cahş oğlu Ubeydullah -ki bunun annesi
Abdülmuttalib'in kızı Umeyme'dir-, Kusay
oğlu Abdüluzza oğlu Esed oğlu Huveyris oğlu Osman ile Luey oğlu Kaab
oğlu Adiy oğlu Rizah oğlu Riyah oğlu Kurt oğlu Abdullah oğlu Abdüluzza oğlu
Nufeyl oğlu Amr oğlu Zeyd'dirler.
Bu
dört kişi bir araya gelip birbirlerine
“Bilmeliyiz ki kavmimizin benimsediği din doğru bir din değildir.
Onlar, dedeleri Hz. İbrahim'in dininden ayrıldılar. Çevresinde döndüğümüz bu
taş parçası nedir? O, ne duyar, ne görür ne de bir kimseye bir zararı veya faydası dokunabilir Bakın arkadaşlar kendimize bir din arayalım. Yoksa
Tanrıya and olsunki benimsediğimiz şu din doğru bir din değildir, dediler.
Bundan sonra Hz. İbrahim'in dini olan Haniflik dinini aramak üzere ba şka başka
memleketlere dağıldılar.
Nevfel
oğlu Varaka ise Hıristiyanlık"benimsedi. Hıristiyanlardan
aldığı kitaplara merak sardırdı ve böylece ehl-i kitabın bilgilerini elde
etmiş oldu.
Cahş oğlu Ubeydullah ise, tereddüt içinde
kaldı. Sonunda müslüman oldu ve müslümanlarla birlikte Habeşistana göç
etti. Bu göç sırasında yanında, müslüman olan karısı Ebu Süfyan kızı Ummu
Habibe de vardı. Ubeydullah Habeşistana varınca Hıristiyan olup
müslümanlıktan ayrıldı. Sonunda orada Hıristiyan olarak öldü.
İbn-i
İshak der ki: Zübeyr oğlu Ca'fer oğlu Muhammed bana şunları anlattı: Cahş oğlu Ubeydullah Hıristiyan olduktan sonra Tanrı elçisinin Habeşistanda bulunan
arkadaşlarının yanından geçtiği zamanlarda "Biz gözlerimizi açtık. Siz
hala gözlerinizi açmak için kırpıştırıyorsunuz fakat ışığı göremiyorsunuz" dermiş. Ubeydullah
bu sözü ile: Biz hakikatı gördük, siz
görmek istiyorsunuz henüz göremediniz demek istemiştir." İbn-i İshak der
ki: Ubeydullah öldükten sonra Tanrı
elçisi onun karısı olan Harb
oğlu Ebu Sufyan'ın kızı Ummu Habibe ile
evlendi.
İbn-i
İshak der ki: Hüseyin oğlu Ali oğlu Muhammed bana şunları anlattı: Tanrı elçisi Ummu Habibeyi almak üzere Necaşiye, Umeyye oğlu Amr
Damrî’yi yolladı. Amr, Ummu Habibeyi Necaşi’den istedi. Necaşi Ummu Habibe'nin
nikahını kıydı ve Tanrı
elçisi yerine ona 400 dinar kalıng ) verdi. Ali oğlu Muhammed der ki:
Mervan oğlu Abdülmelik'in, kadınların kalingının en çok 400 dinar olmasını kararlaştırmış olması Ummu Habibe'nin
kalıngının 400 dinar oluşundan dolayı
olsa gerektir. Ummu Habibe'yi Tanrı
elçisine eş olarak veren kimse
As oğlu Said oğlu Halid idi.
İbn-i
İshak der ki: Huveylis oğlu Osman ise, Bizans imparatorunun yanına gidip
Hıristiyan dinine girdi ve imparatorun yanında iyi bir mevkiye yükseldi.
İbn-i
İshak der ki: Nufeyl oğlu Amr oğlu Zeyd ise ne Yahudiliğe ne de
Hıristiyanlığa girmedi.
Böyle
olmakla beraber kavminin dininden ayrıldı, putlara tapmadı, murdar kan ve
putlara kurban edilen hayvanların etini yemedi. Kızların diri diri gömülmesi
adetinin doğru olmadığını söyledi.
"Ben Hz. İbrahim'in Tanrısına tapıyorum" diye söylüyordu. Kavminin benimsediği
dinin kusurlarını yüzlerine vururdu.
Hz. Ebu Bekir'in kızı Esma'nın torunu
Hişam, nenesi Esma'dan naklen babası
Urve'den bana şunları anlattı.
İbn-i İshak der ki: Babası yoluyla onun
annesi Ebu Bekir kızı Esma (Tanrı ikisinden de razı olsun) dan, Urve oğlu Hişam bana şunları anlattı: Ben Nufeyl oğlu Amr oğlu Zeyd'i çok
ihtiyar bulunduğu bir sırada sırtını
Kabe duvarına dayamış olduğu
halde dururken gördüm. O "Ey Kureyşliler ! Amr oğlu Zeyd'in canı elinde bulunan Tanrıya and içerim ki benden
başka hiç biriniz Hz. İbrahim'in dininde değilsiniz" demiş, "Ey
Tanrım! Sana ne şekilde ibadet edilmesini istediğini bilsem o şekilde ibadet
ederdim, ama bunu bilmiyorum" diye ilave etmiş, sonra da elini yere
koyup avucunun içine secde etti.
İbn-i
İshak der ki: bana anlatıldı ki Zeyd'in
oğlu, Nufeyl oğlu Amr oğlu Zeyd oğlu Said ile amcası oğlu olan Ömer b. Hattab Tanrı elçisine gelip ona "Amr oğlu Zeyd adına, kendisini
bağışlaması için Tanrıdan af
dileyebilir miyiz ?" diye sormuşlar, Tanrı elçisi de onlara "Evet, dileyebilirsiniz. Çünkü o kendi
başına doğru bir dine inanmış olarak
haşr olunacaktır" buyurmuştur.143
Nufeyl
oğlu Amr oğlu Zeyd , kavminin inandığı
dinden ayrılmış ve bu uğurda
kavminin kendisine yaptığı işler
hakkında şu şiiri söylemiştir : "Yollar ayrıldıktan sonra ben bir
Tanrıya mı yoksa bin Tanrıya mı inanacağım. Lât ile Uzza'dan yüz çevirdim.
Zaten sab ırlı bir adam da böyle yapar.
Uzza ile onun iki kızına inanmam. Amr boyunun iki putunu da ziyaret etmem.
Hübel'e de inanmam. Halbuki o, eski zamanda henüz aklım ermediği sıralarda
bizim Tanrımız idi. Gecelerle gündüzlerin geçişinde aklı başında olan bir kimsenin fark edeceği,
hayret edilecek nice hikmetler vard ır. Ben de hayret ettim. Tanrı, işleri
güçleri fenalık olan bir çok kimseleri yok etti. Bazı kimselerin yüzü suyu hürmetine başkalarını yaşattı
ve böylece bunların çocukları
yetişip büyüdü. Bir zaman olur ki zayıflamış bir insan yeniden sıhhat kazanıp üzerine çiğ düşmüş
ağaç dalı gibi canlanır. Ben, o
bağışlayıcı Tanrı suçlarımı
bağışlasın diye esirgeyici Tanrıma tapıyorum. Tanrınızın dinine
sımsıkı sarılın. Zira ona bağlı kaldığınız müddetçe ziyan etmezsiniz. Inanan
kimselerin oturaca ğı yer cennet,
kâfirlerin oturacağı yer ise gürül gürül
yanan cehennemdir. Kâfirler için hayatta yüz karas ı vardır. Öldükten sonra da onlar dayanamıyacakları şeylerle karşılaşacaklardır."
Gene
Nufeyl oğlu Amr oğlu Zeyd bu konuda şu beyitleri söylemiş-İbn-i Hişam diyor ki
: Bu beyitler Ebu's-Salt oğlu Umeyye'nin olup onun bir kasidesinde geçmektedir.
Ancak ilk iki beyit ve sonuncu beyit Umeyye'nin değildir. Birinci beyitin
ikinci mısrağı İbn-i İshak'dan değil de
başka birinden rivayet edilmiştir-:
"Övgümü
ve zamanın sonuna kalacak olan düzgün sözlerimi Tanrıya sunuyorum. O Tanrı ki ne onun üstünde ne de onun ayarına yakın
başka bir Tanrı yoktur. Ey insan oğlu
ölümün sonucunu akıldan çıkarma. Sen yaptığın şeyleri Tanrıdan saklıyamazsın.
Sakın Tanrıya ortak koşma. Apaçık doğru yol önünde besbellidir. Tanrım beni
esirge. Sen Tanrımsın. Cinlerin ümidi sende, benim ümidim de sendedir. Ey
Tanrım! Tanrı olarak seni tanıdım.
Artık bundan sonra senden başka ikinci bir Tanrıya inanmıyacağım. Ben,
kendisine dua edenlerin duasını duyan
Tanrıya inanırım. Duayı duymayan bir
tanrıya (putlara) asla inanmam. Bir bağış
ve rahmet olarak Hz. Musa'ya bir elçi melek gönderen sensin. O melek
yoluyla ona dedinki: Ey Musa! Harunla birlikte gidip şu zalim Firavunu Tanrıya
inanmaya çağırın. Ona: Şu yer yüzünü yapıp direksiz olarak durduran sen misin?
Şu gök kubbeyi direksiz çatan sen misin? eğer sen isen ne iyi bir ustasın.
Geceleyin o gök yüzünü aydınlatan ve bu suretle halka yol gösteren sen misin?
Doğduğunda ışığının üzerine düştüğü her şeyi aydınlatan güneşi her sabah
doğduran kimdir? Meyveleri, sebzeleri tab taze yetişen tohumları toprakta filizlendiren ve bunların üzerinde
yeniden tohum yaratan kimdir ? Bütün bunlarda aklı başında olan kimse için (Tanrımn varlığını gösteren) nice deliller vardır, deyin. Ey
Tanrım! Yunus balığının karnında günlerce kalan Yunus Peygamberi bir bağışlama
eseri olarak kurtaran sensin. Ey Tanrım! Senin adınla dua ediyorum; sen de
bağışlıyorsun. Gene suçlarım çoğalıyor. Ey kulların Tanrısı bana bağışta bulun, beni esirge,
çocuklarımı artır ve malıma bereket kat."
Gene
Amr oğlu Zeyd , karısı Hadrami
kızı Safiyye'ye sitem ederek şu
beyitleri söylemiş: İbn-i Hişam diyor ki: Hadramrnin künyesi: Ekber oğlu İmad
oğlu Abdullah olup kendisi Sadif boyundandır. Sadif'in künyesi de Malik oğlu
Amr olup kendisi Kindi oğlu Eşres oğlu Sektin boyundandır. Kindi yerine Kinde
de denilip bunun soy kütüğü şöyledir : Sebe' oğlu Kehlân oğlu Zeyd oğlu Arib
oğlu Amr oğlu Mihsa' oğlu Zeyd oğlu Uded oğlu Murre oğlu Haris oğlu Adiy oğlu
Afir oğlu Merda' oğlu Sevr oğlu Kinde. Bu soy kütüğünde şu değişiklik de
söylenir:
Sebe'
oğlu Kehlân oğlu Zeyd oğlu Malik oğlu Merda'. İbn-i İshak der ki: Amr oğlu
Zeyd, Hz. İbrahim (S. A S) dini olan Hanifliği aramak üzere Mekkeden çıkıp yer
yüzünde gezip dolaşmayı
kararlaştırmıştı. Karısı Hadrami
kızı Safiyye onu her defasında Mekke
den çıkmak için hazırlanmış gördüğünde
gidip Nufeyl oğlu Haddab'a haber verirmiş. Nufeyl oğlu Haddab Zeyd'in
amcası oğlu ve aynı zamanda anabir kardeşi olup kavminin
dininden ayrıldığı için Zeyd'e sitem
edermiş. Haddab Zeyd'i Safiyye'nin kontrolu altına bırakıp Safiyye'ye
"Zeyd'in Mekkeden çıkmaya kalktığım görür görmez bana haber ver"
demiş. Bunun için de Amr oğlu Zeyd karısına sitem ederek yukarıda zikri geçen
şu beyitleri söylemiştir:
"Ey
Safiyye! Beni hor görme. Horlukla benim hiç bir ilgim yok. Ben horluğa
düşeceğimden korktuğum zaman çabucak çekip giderim. // Ben hükümdarların
kapılarına vurup yanlarına girerim, ıssız çölleri aşıp geçerim. Aramızdaki
bağları kolayca koparırım ha. Horluğu
ancak derisi yüzülen yaban eşeği kabul eder. Bununla beraber o bile,
kesildikten sonra böğürlerini yere çarpmakla, hayır ben horluğu kabul etmem
demek ister. Anabir kardeşim, sonra amcamın oğlu olan kimsenin sitemli sözleri
de pek hoşuma gitmiyor. O, kötü sözlerle bana sitem ettiği zaman kendisine
cevap vermem. Bu durumda beni üzer. Ama istesem onu susturacak cevaplar
verebilirdim."
145
İbn-i
İshak der ki : Nufeyl oğlu Amr oğlu Zeyd'in yakınlarından naklen bana şunlar
anlatıldı: Zeyd mabedin içinde Kâbeye yöneldiği zaman şöyle dermiş :
Ey
Tanrım! Ibadet ederek ve boyun eğerek temiz niyetle sana geldim. Hz. İbrahim'in
Kıbleye yönelerek ayakta durup sığındığı
Tanrıya ben de sığındım der sonra "Ey Tanrım! Sana karşı boynum büküktür. Üzerime ne yüklesen
katlanırım. Ben kibiri değil iyiliği arıyorum. Güneşin altında yürüyen, gölgede
uyuyanla bir olamaz" diye ilave edermiş.
İbn-i
Hişam diyor ki: Zeyd'in geçen son sözleri "iyilik daha geç unutulur.
Kibir ise çabuk unutulur. Güneşte yürüyen kimse ile gölgede uyuyan bir olamaz"
şeklinde de söylenir.
Yezid'in
geçen sözlerindeki "Kâbeye yönelerek" sözü bazı bilgi sahipleri yoluyla rivayet edilmiştir.
İbn-i İshak der ki : Nufeyl oğlu Amr oğlu Zeyd gene bu konuda şu beyitleri
söylemiştir :
"Üzerinde
ağır kayalar taşıyan yer yüzünün inandığı
Tanrıya inandım. O Tanrı yer
yüzünü dümdüz edip su üstünde durdurduğunu görünce üzerine dağları koydu.
Tatlı su taşıyan bulutların
inandığı Tanrıya inandım. O bulutlar
bir şehre yöneltildiği zaman boyun eğip gider ve bardaktan boşanırcasına oraya
yağmur yağdırır."
Hattab,
Zeyd'e eziyet edip onu Mekkenin üst tarafına çekilmek zorunda bırakmıştı. Zeyd,
Mekkenin karşısında bulunan Hıra dağına çekildi. Hattab, Zeyd'i gözetlemek için
Kureyş kabilesinin bazı gençleri ile bazı külhanbeylerini görevlendirip onlara "Zeyd'i Mekkeye
sokmayınız" diye tembih etti. Bu sebeple Zeyd , ancak gizli olarak
Mekkeye giriyordu. Kendisini gözetlemekle görevlendirilen gençler onun Mekkeye
girdiğini öğrenince hemen Hattab'a haber verir ve onu yeniden Mekkeden çıkarır,
üstelik eziyette ederlerdi. Bunlar Zeyd Kureyşlileri dinlerinden ayartmasın
ve bir kimse dininden ayrılıp ona uymasın diye ona karşı böyle sert davranıyorlardı. Bunun
üzerine Zeyd, kavminden kendisine tecavüz edenlere, kutlu bölge halkından
olduğunu hatırlatarak şu mısraları
söylemiştir :
"Ey
Tanrım! Ben kutlu olmayan bölgeden değil kutlu bölge halkındanım. Evim de
herkes tarafından bilinen Safa tepesi yanında, kutlu bölgenin ta ortasında
bulunmaktadır."
Sonunda
Zeyd, Hz. İbrahim (A. S.) in dinini bulmak üzere Mekkeden çıkıp gitti. Zeyd
Hıristiyan papasları ile Yahudi
hahamlarına sora sora giderek Musul ve Cezire bölgelerine geldi.
Oraları gezdikten sonra Suriyeye varıp
orayı da gezip dolaştı, sonunda Belka
bölgesinde bir tepede barınan bir papasın yanına geldi. Dediklerine göre papas,
Hıristiyanların en büyük bilgini imiş. Zeyd papasdan Hz. İbrahim'in dini olan
Hanifliği sordu. S-146
Papas
ona : sen öyle bir din arıyorsun ki, bu zamanda onu sana bildirecek bir
kimseyi bulamazsın. Ancak çıkıp geldiğin memleketinde ortaya çıkacak olan bir
Peygamberin gelmesi zamanı yaklaştı. Bu
peygamber, Hz. İbrahim'in dini olan Haniflik ile gönderilecektir. Sen gene o
memlekete git. Zira bu Peygamber bu günlerde gelecektir. Artık onun ortaya
çıkışı zamanı çok yakındır.
Zeyd
daha önce Yahudilik ile Hıristiyanlığı
incelemiş, fakat bu iki dinde de kendisini tatmin edecek bir şey
bulamamıştı. Bunun için şimdi papasın kendisine söylediklerini duyar duymaz
Mekkeye dönmek üzere çabucak yola çıktı. Yolda Lahm kabilesinin yurdunun
ortalarına vardığında bu kabile halkı
kendisine saldırıp öldürdüler.
Bunun
üzerine Esed o ğlu Nevfel oğlu Varaka , Zeyd'in arkasından ağlıyarak şu
beyitleri söyledi: "Ey Amr'in oğlu! Doğru yolu buldun, yükseldin, böylece
gürül gürül yanan bir ateş tandırında
yanmaktan kurtuldun. Şöyle ki, benzeri olmayan bir Tanrıya inandın. Tanrı yerine tapılan putları oldukları
gibi bıraktın, istediğin dini buldun. Tanrıyı bir tanımaktan hiç şaşmadın. Bunun için şimdi sen iyi bir yurtta
barınıp orada saygı içinde içip
eğlenmektesin. Orada, Tanrının sevgilisi (İbrahim Peygamber) ile buluşursun.
Sen halk arasında durup kırıcı ve
cehenneme gidecek cinsten bir kimse değildin. Eh, insan yetmiş kat yerin altında bile olsa Tanrının rahmeti
ona ulaşır."S-142-143-144-145-146-147
MAĞARA
İBADETİ ve MUHAMMET’İN HİRA MAĞARASINA ÇEKİLMESİ
Mağarada ibadet, İranlıların
atalrı olan Perslerin (Farsilerin) eski dinleri İran Mitracılığı
(Mihrilik-Güneşe ibadet) dinlerinde önemli bir yer tutuyordu. Şehir dışında,
yüksek dağların barındırdığı, toplumun gürültüsünden uzak, insanın kendisini
rahatça dinleyebileceği, kendisini meditasyona rahatça verebileceği ortamı
sağlaması bakımından düşünülmüş olabilir.
İran Mihriliğinden doğan Grek
Mitracılığı, ondan Romalıların ürtettikleri Roma Mitracılık dini de mağara
ibadetini esas alıyordu. Asırlarca İran, Grek ve Roma hakimiyetinde kalan
Anadolumuzda da özellikle Hakkari, Urfa, Mardin, Hatay, Kapadokya bölgelerinde
bu dinlerin dindarlarınca yapılmış sayısız mağara vardır. İtalya Roma’nın
merkezinde bile hala korunan ve ilk Hristiyanlarında ibadet ettikleri mağara
kiliseler ve mağara yatır mezarları bulunmaktadır.
Bu günkü Irak ve Suriye
sınırımızda bulunan binlerce mağaranın bir ucu Türkiye’ye diğer uçları Suriye,
Irak ve İran ülkelerine açıldığı bilinmektedir. Bu mağaralar tarih boyunca
kanun kaçaklarının, Haramilerin, Roma’nın yasakladığı Hristiyanlığın
inananlarınca barınak olarak kullanılmıştır. Kapadokya mağaralarının da
Roma’nın baskısından kaçan ilk Hristiyanların saklandıkları barınaklar
oldukları tarhihi bir gerçektir.
Peygamber Muhammet’in çekildiği
Hira mağarası ise böyle görekemli mağara olmak şöyle dursun, üç büyük kayanın
“U” harfi şeklinde bir kapıdan girildiğinde en fazla 15-20 m2lik bir alan
olması, sonradan Mağara ibadeti amacıyla yapıldığını düşündürmektedir.
İslam öncesi Mekke halkının bu
mağaraya çekilerek tefekküre dalmakta kullandıklarını, bu olayın önceki dine
ait bir gelenek olduğunu şimdi ekleyeceğimiz “peygamberliğin vahyinin
başlangıcı efsanesinde okuyacağız.
Henüz peygamberliğin tebliğ
edilmediği Muhammet’in de eski dinin geleneklerine göre tefekküre çakilmek için
mağaray çekilmesi kadar olağan bir şey de olamaz.
Mağaraya çekilme geleneğini, İbni
İshak bize kitabın 149. sayfasında şöyle vermektedir;
“İbn-i İshak der ki: Zübeyr
ailesinin kölesi olan Keysan oğlu Vehb bana şunları anlattı: Abdullah
İbn-i Zübeyr'in Katade oğlu Umeyr oğlu Ubeyd Leyseriye "Ey
Abdullah! Anlat bakayım Tanrı elçisine
(A.S.) Cebrail (A.S.) yoluyla Peygamberlik geldiği zaman bu işin
başlangıcı nasıl olmuş ?" dediğini işittim.
Ben hazır bulunduğum halde Ubeyd,
Abdullah İbn-i Zübeyr ile onun yanında bulunanlara anlatarak söze başladı:
"Tanrı elçisi her yıl bir ay
müddetle Hıra dağında inzivaya çekilirdi Bu adet Kureyş kabilesinin cahiliye devrinde annmak ve
Tanrıya yaklaşmak için baş vurduğu bir
adetti."
İbn-i İshak der ki: Kureyşin bu
adetini anarak Ebu Talib şu beyiti söylemiştir: "Sevr dağına,
Sebir dağın yerine oturtana ve Hıra dağına çıkıp inene and içerim ki"
Bu iki kaynak bize, mağara
ibadetinin, zaten Mecusi (İran Zerdüştlüğünden doğan şeytan ibadeti Zervanilik
dininin Arap gelenekleriyle karıştırılmış hali) dininde olduklarını biliyoruz.
Geçmiş çağlarda İran dininden de
etkilenmiş Sabilik, ondan doğan Süryanilik ile Nasturilik gibi Ortodoks
Hristiyan inancında da mağara ibadetinin olduğunu da peygamberlik öncesi Sabi
dinine girdiğini bildiğimiz Muhammet tarafından uygulanmasında görüyoruz.
Şimdi peygambere ilk vahyin inişi
efsanesini İbni İshak’tan okuyalım;
“İbn-i Hişam diyor ki:"
İbn-i İshak der ki: Keysan oğlu
Vehb de şunları anlattı: Ubeyd
sözlerine devam ederek şöyle dedi: Tanrı
elçisi (A.S.) her yıl o ayda inzivaya çekilir kendisine gelen yoksullara
yemek yedirirdi. Tanrı elçisi
(S.A.S.) yalnızlığa çekilme süresi olan bu ayı geçirip dağdan iner, inişinde evine gitmeden önce ilk yaptığı iş
Kâbeye gidip onun etrafında 7 defa veya daha az yahut daha fazla dolaşmak
olurdu. Sonra evine giderdi.
Muhammed'in Tanrı tarafından gönderildiği yılda Tanrının ona,
üstünlük payesini vermek istediği ay ki bu ay Ramazan ayıdır- gelip çatınca
Tanrı elçisi (S.A.S.) herzaman
yaptığı gibi bu defa da ailesiyle
birlikte Hıra dağında yalnızlığa çekildi. Tanrının Muhammed'i
Peygam- berlikle üstün kıldığı ve bütün
kullara merhamet ettiği gece gelince Cebrail (A.S.) Yüce Tanrının emriyle ona
geldi.
Tanrı elçisi şöyle der: Uyuyordum, elinde atlas bir kab içinde bir
kitab olduğu halde Cebrail bana geldi : "Oku" dedi. Ben:
"Ne okuyayım" dedim?
O zaman Cebrail elindeki kitabla
göğsüme çöktü. (Bu anda) o kadar bunaldım ki ölüyorum sandım.
Sonra beni bırakıp (tekrar) "Oku"
dedi.
Ben ona "ne okuyayım"
dedim. O zaman Cebrail elindeki kitapla göğsüme çöktü o kadar bunaldım ki
ölüyorum sandım.
Sonra beni bırakıp (gene) "Oku"
dedi. Ben ona "ne okuyayım" dedim O zaman Cebrail (üçüncü defa)
elindeki kitapla göğsüme çöktü, o kadar bunaldım ki ölüyorum sandım.
Sonra beni bırakıp "Oku"
dedi.
Ben ona "ne okuyayım"
dedim. Cebrail göğsüme çökmesin diye her defasında ona "ne okuyayım"
diye soruyordum.
Sonunda o bana şunları oku dedi: "Yaratan Tanrının adıyla
oku; O Tanrı ki insanı bir atmıktan yaratmıştır. En üstün olan
Tanrın adına oku; O Tanrı ki kalemle
(yazmayı öğretmiş) insana bilmediğini
belletmiştir." (XCVII, 1-5).
Ben bunları (ayetleri) okudum. Sonra Cebrail beni
bırakıp gitti. Ben uykudan uyandım, okuduğum ayetler sanki kalbime
yazılmış gibi hatırımda kalmıştı.
Bulunduğum mağaradan çıktım, dağın ortalarına geldiğim zaman
gökten gelen bir ses işittim; bu ses bana: "Ey Muhammed! Sen Tanrı elçisisin, ben de Cebrailim"
diyordu.
Ben başımı gök yüzüne kaldırıp baktım Cebraili,
ayaklarını gök yüzünün ufuklarına
germiş bir adam şeklinde gördüm. O
bana hala "Ey Muhammed! Sen Tanrı
elçisisin ben de Cebrailim" diyordu.
Ben durup
ona baktım. Ne bir adım ileri ne de bir adım geri gidebiliyordum.
Gözlerimi , gök yüzünde gezdirmekle ondan ayırmağa çalışıyor fakat nereye
baksam onu hep o şekilde görüyordum. Ne ileriye bir adım ne geriye bir
adım atmadan orada donup kaldım”
Cebrail “Oku” dedi, Muhammet sonunda “okudum” dedi. Ama
öylemiydi?
Çünkü Muhammet Okuryazar da Değildi;
İslamiyet’ten önce peygamber Muhammet’in kabilesi
Kureyşliler, İran Mecusiliği (Zervanilik) inancına bağlı şeytana tapınan bir
kavimdi. Mekke ve çevresi olan Hicaz bölgesinde, namaz kılan Şemsi (Lev Tahor
Yahudileri,) namaz kılan Ortodoks Hrisityanlar (Süryaniler, Nasturiler,
Yakubiler) yanında Ay Tanrısı Dini inancı hakimdi. Grek İncil’i, Tevrat
Yahudileri dışındaki dinlerin tümünde “kitap kirlenir” inancıyla okuryazarlık
sadece ilk doğan kız ve erkek çocuklarından tapınaklara adanmış olan rahipler,
rahibeler ile sıkı dini eğitim görmüş ve yüksek rahip sıfatında olan krallar,
şahlar, onların çocukları ile aynı soydan gelen yüksek rütbeli askerler ve
bürokratlar okur yazar olabiliyorlardı.
Mecusi bir ailede doğan Muhammet’in Allah’ın Bekçileri”
adıyla bilinen ve Kabe’yi korumakla görevli Kureyş kabilesinden olduğu için
okuryazar olma şansı vardı. Amcalarından Varaka okuryazardı ve Mekke Nasturi
kilisesinin baş keşişiydi ve Muhammet’e ilgisini okumuştuk.
Ancak, anne karnında altı aylıkken babası Abdullah’ın, iki
veya altı yaşında da annesi Emine’nin ölümleri onu hem yetim, hem oksüz hem de
malı mülkü olmayan muhtaç biri olmasını sağlamıştı.
Bu yüzden dedesi Abdülmuttallip onu korumasına almış,
ölümünden sonra da amcası Ebu Talip onu da Ebubekir takip ederek
koruyuculuklarını yapmışlardı.
Bu şartlarda “okuryazar olmayan ümmi” olması çok doğaldı.
Bu cahilliğini de Elmalılı Hamdi Yazır’ın Kur’an mealindeki
ayetlerde görelim;
Alak (İkra) Suresi96.;
Meâl-i Şerifi;
96:1- Yaratan Rabbinin adıyla oku!
96:2- O, insanı bir alekadan
(embriyodan) yarattı.
96:3- Oku! Rabbin sonsuz kerem
sahibidir.
96:4- O Rab ki kalemle yazmayı
öğretti.
96:5- İnsana bilmediği şeyleri
öğretti.
Tefsiri;
96:1-“Rabbinin adıyla oku!.
Yani onun yüce adıyla,
"Allah" yüce ismi ile başlayarak oku. Okumaya başla. Yukarıda geçtiği
üzere bu emir inerken, başlangıçta Hira mağarasında Hz. Muhammed'in zatına
melek gelip canına tak diyen şiddetli bir sıkıştırma ile yalnız "oku"
demiş.
O zamana kadar Hz. Muhammed okumak
bilmediği için "ben okumuş değilim" yani okumak bilmem ki ne
okuyayım? demişti. Bunun üzerine yine şiddetli bir sıkıştırma ile "oku"
demiş. O da yine "ben okumuş değilim" demişti. Demek ki o ilk iki
"oku" emri henüz Kur'ân değil, okuma denilen işe başlamak için
heceletme cinsinden hazırlayıcı bir emir teklif idi. Kur'ân, üçüncü
defaki sıkıştırmadan sonra olan iş bu "Rabb'inin adıyla oku!"
emri ile başlamıştı.
"Sen önceleri kitap nedir
iman nedir bilmezdin." (Şurâ, 42/52)
Çünkü Hudeybiye anlaşması belgesinde yazılan bir kelimeyi silmek için
hangisi olduğunu Hz. Ali'ye sorduğu bilinmektedir.
Bununla beraber "Şifa" ve "haşiyelerinde"
anlatıldığı üzere sonradan katibi Hz. Muaviye'ye "Yani divite ham
ipek koy, kalemi yan kes, ba'yı uzat, sin'i(n dişlerini) ayı r, mim'i köreltme,
Allah (kelimesini) güzel yap, er-Rahmân'ı uzat er-Rahîm'i güzel yap (süsle)."
meâlinde besmeleyi güzel yazmasını emr ve tarif ettiğine dair bazı hadislere
göre yazıyı bildiği de söylenmiştir. Bunu özel bir vahiy ile söylemiş olması
düşünülmekle beraber bu "oku" emrinden sonra yirmi üç sene
Kur'ân'ı okumak ve yazdırmak vazifesi olmuş olan Hz. Peygamber'in bu müddet
içinde yazıyı da bellemiş olması akla uzak değil, uygundur.
Verilen tefsir açıklamalarında da
Muhemmet’İn okuryazarlığının tartışmalı olduğunu, ama yazıyı bellemiş
olabileceği kanaati olduğunu da gördük. Muhammet gerçek peygamber olmadığından,
ilahi yolla da okuryazarlığı elde edemediğinden belki de eski dinlerin tesiriyle
okuryazarlıktan korkmuş olabilir. Bu dinlere mensup insanlarda bu kural hala
geçerlidir.
Rahman ve Rahim Allah konusunun
Kur’an’a ve İslam’a ait olmadığını yukarıda örnekleriyle görmüştük.
“Oku” emrinin indiği İkra Suresinin peygamberin rüyasında
gerçekleştiğini okuduk. Bu da, olayın gerçekliğini şüpheye düşürmektedir. Oysa
bu olay bize asırlardır gerçekmiş gibi öğretilmiştir.
Çocukluğundan beri dedesi Abdülmutallip’in amca oğlu olan
Nevfel oğlu Varaka’nın peygamber üzerindeki etkisi tartışılamaz derecede
önemlidir.
Süt annesi Halime’nin onu dedesine getirdiğinde kaybolması,
Varaka’nın onu bulup teslim etmesi, bu kaybolma esnasında çocuk Muhammet’e
neler olduğu bilinmemektedir.
Amcası Ebu Talip ile çıktığı yolculukta, Busra şehri
episkoposu, Arabistan kiliselerinden sorumlu rahip Bahria’nın onu görüp
tanıması ile onlar yola çıkmadan Varaka’nın gönderdiği bir güvercin mektubu
haberiyle gerçekleşmiş olması veya haberli yapılan bir iş olması muhtemeldir.
Sonradan peygamberi ululamak için bu hikayeler yazılmıştır.
Bahira ile konuşan sekiz yaşında Muhammet’in kabilesinini
kutsal saydığı El Uzza ve Menat üzerine yemin etmemesi, onların dışında ne
yemin istenirse kabul edeceğini söylemesi, Muhammet’e Süryani veya Nasturi
Hristiyanlığın kendisine aşılandığının delili sayabiliriz.
Mecusi Kureyşlilerin Kâbe etrafında hac etmeleri bir
putperestlik kalıntısı olsa da Nasturi ve Süryani Ortodoks Hristiyanlarının
kendilerini “Hanif din” olarak tanımladıklarını ve hala hac geleneklerinin
bulunduğunu, hac etmek için Kudüs, Mısır piramitleri ile Kâbeyi kutsal
saydıklarını kendi yayınlarında tekrar ettiklerinden biliyoruz.
Bakara Suresi 62. ayette geçen Sabilerin iyilerinin cennete
gideceği bildirilmektedir. Sabi olan Muhammet’in de Kâbe’de mağara ibadeti
dönüşünde tavaf yapmasında bu yüzden bir tuhaflık yoktur. Çünkü, Sabilerin
yaratılış mitinde, küçük gök ana, dişi şeytan Er Ruha Mekke’deki eşiti El
Uzza’nın rahmidir. Güneş, Ay, Dünya dışındaki 12 burç ile birlikte 63 gök
cisminin de anasıdır. Çıplak tavafın da temeli, ölüp rahme geri dönüşü
amaçladığındandır.
Buraya kadar Muhammet’in Ortodoks Süryani-Nasturi
Hristiyanlığı inançlarına göre yetiştirilmesinin izlerini gördük. Rüyalarla ilk
mesajların gelmesi, ilk vahyin rüya ile gelmesi, rüya sonrası eve dönerken
cebrail’i tekrar görmesi, yıllarca onun psişik dini eğitimin etkisinde nasıl
yoğrulduğunu göstermektedir.
Bu yaşadığı olayları ondan başka ne gören ne de tanıklık
eden vardır. Hepsi Muhammet’in iç dünyasında “aşırı dini eğitimin etkisiyle
gelişmiş“ düşlerden başka bir şey değildir. Böyle olduğu da yazılmaktadır
zaten.
Peygamber Muhammet’in uyandıktan sonra evine dönerken
Cebrail’i görünce donup kalması, Tervat’ta Hacer ana ve diğer kutsal kişilerin
de başına gelen olaydır.
Sara’yı kızdırıp sonunda evden kaçan Hacer’i yolda bir melek
durdurur. Muhtemelen Cebrail olması gereken bu melek, ona geri dönmesini ve
çocuğunu doğrumasını, o çocuğun soyundan büyük bir nesil üreyeceğini söyler. Bu
anda Hacer ana donup kalmış, kıpırdayamaz haldedir ve melek gittikten sonra
“Tanrıyı görüp sağ kaldım” diyerek topladığı taşlardan bir anıt diker ve sonra
kestiği şükür kurbanıyla bu anıtı kurbanın kanıyla yıkar.
Muhammet de çocukluğundan beri kendisine anlatılan Yahudi ve
Hristiyan efsanelerin etkisiyle bunu tekrarlamıştır.
Ayrıca, peygamberlik belirtilerinin Hatice ile evlenmesinden
sonra ortaya çıkması da dikkat çekicidir.
Hatice hem Varaka’nın hem de peygamberin amca çocuğudur.
Peygambere de Varaka’ya da “amcaoğlu” diye hitabı ile verilen soy secereleri
uyuşmaktadır.
Peygamberin rüyalarını dinleyen, onun beklenen peygamber
olabileceğini müjdeleyen ve bunu amcaoğlu Varaka’ya tasdikleten Hatice’dir.
İslam kaynakları bize, Hatice’nin “ruhani kişiliği” hakkında
bilgi esirgemektedirler. Oysa, her şeyin başı Hatice’dir.
Peygamberi çocuk gibi avutmakta, rüyalarını yorumlamakta
hatta gördüğü Cebrail’in “melek mi yoksa şeytan mı” olduğundan kuşkulanmakta ve
bunu test edebilmektedir.
Bu kadar bilgiyi sadece ticaretle uğraşan bir kadın nerden
bilmektedir?
Bunun açıklaması İslam kaynaklarında yoktur.
Hatice’nin derin dini bilgisini, peygamberin diğer eşlerinin
hiç birisinde görmek mümkün değildir.
Varaka ile arasında akrabalık dışında gizli bir iman bağı
olduğu da “Alak Suresinin” inmesini takiben Muhammet’i doğrudan Varaka’ya
götürmesinden de anlaşılmaktadır.
Cebrail ile görüşen Muhammet olmasına rağmen, onun şeytan
olmasından kuşkulanan ve test eden Hatice’nin “doğru bilgiye sahip olduğuna”
peygamber nasıl inanmaktadır?
Peygamber adayı olan ve haberci melek Cebrail’i gören
Muhammettir ama peygamberin görgüsüne, tanıklığına itimat etmeyip meleği de
peygamberi de sınayan bir Hatice benim aşırı şekilde dikkatimi çekmektedir.
İşte tam bu olayı şimdi okumak için, Peygamber Muhammmet’in düşlerine dayalı
anılarına geri dönelim;
“”Sonunda Hatice beni aramak üzere adamlarını yollamış; bu adamlar beni arayarak Mekke'nin
üst tarafına kadar gidip tekrar Hatice'nin yanına dönmüşler. Ben hala aynı yerde duruyordum.
Sonunda Cebrail beni bırakıp
gitti. Bundan sonra ben karımın yanına gelip onun kucağına oturarak
sımsıkı sarıldım.”
Allah’ın peygamber olarak seçtiği,
ona haberci meleği cebrail ile vahiy gönderdiği, en azından Mekke’den Suriye’ye
kadar bir coğrafyayı gezmiş, her şeyden haberi olan, “40” kırk yaşında bir
adamın, “55” yaşındaki karısının
kucağına oturup, çocuk gibi titrediğini okumak bütün dinleri ve kutsal dini
karakterleri okumuş biri olarak bana çok tuhaf gelmektedir. Böylesini ilk defa
okuyorum.
Muhammet bu kadına neden bu kadar
güvenmektedir ve kadın/Hatice, ona “Ebu’l Kasım = Kasım’ın babası” diyerek bir
baba olduğunu hatırlatarak söze başlaması çok ciddi bir eğitim aldığına da
işaret etmektedir.
Hayatı bilen, halkına önder olacak
askeri ve ilmi sıfatlara haiz bir halk önderi değil de zorla, alelacele bir yerlere getirilmeye çalışılan bir zengin
çocuğu karakterinden, bir peygamber yaratma çabası sergileyen bir kadın olan
Hatice’nin konumu çok önemlidir. Hatice, dağlara çıkıp, mağaralarda uyuyan,
bırakıldığı yerde de bulunmayan, kaybolan, akli dengesi bozulmuş bir kişiden,
sokakta bulamadığı çocuğu için endişelenen bir ana koruyuculuğu ve şefkati ile
adeta kucağında peygamber yetiştirmektedir. Okuyalım;
“ O bana : "Ey
Ebu'l-Kasım! Nerede idin? Tanrıya and içerim ki seni aramak üzere arkandan
adamlarımı yolladım, bunlar seni araya araya Mekkeye kadar gidip geldiler"
dedi.
Bunun üzerine ben ona gördüklerimi
anlattım.
O zaman Hatice bana "Ey
amcam oğlu sana müjde olsun. Bu işde diren. Hatice'nin canı elinde bulunan Tanrıya and olsun ki senin bu
milletin Peygamberi olacağını umuyorum"
dedi.
Muhammet’in görümlerini anlatması
sanki onun beklediği bir halmişçesine Hatice’nin onu doğrulaması ve teşvik
etmesi dikkat çekicidir. Oysa aksine kafayı yeyip yemediğinden emin olması için
bir doktora veya o zamanın şartlarında bir kahine götürmesi gerekirdi. O da
bunu Varaka’ya götürerek yapmaktadır. Burada da ikisi arasında bir gizli
siyaset havası olduğu da açıktır.
Hatice’nin de Hristiyan olan
amcaoğluna olan güveni, kendisinin de Mekke’nin Kâbe’de bulunan kâhin ile pek
arasının olmadığına, Hristiyanlığa meyilli olduğuna hatta bir rahibe olduğunu
düşünmemize neden olmaktadır. İşte Hatice, müjdeli haberi aldı ve doğru
amcaoğluna gidiyor;
“Sonra Hatice kalkıp üstünü
başını düzelti ve amcası oğlu olan
Kusay oğlu Abdüluzza oğlu Esed oğlu Nevfel oğlu Varaka'nın yanına gitti.
Varaka daha önce Hıristiyanlığı
kabul etmiş din
kitaplarını okumuş, Tevrat ve İncil'i
bilir kimselerin sözlerini işitmişti.
Hatice ona, Tanrı elçisinin (S.A.S.), görüp işittiğini
kendisine anlattığı şeyleri nakletti. Bunun üzerine Nevfel oğlu Varaka
Hatice'ye "kutlu olsun, kutlu olsun. Varaka'nın canı elinde
bulunan Tanrıya and olsun ki ey Hatice bana anlattıkların doğru ise Muhammed'e
gelen, evvelce Musa Peygambere gelmiş
olan elçi Melek (Namus-ı Ekber)
olmalıdır; Muhammed de bu milletin Peygamberi olacaktır. Ona söyle : bu işte
dirensin" dedi.
Varaka’nın hiç şüphelenmeden,
yılların emeklerinin karşılığını bekleyen bir öğretmenin sevinciyle Muhammet’in
görümlerini kutlaması, iki Hristiyanın, Araplara bir peygamber yaratmasının sevincidir,
başka şekilde yorumlamak olası değildir.
Yukarıda, Muhammet’in
peygamberliğindne çok önce Kâbe önünde “yeni hanif İbrahim dinini aramaya”
karar veren dört kişiden birinin de Varaka olduğunu hatırlayalım.
Arapların ilkel dini yaşamları
onları yahudi ve Hristiyanlara karşı utandırmaktadır. Tanrı onlara değişmeleri
için peygamber göndermiyorsa onların bir peygamber yaratmayı kafaya koydukları
daha o sözleşme ile de sabittir.
Artık, yıllardır verdikleri dini
eğitim meyvesini vermiş, saralı Muhammet, tanrıdan cebrail yoluyla vahiyler
aldığını iddia eder hale gelmiştir. Biraz da siyasi destek verildiğinde onun
peygamber olmadığını kimse yalanlayacak ta değildir.
Peygamber yaratma oyununun baş rol
oyuncuları Varaka ile Hatice’dir. Oyunu okumaya devam edelim;
“Bundan sonra Hatice, Tanrı elçisi (A.S.) nin yanına dönüp Nevfel oğlu
Varaka'nın söylediklerini anlattı. Tanrı
elçisi (S.A.S.) inziva süresini bitirip Mekkeye döndüğünde her zaman
yaptığı gibi hareket etti. Önce Kâbeye gidip tavaf etti, Kâbeyi tavaf
ederken, Nevfel oğlu Varaka ona raslayıp "Ey kardeşimin oğlu!
Gel bakalım şu görüp işittiklerini bana da anlat" dedi. Bunun üzerine
Tanrı elçisi (S.A.S.) görüp
işittiklerini ona anlattı.
Bunları dinleyen Varaka Muhamed'e "Varakanın canı elinde bulunan Tanrıya and olsunki sen bu
milletin Peygamberisin. Sana gelen Melek daha önce Musa Peygambere gelmiş olan elçi melek (Namus-ı Ekber) dir. Sana yalancısın diyecekler,
eziyet edecekler, yerinden yurdundan çıkaracaklar ve seninle döğüşecekler. O
güne kadar yaşarsam Tanrıya öyle yardım ederim ki" diyerek uzanarak
Muhammed'in başından öptü. Bundan sonra Tanrı
elçisi (S.A.S.) evine döndü. İbn-i İshak der ki: Zübeyr ailesinin kölesi
olan Ebu Hakimoğlu İsmail, Hatice (R.A.) yoluyle kendisine şunların anlatıldığını bana söyledi :
Varaka’nın sevinçten uçtuğu
ortadadır. Sanki vahiyleri o göndermişçesine bir bilgiçlikle peygamberin yakın
gelecekte yaşayacağı hicret olayını da ona müjdeleyivermiştir. Hristiyanlığı
benimsemiş, biraz İncil biraz Tevrat okumuş ve onları bilen Yahudi ve Hristiyan
din adamlarını dinlemiş sıradan biri olarak tanıtılan ama bal gibi derin dini
bilgisi olduğu ortada olan, gelecekten bilgi veren bir Hristiyan keşişi
karşımızda durmaktadır.
Şimdi sıra geldi Hatice’nin
Cebrail’in “cin mi şeytan mı” olduğunu sınamasına;
CEBRAİL NASIL KAÇIRILIR OYUNU
“Hatice Tanrı elçisine (S.A.S.) "Ey Amcam oğlu! Şu
sana gelen melek bir daha gelirse bana haber verebilir misin ?" demiş.
Tanrı elçisi ona: "Evet haber verebilirim" demiş.
Hatice ona: "Öyle ise bir
daha sana geldiği zaman bana haber ver" demiş.
Çok geçmeden Cebrail (A.S) her
defasında yaptığı gibi gene ona gelmiş.
Tanrı elçisi (S.A.S.) Hatice'ye dönüp "ey Hatice ! İşte Cebrail
geldi" demiş.
Hatice ona "ey amcam oğlu
kalk da sol dizimin üstüne otur" demiş.
Bunun üzerine Tanrı elçisi (S.A.S.) kalkıp Hatice'nin sol
dizinin üstüne oturmuş. O zaman Hatice ona "Onu görüyor musun ?"
diye sormuş, Tanrı elçisi "evet
görüyorum" demiş.
Hatice ona "öyle ise kalk
sağ dizimin üstüne otur"
demiş. S-151
Tanrı elçisi (S.A.S.) kalkıp Hatice'nin sağ dizinin üstüne oturmuş.
O zaman Hatice ona "şimdi
de onu görüyormusun ? diye sormuş.
Tanrı elçisi "evet görüyorum" demiş.
Hatice ona "Peki öyleyse
kalk kucağıma otur" demiş. Tanrı
elçisi (S.A.S.) kalkıp Hatice'nin kucağına oturmuş. Hatice ona "hala
onu görüyor musun ?" diye sormuş
o da "evet görüyorum" demiş.
O zaman Hatice, kucağında
Tanrı elçisi (S.A.S.) oturmuş bulunduğu halde yüzünü açıp peçesini
indirmiş ve Muhammed'e "nasıl
hala onu görüyor musun ?" diye sormuş
o da "hayır, artık görmüyorum" demiş.
Bunun üzerine Hatice Muhammed'e
"ey amcam oğlu! Müjde olsun. Bu işte diren, Tanrıya and olsun ki bu
bir melektir, şeytan olamaz" demiş.
İbn-i İshak der ki: Ben bu sözleri
Hasan oğlu Abdullah'a anlattım. O da bana dedi ki: "Ben annem olan
Hasan kızı Fatıma'nın Hatice'den naklen
bu sözleri anlattığını işittim. Ancak
annemin şöyle dediğini de duydum: Hatice gömleğini sıyırıp Tanrı elçisini (S.A.S.) çıplak vücuduna çekip
kucaklamış. O zaman Cebrail gitmiş. Bunun üzerine Hatice Tanrı elçisine (S.A.S.): "Bu bir melektir.
Şeytan olamaz" demiş”
Cebrail bir cin olduğuna göre, her
kılığa ve her şekle girebilmektedir. Sabilik dininde kıyametin günahları
kusursuz tartan adil yargıcı, doğru terazisi onun elindedir. Ayrıca da bir
diğer sembolü de “erkeklik organıdır”. Greklerin Hermes’i ile aynıdır.
Yani kadın erkek demez, çıplak
gördüğü an geçirir. Sabiler asırlar boyunca tol boylarına kilometre taşı olarak
Cebrail’in erkeklik organını dikmişlerdir.
Bunu Sabi İncil’i okuyan rahip
Varaka, yada rahibe Hatice ve onlardan Hristiyan olmuş, peygamberlik iddia
ettirilen Muhammet bilmiyor muydu?
Yani, “tapınak fahişeliği
dinlerinde” cebrail veya Allah , ilahiler, çalgılar, içkili yemekler eşliğinde
çağrılır, cinsel ilişkiye girilir ve öğrenilmek istenilen bilgiler öğrenilirdi.
Bu yolları Cebrail de Hatice de
Muahmmet de biliyordu.
Hatice Muhammet’i kucağına alınca
Cebrail nereye geçer dersiniz?
Takdir sizin.
Zaten bu olaydan sonra Cebrail
geldiğinde “Muhammet, Hatice’ye selam söyle” der. Hatice de “Selam Allah’ındır,
Allah’ın kendisidir.” Der. Bu cümleler, sıradan hileci bir Arap tüccarı kadının
işi değildir. Ruhbanlık gerektirir.
Anlaşılması gereken anlaşılmıştır
umarım.
Başka açıdan da şöyle düşünsek;
Mahremiyetle Cebrail’in sınanması
gerektiğini Hatice nereden biliyordu?
Gökyüzünde Allah’ın sayısız
meleklerinin en başta gelen dört meleğinden birisi olan Cebrail’e bu hareketi
yapmak kimin haddineydi?
Cebrail sanki bu kadar kıymetli
bir melek değil de Busra şehrinin manastır rahibinin posta güvercinimişçesine
onu mahremiyetle sınamak hangi aklın ürünüydü?
Ya Kâbe’de iş tuttukları için taş
edilen Safe ile Merve gibi çarpılsaydılar?
Bu inanan bir insanın girebileceği
bir risk değildir.
Buna ancak, Muhammmet’in görümlerinin
kendi anlattıklarının yansıması olduğunu bilen birisi cesaret edebilir, aksi
dinen mümkün değildir.
Bunu yapabilecek kimse o zamanın
Hristiyan ve Yahudilerinden değil de “tapınak Fahişeliği dinine ibadet eden,
tapınakta, yemekli, içkili, müzikli, ilahiler eşliğinden tanrıyı çağıran,
ilişkiye geçip gaybı öğrenme geleneği olan dinin rahibeleridir.
Rahip Bahira ve Varaka’nın Süryani
veya Nasturi olduklarına göre, Sabilerin böyle ibadetlerini ortodoks
Hristiyanlığa taşıdıklarını düşünebiliriz.
Hatice’nin yaptığı ancak böyle
açıklanabilir. Yani bilimsel adıyla “Tapınak Fahişeliği Dini”.
Huveylid Kızı Hatice'nin İslam Oluşu
Huveylid kızı Hatice Muhammed'e inanıp Tanrı tarafından ona geleni tasdik edip
Peygamberlik ödevini yerine getirmekte Peygambere yardım etti. Bu kadın
Tanrıya, onun elçisine (S.A.S.) ve Tanrı
tarafından gelen şeylere ilk inanan kimse idi. Bu vesile ile Tanrı,
elçisinin ödevinin ağırlığını
hafifletti. Tanrı elçisi,
reddetme ve yalancı çıkarma gibi
sevmediği şeyler işitip üzüldüğü zaman onun yanına döner dönmez Tanrı Hatice vasıtasiyle onun üzüntüsünü
giderirdi. Hatice Tanrı elçisine (S.A.S.) direnmesini söyler,
teselli eder, tasdik eder halkın yaptıklarını
hoş görmesini tavsiye ederdi.
İbn-i Hişam diyor ki :".
İbn-i Hişam diyor ki: Sözünün doğruluğuna güvendiğim bir kimse şunları anlattı: Cebrail (A.S.) Tanrı elçisine (S.A.S) gelip ona "Hatice'ye
Tanrının selamını söyle"
demiş, Tanrı elçisi de "Ey
Hatice! İşte Cebrail (A.S.), sana Tanrının selamını getirmiş" demiş. Bunun üzerine Hatice "Selam
Tanrının kendisidir. Selam ondan gelir . Cebraile de selam"
cevabını vermiş. “
Hatice’nin verdiği cevap
ilginçtir; “Selam tarnının kendisidir.Selam ondan gelir. Cebrail’e de selam!”
(Hatice’nin burada dini de
tanrı kavramını da yorup, yorumlayan ruhban bir kişiliği vardır ve tartışma
götürmez derecede bu açıktır. Sıradan tüccar bir Emevi kadınının bu birikimde
olması mümkün değildir.Alaeddin Yavuz)
Sonra vahiyler de kesilir.
İbn-i İshak der ki: Bundan
sonra bir müddet Tanrı elçisine vahiy
gelmez oldu. Bu durum Tanrı elçisine
ağır geldi ve onu üzdü.
(Vahiy gelir mi, cenabet ettin
ortalığı. Cebrail’e tapınak fahişeliği ayini yap sonra vahiy gelsin. O da baktı
ki bu Arapların adam olacakları yok, eski putperest ibadetlerindeki ayarı
tutturup, kafasına göre takılmaya başlamış olmalıdır.)
Sonra Cebrail ona Duha suresini
getirdi. Bu surede, kendisini peygamberlikle üstün kılan Tanrı!! Peygamberini
bırakıp unutmamış olduğuna and içiyor.
Tanrı buyuruyor ki "Kuşluk
vaktine ve sessiz geceye and olsun ki Tanrın seni bırakmadı, unutmadı da" (Duhan Suresi 93:1-3).
EBU
KAYS’IN MEKTUBU
Ebu Kays’ın Muhammet ile Kureyş savaşını duyduğunda yazdığı
mektupta, savaştan vazgeçip, peygambere uymalarını, yeni dini de Kureyş’in
kurabilecek önder kabile olduğunu vurgulaması, “yeni bir din ve peygamber
beklentisini” anlatmaktadır;
“...Ben savaşı
görmüş, denemiş bir kimse olarak
onu size anlatıyorum. Mızraklarımzı
başka savaşcılara satınız. Öte dünyada vereceğiniz hesabı düşününüz. Zira Tanrı en iyi hesap sorandır. O, bir adamı seçmiş, bu seçilen de bir din getiriyor.
Sakın, yıldızların Tanrısından başka biri sizin Tanrınız olmasın. Siz bize,
doğru bir din kurunuz, zira bizim için arkasına düşülecek örnek sizsiniz. Siz
bu halk için ışık ve koruyucu kimselersiniz. Herkes size sığınır...”
Bu mektup çok uzundur, aşağıda tamamını verdim.Ben Arapların
kendilerine uygun din arayışlarını, eski inanışlarına ters düşmeyecek şekilde
olduktan sonra fazla incelemeyecekleri düşüncesinde olduklarını ispatlamak için
sadece arayışı ifade eden cümleleri seçerek aldım. Bu kısa metinde
istenilen dinin “Yıldızları tanrıların heykelleri” gören “Yıldız Dini” yani
Sabilik veya ona karışı olmayacak bir din istenilmektedir. Necm (Yıldız) Suresi
49. ayet de Allah’ın yerini “Oun yeri Şira’dır” yani Sirius/Büyük köpek takım
yıldızı demektedir. Bu coğrafya’da Sirius’u ululamayan din yoktur zaten.
Ebu’l Kays’ın
Mektubu
Siret-ül Resulüllah- İbni Hişam- Sayfa 176-177.
İbn-i Hişam diyor ki: Adı geçen Eslet oğlu Kays hakikatte Vali boyundandır.
Van, Vakıf ve Hatme ise Evs kabilesinin üç karde ş boyudur. İbn-i İshak der ki: Eslet oğlu Kays, Kureyş kabilesini severdi. Çünkü o bu kabileninin
hısımı olup Kusay oğlu Abdüluzza oğlu
Esed kızı Erneb ile evlenmişti Ebu Kays
eşi ile birlikte senelerce Kureyş
kabilesi arasında kalmıştı. Bunun için o, Kureyş kabilesine hitaben adı geçen kasidesini söylemiştir.
Tanrı elçisinin (S.A.S.) meselesi
Araplar aras ında yayılıp uzak şehirlerde duyulunca Medine'de de toplantılarda
anılmağa başladı. Tanrı elçisinin
(S.A.S.) meselesi yayıldığı sıralarda
ve ondan önce, arap kabileleri arasında onun hakkında en çok bilgiye sahip olan
kabileler Evs ve Hazreç kabileleri idi. Çünkü bu iki kabile, yanaşık oldukları
ve memleketlerinde birlikte yaşadıkları Yahudi hahamlarından Tanrı
elçisi hakkında bilgiler edinmişlerdi. Şimdi Medinede
onun sözü edilmeye ve onun yüzünden Kureyş
kabilesi arasında anlaşmamazlık çıktığı
konuşulmağa başlayınca Vakıf boyundan Eslet oğlu Ebu Kays (aşağıda
göstereceğimiz) şu şiiri söyledi:
Ebu Kays bu kasidede Kâbenin
kutsallığım yücelterek belirtiyor. Kureyş
kabilesine birbirlerinden ayrılıp savaş
etmemelerini tavsiye diyor. Birbirlerine karşı düşman olmamalarını söylüyor, onların şeref, üstünlük ve
akıllılıklarını anıyor. Tanrı elçisine
(S.A.S.) dokunmamalarını istiyor.
Tanrının onları koruduğunu Fil ordusunu
ve onun şerrini üzerlerinden uzaklaştırdığını
onlara hatırlatıyor.
Ebu Kays'ın söylediği şiir şudur:
"Ey yolcu! Galib oğlu Luey
boyuna uğradığın zaman şu mektubu onlara ver. Onlara de ki, ben aranızdaki
anlaşmamazhkdan dolayı merak etmiş, üzülmüş ve takattan düşmüş uzakta bulunan
bir adamın elçisiyim. O size şöyle söylüyor: Başımda bir sürü dert olduğu
halde bunlar yetmiyormuş gibi şimdi
sizin ikiye ayrılıp her iki tarafın savaşa çağıran birer sözcüsünün ortaya
çıktığını işittim. Bu kötü işlerden ve
birbirinize yaptığınız saldırıştan ve akrep gibi ortalığı karıştıranlardan, kötü huy göstermekten ve
tığ gibi delen acı sözler sarfetmekten Tanrı sizi korusun. Siz şu savaştan yaz geçip,
nasıl olsa, Tanrı ne istiyorsa o
olacaktır. Savaşa tutuşursanız kötü duruma düşersiniz. Bu savaş uzak ve yakın akrabalarınız için bir ölüm
olur. Bu savaş bütün akrabalık
bağlarını koparır. Koca bir kabileyi
yok eder, malı mülkü siler süpürür. Savaşa
tutuşursanız güzel Yemen elbiseleri yerine sert kumaştan yapılmış elbiseler ve üzerinde demir pası bulunan savaşçı elbiseleri giyinir, sefalete düşersiniz. Misk ve kafur
kokuları yerine, halkaları çekirge gözleri gibi parlayan uzun ve tozlu
zırhlann kokusunu koklarmısınız?
Sakın savaşa yanaşmayın, savaş acı, pis bir su ile dolu bir havuz gibidir.
Sakın ona yanaşmayın. O, güzel bir kadın gibi insanların karşısında süslenir
fakat sonra çirkin bir koca karı olduğu
anlaşılır. O her şeyi kasıp kavurur. Pençesi zayıf kimseleri avlamakta şaşmaz.
Şerefli kimseleri de ölüme sürükler. Dâhis ve Hâtib savaşlarında olanları
bilmiyormusunuz? Bunlardan ibret alsanıza. Savaş, nice şerefli, evi yüce, konuk
sever, eli açık, yaptıkları övülür temiz
huylu ve yiğit kimseleri alıp götürür. Savaş, boş yere dökülüp kuzey ve güney
yellerinin alıp götürdüğü bir suya benzer. Ben savaşı görmüş, denemiş bir kimse
olarak onu size anlatıyorum. Mızraklarımzı
başka savaşcılara satımz. Öte dünyada vereceğiniz hesabı düşününüz. Zira Tanrı en iyi hesap sorandır. O, bir adamı seçmiş, bu seçilen de bir din getiriyor.
Sakın, yıldızların Tanrısından başka biri sizin Tanrınız olmasın.
Siz bize, doğru bir din kurunuz,
zira bizim için arkasına düşülecek örnek sizsiniz. Siz bu halk için ışık ve
koruyucu kimselersiniz. Herkes size sığınır. Üstelik
aklı başında kimselersiniz. İnsanlar
gözden geçirildiğinde sizin cevher olduğunuz görülür. Batha vadisinin en iyi
yerleri sizin elinizdedir. Yüzünüz ak alnınız açıktır.
Siz asil, temiz ve karışık olmayan
bir soydansınız. Yoksul ve muhtaç kimseler küme küme, evlerinize doğru
gelirler. Herkes bilir ki sizin ileri gelenleriniz insanların en iyisi, en doğ-
ru görüşlüsü, en üstün düşüncelisi ve toplantılarda en doğru sözü söyleyenlerdir.
Hadi kalkın, Tanrınıza dua edin, Ehaşib dağları arasındaki şu kutlu evin duvarlarına el sürün; bu kutlu evin,
sizin üzerinizde bir hakkı vardır. Siz
alaylar güden Ebu Yeksum'dan, onun yüzü suyu hürmetine kurtuldunuz. Ebu
Yeksum'un ordusu vadiyi doldurmu ş, yaya askerleri dağ başlarını
tutmuştu. Fakat, Tanrının yardımı
gelince onun melekleri (askerleri) düşman askerlerini toza toprağa
bulamış olarak geri püskürttüler.
Habeşliler çabucak kaçıp geri döndüler. Onlardan ancak bir kaç bölük yurtlarına
dönebildi.
Ey Kureyşliler ! Siz yok olursanız
biz de yok oluruz. Üstelik insanların yaşamasına sebep olan hac mevsimleri de
ortadan kalkmış olur. Size söylediğim
bu sözler yalancı olmayan bir adamın
sözleridir."
Son cümle de “Siz yok olursanız biz de yok oluruz, üstelik
insanların yaşamasına sebep olan haç mevsimleri de ortadan kalkmış olur”
sözleri çok önemlidir.
Kureyş kabilesini soylarının devamı için güvence görmektedir
ve bu görüş başka kabilelerce paylaşılan bir görüştür ki dile getiriliyor. Hac
mevsimleri ile başlayan cümlesi de eski Bereket Tanrısı Dini inancına dayalı
olarak yapılan hac ve umre ziyaretlerini kast etmektedir.
Ksaca, Roma Hristiyanlığı dayatmaktadır, İran’ı yenilgiye
uğratmıştır, kapıda Hristiyanlık veya ona uygun, kendi inanışlarıyla uyumlu,
biraz Hristiyanlık biraz Mecusilik ve Sabilik harmanı ve hac geleneklerini
barındıram bir dini uygun görmektedirler.
Yapılan da budur zaten.
Muhammet’in kitabında İncil’den kasıt, Süryanice/Aramice
olan İncildir. Bu İnciller de Nasturi, Süryani ve Sabi İncilleridir. Ama
kesinlikle Grek İncilleri değildir.
Okuyalım;
İncil'de
Hazreti Muhammed'e Ait İşaretler
İbn-i İshak der ki: Meryem oğlu
İsa'nın, kendisine Tanrı tarafından
gönderilen İncil'de zikrettiği Tanrı
elçisinin sıfatı, onun kutsal kitabından İncil'i ayırıp yazan
Yuhanna'nın Tanrı elçisi hakkında
tesbit ettiği şeyler bana ulaştı. İsa (İncil'de) şöyle demiş: Beni
sevmeyen, Tanrıyı da sevmemiş olur. Ben onların katında benden önce
kimsenin yapmadığı işleri yapmasaydım
onların hiç bir suçları olmazdı; ama
onlar şimdiden şımarıp bana ve Tanrıya üstün geleceklerini sandılar, fakat
ilahi kanunda söz muhakkak yerine gelecektir. Onlar beni haksız olarak
sevmediler. Tanrının göndereceği Munhamenna ve gene Tanrı tarafından gelen Ruhulkudus gelseydi o bana
tanıklık ederdi. Siz de ederdiniz; çünkü eskiden beri benimle
beraberdiniz." Bunları size
söyledim ki sonra şikayet etmiyesiniz."
Muhammed Adının Anlamı
Burada geçen Munhamenna,
Süryanicede Muhammed (Hamd edilmiş
= övülmüş) manasına gelmektedir. Bunun Rumca karşılığı Baraklitus'tur.”S-147
Görüldüğü gibi Süryaniler kendilerini Rum sayarlar ve
Muhammmet adının Grek dilindeki karşılığı da verilmiştir.
Mevcut Grek İncil’inde Yuhanna bölümünde böyle bir ayet
yoktur. Uydurma olduğu kesindir.Ancak Sabilerin kitaplarında “Ahmet” adı da
doğrudan “Arap Ahmet, Marsın kılıcı, kan dökücü Muhammet, şeytanın oğlu
Muhammet” geçer. Oysa bu günkü İncil o zaman da vardı. İnsan alır bir okur yani
değil mi? Demek ki Allah ta Cebrail de Muhammet’e okuryazarlığı öğretmeyi
başaramamıştır. Aksi halde bu kadar Hristiyan kuşatmasında olan birisi bu
kitaplaarı ezberler. Ben dokuz yıldır İnternet’te blog yazarlığı yapıyorum ve
okuduğum Tevrat, İncil ve diğer din kitaplarındaki olayların çoğunu üç yıldır
okumamama rağmen hatırlayabiliyorum.
Muhammet’i ben şahsen oldukça embesil buluyorum. Yürümeğe
başladığından beri Tevrat-İncil içinde büyü ve bu kadar ebleh ol. Ancak bu da
Arap Muhammet’e yakışır. Aynen Yunus Emre’nin dediği gibi “Okumadan alim
olanın, kitapsız bilgin olanın rehberi şeytan olmuştur”.
Ne kadar da doğru.
Kur’an’ın eskilerinin yakılıp, halife Osman zamanında
yeniden yazılmasının da sebebi kesinlikle bu olmalıdır diyorum.
Peygamber Muhammet ve Kureyşliler üzerindeki Hristiyan
kuşatmasını, Muhammet’in çocukluğundan beri peygamber olarak yetiştirilmesini
delilleriyle verdikten sonra şimdi,
Kur’an’a da geçen “peygambere dini birileri öğretiyor” iddiasına geçiyoruz.
Peygamber Muhammet’in Yaşamındaki Önemli Hristiyanlar;
Arapların peygamberin okuryazar olmamasından çok, bu Süryani
ve Nasturi Hristiyanlarla olan ilişkisinden kuşkuları vardır. Sırasıyla;
1-Rahip Bahira
2-Rahip Nastura (Nasturi rahip)
3-Varaka bin Nevfel
4-Hz. Hatice
5-Yeiyş
6-Cebra
7- Yeasa
8-Abisa
9-Selman-ı Farisi (İran’lı Hristiyan)
Peygamberin başkalarından yardım
alarak peygamberlik ettiğine dair büyüyen şüpheler üzerine inen ayetlere devam
edelim;
Bakara 2:23-24
23- “Eğer
kulumuz (Muhammed)a indirdiğimiz (Kur'ân)den şüphe içinde iseniz, haydi
onun gibi bir sûre getirin, Allah'tan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın;
eğer doğru iseniz.”
Hud 11:12-13
11:12- (Ey
Resulüm!) Şimdi belki sen, "Ona bir hazine indirilse, ya da beraberinde
bir melek gezip dolaşsa ya!" diyorlar diye sana vahyolunan vahyin bir
kısmını terkedecek olursun ve bundan dolayı da göğsün daralır. Sen yalnızca
bir uyarıcısın. Allah ise her şeye vekildir.
11:13- Yoksa
"onu kendi uydurdu" mu diyorlar? O halde sen de onlara de ki:
"Haydi siz de onun gibi uydurulmuş on sûre getirin. Allah'dan başka
çağırabileceğiniz kim varsa onları da yardıma çağırın. Eğer doğru
söylüyorsanız" (bunu yaparsınız).
Tevrat, Grek, Nasturi, Süryani, Sabi İncillerine, Zerdüştün Avestasına,
Manilerin kitaplarına bakarsanız bu ayetlerin daha fazlasını bulursunuz.
Şimdi kısaca, Peygamber
Muhammet’e dini öğrettiği iddia edilenleri açıklamalı olarak verelim;
1-Rahip Bahira, Kudüs’e
yakın Büşra şehrinde Arabistan episkoposu onu ilk keşfeden.
2-Nevfel oğlu Varaka, Hz.
Hatice’nin amcası, Mekke kilisesinin baş keşisi.
3-Hz. Hatice, Muhammet’i
kazanmak için rahibelikten af edililip evlenmekle görevli iddia edilir.
Muhammet’i peygamberliğe şartlayan kişidir.
4-Mekke’li Amir bin Hadran’ın
Cevra veya Yeiyş adlı Rum kölesi.
5-Cebra adlı Rum Mekke’de kılıç
ustası
6-Yesera adlı Rum Mekke’de kılıç
ustası
7-Abisa,Huveytın bin
Abdül-Uzza’nın Rum kölesi.
8-Selman-ı Farisi. Peygamber
Medine’ye hicret ettikten sonra katılmış, Zerdüştlikten dönme muhtemelen
Süryani Hristiyandır.
9-Keşiş Nastura, Bahira’nın
ölümüyle boşalan yerine geçen, Arabistan kiliselerinden sorumlu Büşra şehri
episkoposu.
Şimdi iddiamızı delile bağlayalım;
Peygamber’in okuryazar olmadığından, birilerinin ona öğrettiği iddiası,
onun cebrailden vahiy alması olayı ile örtülebilirdi. Cebrail İran
Mecusiliğinde Faravahar olarak vardı ve Araplar onu Cebrail, Hristiyanlar
Gabriel olarak anıyorlardı zaten.
Ama, bu “öğretme iddiaları” bence, peygamberin gizlemesinin olanaksız
olduğu Hristiyan ruhbanları ve kişilerle olan bağlarına yorumlamak gerekir. Bu
konuda, bunca delilden sonra Kur’an ile İslam ulemalarıyla aynı kanıda olamam.
Yukarıda okuduğumuz Bahira olayından sonra Bahira gibi özel görevli bir
rahibin onun peşini bıraktığını ummak hiç de akılcı değildir.
Zira Roma’ya Arapları bağlayacak bir peygamber ve din projesi zamanın
en büyük Ortadoğu projesidir. Eğer projeyse hala da öyledir.
Şimdi, bu konuda inen Nahl suresi 103. ayet tefsirinde Muhammet’in
“Hristiyan öğretmenlerini” buluyoruz;
Nahl Suresi 16:103;
16:103- “Muhakkak biliyoruz ki
kâfirler: "Kur'ân'ı Muhammed'e bir insan öğretiyor" diyorlar.
Peygambere öğretiyor zannında bulundukları kimsenin dili yabancıdır. Bu Kur'ân
ise apaçık bir Arapçadır.”
Tefsiri;
Elbette biliyoruz onlar, o
kâfirler "Kur'ân'ı ona muhakkak bir insan öğretiyor"
diyorlar. Yani Kur'ân'ı Muhammed'e Ruhü'l-Kudüs indirmiyor, şüphesiz bir
insan ona öğretiyor, diyorlar. Böyle demeleri, bir defa şimdiye kadar
bir insandan eğitim ve öğrenim görmediğini itiraf etmeleri ve "kendisi
uyduruyor" demelerini yalanlıyor. "Ona bir insan
öğretti" diyemiyorlar.
Yani Hz. Peygamberin peygamberliğini
ilan etmeden önce; ne gizli, ne açık bir kimseden okuyarak ders almadığnı
herkes bildiğinden dolayı, hiç kimseyi aldatamayacak olan öyle bir iddiaya
cesaret edemiyorlar. Fakat gördükleri olağanüstü durum karşısında bunu
bahane ederek diyorlardı ki: "Bu şimdiye kadar hiçbir öğrenim ve eğitim
görmediği için bunu kendisi yapamaz. Okuma-yazma bilmeyen birisinin böyle bir
kitap hazırlayabileceğini akıl kabul etmez. Muhammed'i şimdi kesinlikle birisi
eğitiyor".
(Din adamlarının da bütün
gerçekleri bilmelerine rağmen, dinin devlet siyaseti olması yüzünden nasıl
yalan yazdıkları, gerçekleri örttükleri bu cümlelerde görülmektedir.
Aksine Muhammet’in Sabiliğe
dayalı Hristiyanlığı getireceğini bilmeyen yok. Ama, “ya iran Roma’yı yenerse,
Yemen valisi Bazan Muhammet’in kellesini almak için bekliyor, bu defa topumuzun
kellesini alır” endişesi vardır. Bunun da İranlıların Romalıları perişan
ettiklerini okuduğumuz Rum Suresi tefsirinde gerçekleştiğini gördük. Bunun
yanında, Mecusilerin Hristiyanlığı istememeleri de yatmaktadır.
Olay tamamıyla siyasi ve yeni
dini istemeyenlerin mücadelesidir.Olaylara tarih koyma kültüründen
yoksun Arapların yazdığı monolog din tarihini gerçek tarih ile birlikte
okuduğumuzda gerçeklerin nasıl ortaya çıkarılabildiğine de tanık olduk.A.Yavuz)
Fakat Allah'ın onu
eğittiğine inanmak istemiyorlar da, şüphesiz bir insan onu eğitiyor
diyorlar. Bu Kur'ân'ı ona bir insan yapıveriyor, o da ondan öğrendiklerini
Allah sözü diye satmak istiyor, şeklinde iftira ve alay ediyorlar.
Bu âyetin inmesinin sebebi
hakkında yapılan rivayetlerde denilmiştir ki, Mekke'de Amir b. Hadra'mî'nin
"Cevrâ" veya "Yeîyş" adında Rum asıllı
bir kölesi varmış, okuma-yazma bilirmiş ve kitap ehli imiş. Herkesi
İslâm'a davet eden Allah'ın elçisi bazen Merve'de onu meclisine alır
konuşurmuş. Kureyş müşrikleri buna kızar, Kur'ân'ı Muhammed'e bu Hıristiyan
öğretiyor diye alay etmek isterlermiş.
Bir de Cebrâ ile Yesâra
adlarında iki Rum, Mekke'de kılıç yaparlar, aynı zamanda Tevrat
ve İncil okurlarmış, Hz. Peygamber arasıra bunlara uğrar, okuduklarına rast
gelirse dinlermiş. Bazıları da bunu bahane etmek istemişler.
Bir de Huveytıb b.
Abdü'l-'Uzzâ'nın kölesi Abisâ kitaplara sahib imiş, Müslüman
olmuş, bunu gören müşrikler, "İşte Muhammed'e bu öğretiyormuş" demeğe
kalkışmışlar.
Bir de
Selmân-ı Fârisî'den bahsedilmiştir. Fakat bu zat, Medine'de Müslüman
olduğundan dolayı âyetin Mekkî olmasına göre iniş sebebinde bu iddianın söz
konusu edilmesinin doğru olmadığı kabul edilmektedir, buna itiraz edilmiştir.”
Kur’an tefsirini elinden geldiği kadar gerçeğe yakın yazan
Elmalı Hamdi Yazır hocayı gene kutlayalım. Çünkü bize, gerçekten Muhammet’e
“dini öğrettiği iddia edilen kişilikleri tek tek vermiştir. Bu gün bile bir çok
sözde tefsrci bunların üstünü örtmekte, inkâr etmektedir.
Rahip Nastura olayını bir daha
okuyalım;
Hatice ile evlilik öncesi Busra şehrinde evinin çevresinde
konakladığı rahip ile yaşadığı “kârlı ticaret ve koruyucu bulut görüm
olayını” başka kaynaktan verelim.
Bu adamın durmadan Kilise, papaz kovalamasından da gına
geldi hani. Gene gidip bir papazın bahçesine konaklıyor. Talimat rahibe
Hatice’den ve rahip Varakadan olunca başka ne yapacak ki? Doğrudan
Hristiyanlığı benimsese de kurtulsa ama Kureyşililer beğenmedikleri için “ille
de kendilerine has din olacak ya”, olsun bakalım. Muhammet’i Papazlara
ululatmaya devam;
Rahip Nastura ve Muhammet
Efendimizin daha önceki Şam
seyahatı sırasında manastırda bulunan Rahib Bahîra ölmüş, yerini Nastûra
adındaki rahibe bırakmıştı. Efendimizin, zeytin ağacının altına inmesi,
pencereden gelen kafileyi seyreden Râhibin dikkatinden kaçmadı. Önceden
tanıştığı Meysere'yi yanına çağırdı ve ağacın altında konaklayanın kim olduğu
sordu.
Meysere, "O Kureyş ve Mekke halkından bir
zâttır" dedi.
Nastura bir anlık bir düşünceye daldı. Sonra da
Meysere'yi hayretler içinde bırakan fikrini açıkladı:
"O ağacın altına şimdiye kadar peygamberden
başka kimse inmemiştir."
Daha sonra Meysere'ye şu suâli yöneltti:
"Onun gözünde biraz kırmızılık var
mıdır?"
Meysere'den "Evet" cevabını alınca,
teşhisini kesinleştirdi:
"O, peygamberdir. Hem de peygamberlerin
sonuncusudur."
Meysere, heyecan ve hayretinden şaşkına döndü.
İstikbalin Peygamberinin hizmetinde bulunma saadet ve sevinci vücudunun bütün
zerrelerine bir anda yayıldı. Rahibin söyledikleri de hafızasına iyice
nakşolmuştu.
Satışlar tamamlanmış,
alınacaklar alınmıştı. Bir de baktılar ki, Peygamberimiz (s.a.v.) herkesten
ziyâde kârlı bir ticaret yapmış.4 Bu sefer Meysere'nin hayretine,
kafiledekilerin de hayret ve şaşkınlığı katıldı.
Kervan, Busra'dan ayrılarak Mekke'ye doğru yola
çıktı. “
Burada da peygamberi yüceltecek bir olay rahip Nastura tarafından
gerçekleştirilmiştir. Peygamber hayret uyandıracak karlı bir işi olmadık yerde
yapıvermiştir. Muhammet’i bir güzel işlemiş, kendisini peygamber görmesini
sağlamıştır.
Rahibin
de adından anlaşılacağı üzere, Nastura, Nasturilik mezhebini Aziz Agustin’den
sonra kuran Nasturius’tan almıştır. Bu da peygamberi “peygamber olduğuna
inandırıp gaz veren papazın Sabiliğine, Nasturi Hristiyanlığına işarettir.
Sabilerin din kitabı da zaten İslam’ı Sabiliğin mezheplerinden biri olarak
gösterirler ama din saymazlar.
Sıra, Muhammet’in, Kureyş’li
Mecusileri, Müslüman olmaları karşılığında onlara vaat ettiği Afganistan’dan
Kuzey Afrika ülkelerine uzanan coğrafyayı anlatan pazarlık olayını verelim.
Muhammet bunu kesinlikle Allah’tan
öğrenmemiş, şimdiye kadar onu yetiştiren rahiplerden Hristiyanlık karşılığında
Kureyşlilere vaat edilen coğrafya olarak öğrenmişti.
Sonradan Müslüman olan İngiliz yazar Ebubekir Siraceddin’in
aynı kitabının 107.sayfasında 2.paragraftan itibaren bir alıntıyı aktarayım:
"" Hadice (R.A) nın ölümünü aslında daha küçük
fakat dışarıda büyük etkiler uyandıran bir kayıp daha izledi.Ebu Talip hastaydı
ve ölümünün yakın olduğu durumundan belliydi .Ölüm yatağında bir grup Kureyşli
lider ,Utbe,Şeybe,Abdu Şems'ten Ebu Süfyan,Cumah'tan Ümeyye,Mahzum'dan Ebu
Cehil ve diğerleri onu ziyaret ettiler ve ona şöyle dediler.
---"Ebu Talip,seninle gurur duyduğumuzu
biliyorsun,şimdi ise başına bu hastalık geldi ve biz senin için korkuyoruz.Yeğeninle
bizim aramızda geçenleri biliyorsun. Onu yanına çağır ve ona bizden bir hediye
ver ve o bizi biz de onu rahat bırakalım.Bizi dinimizle barış halinde bıraksın."
dediler.
Bunu üzerine Ebu Talib, Peygamber,"halkının
soyluları seninle anlaşmak istiyorlar." dedi.
-Peygamber (s.a.v)" Peki öyle olsun bana bir tek
söz verin, tüm Arap ve İran'lıları yönetiminiz altına
alabileceğiniz bir söz" dedi.
-Ebu Cehil "Babanın üzerine yemin ederim ki bu
karşılıklar için bir değil on söz veririz." dedi.
-Peygamber (s.a.v) "Allah'tan başka Tanrı yoktur
demelisiniz" dedi.(La ilahe illallah.)
Ellerini çırptılar ve ,
-"Ey Muhammed,Tanrıları bir tek tanrı mı
yapacaksın? Senin teklifin gerçekten çok acaip"
dediler. kendi kendilerine;
-"Bu adam istediğimiz hiç bir şeyi bize
vermeyecek, o halde kendi yolumuza gidelim ve Allah onunla bizim aramızda hükmünü
verinceye dek babalarımızın dinine uymaya devam edelim" dediler.”
Bu pazarlık olayında, Ebu Süfyan ve Mecusi arkadaşları İran tehdidini
ciddiye almışlar ve peygamberin vaadini hafif bulmuşlardır. Çünkü, peygamber
Muhammet’in vaadi, nedense Bizans’ın başına dert olan ve Muhammet aracılığı ile
kurtulacağını hesap ettiği coğrafyadır ve hesapta Roma’nın kendilerini
engelleme kaygısı hiç yoktur. Bu da endişeleri yatıştırmaya yetmemektedir;
“”-Peygamber (s.a.v)" Peki öyle olsun bana bir tek
söz verin, tüm Arap ve İran'lıları yönetiminiz altına
alabileceğiniz bir söz" dedi.””
Muhammet’in Araplara vaat ettiği topraklar, Roma’ya sorun
çıkartan Yahudi ve Yahudi-Hristiyan toplumlarının isyan ettikleri topraklar ile
İran ülkesidir.
Yani, İran, ırak, Suriye, Mısır ve Fas’a kadar olan kuzey
Afrika topraklarıdır.
Bu vaat, siyer yazarlarının yazdıkları gibi göklerin
tanrısı Allah’tan değil, bizzat Roma İmparatoru ve Vatikan’ın Papalık
makamındandır.
Oysa Roma’nın Vatikan rahibi Albertto Riviera, Bahira’yı Süryaniliğe
çok yakın aynı kökten gelen Nasturi Rahibi ve Arabistan yarımadasındaki tüm
kiliselerin de baş keşişi olduğunu söylemektedir. Diğer yandan yabancı
kaynaklardan yukarıda yaptığım tespit de bu yöndedir.
Bu da, Bizans ve Vatikan’ın birlikte Arapları kendi hizmetlerine
sokacak yeni bir din planladıklarını, bu plan üzerinde çalıştıklarına açık bir
işarettir.
Şimdi, Muhammet’in Roma imparatoru
Herakles’i İslam’a çağıran mektubunu gönderdiği elçisinin mektubu vermesinin
ardından Şam’da tesadüfen bulunan Ebu Süfyan ile imparator Herakles’in
görüşmesinde Muhammet peygambere Herakles’in övgüsü ise bütün iddiaların üstüne
tüy dikmekte, Muhammet’i peygamberlikten önce Roma casusu yapmaktadır.
Şimdi de Muhammet’in Herakles’i
İslam’a davet mektubunu, Muhammmet’e, “İran ve Kureyş’li Mecusilerin, onlara
inanan diğer Arapların tehditleri yüzünden karşı çıkan Ebu Süfyan’ın Roma
imparatoru Herakles ile görüşmesini verelim. Bu mektup, Muhammet’e “Mekke’nin
fethine” neden izin verdiğinin de belgesidir. Bu mektup, Arapları İran
idaresinden kopartıp Roma’ya bağlamak için planlanan din olan İslam’ın Roma
projesi olduğunun da kanıtıdır.
Mektubu, İslamcı yazarın o abartılı
hitabetiyle aynen değiştirmeden veriyorum, sadece araya yorumlar ekleme
zorunluluğu duydum. Aksi halde, dini metinlerin özelliği yüzünden okuyanı
hipnoz edebilirdi.
Muhammet’in Herakles’i
İslama Davet Eden Mektubu ve Gelişmeler;
Peygamber’in Herakles’i Dine Davet
Mektubu;
(Hicret’in 7. senesi Muharrem ayı)
Resûl-i Kibriya Efendimiz, ashaptan Dıhye b. Halife
el-Kelbî’yi Rum Kayseri Heraklius’a, İslam’a davet etmek üzere, aşağıdaki
mektubu vererek gönderdi:
“Bismillahirrahmânirrahîm!
“Resûlullah yoluna tâbi olanlara selam olsun! Hidayet yoluna tâbi
olanlara selam olsun!
“Bundan sonra (Ey Rûm milletinin büyüğü)! Seni, İslam’a davet ediyorum!
Müslüman ol ki selamette bulunasın. Müslüman ol ki Allah, senin ecrini iki kat
versin. Eğer bu davetimi kabul etmezsen, yoksul çiftçilerin, bütün tebaanın
günahı senin boynunadır.
“Ve siz,
‘Ey Ehl-i Kitap! Bizimle sizin aranızda müsâvî bir
kelimeye gelin. Şöyle ki: Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim, O’na hiçbir
şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da birbirimizi Rabler edinmeyelim. Eğer
Kitap Ehli bu kelimeden yüz çevirirlerse (o halde) şöyle deyin: ‘Şahit olun,
biz gerçek Müslümanlarız.’” (Âl-i İmrân, 64)
[1]
Dıhye (r.a.), Rum Hükümdarı Heraklius’a Resûlullah’ın mübarek mektubunu
kısa zamanda ulaştırdı.
Ebû Süfyan ile
Heraklius Karşı Karşıya
Araştırıp soruşturma kararı veren Heraklius, etrafına, “Peygamber
olduğunu söyleyen şu kişinin kavminden buralarda kimse yok mudur?” diye sordu.
O sırada ticaret münâsebetiyle, Ebû Süfyan, Kureyş’ten bazı
adamlarla Şam’da bulunuyordu. Onu arkadaşlarıyla alıp, yine o sırada
Şam’da bulunan Kayser’in huzuruna getirdiler.
Hadisenin geri kalan kısmını Ebû Süfyan şöyle anlatmıştır:
“Hirakl’in huzuruna girdik. Bizleri önüne oturttu ve tercüman
vasıtasıyla, ‘Peygamber olduğunu söyleyen bu zâta neseben en yakın
hanginizdir?’ diye sordu.
“‘Neseben en yakınları benim!’ dedim.
“Beni önüne oturttular; arkadaşlarımı da arkama...
“‘Bunlara söyle: Ben, peygamber olduğunu söyleyen o zât hakkında bu
adamdan bazı şeyler soracağım. Bu bana yalan söylerse siz onu tekzib ediniz!’
“Vallahi, arkadaşlarım tarafından yalanımın öteye beriye yayılmasından
korkmasaydım, Peygamber hakkında o zaman muhakkak yalan uydururdum!”
Sonra da hükümdar ile Ebû Süfyan arasında sorulu cevaplı şu konuşma
geçti:
“Sizin içinizde, onun nesebi nasıldır?”
“İçimizde onun nesebi pek büyüktür!”
“Ecdadı içinde bir melik var mıdır?”
“Hayır!”
“Peygamberlikten evvel, onu hiç yalanla ittiham ettiniz mi?”
“Hayır!”
“Ona kimler tâbi oluyor? Halkın
ileri gelenleri mi, yoksa fakir kimseler mi?”
“Daha çok halkın zayıf ve
fakirleri tâbi oluyor!”
“Ona uyanlar artıyor mu, eksiliyor
mu?”
“Eksilmiyor; bilâkis artıyorlar!”
“Onlardan, onun dinine girdikten
sonra, beğenmeyip dininden dönen var mı?”
“Hayır, yoktur!”
“Kendisinin hiç sözünde durmadığı,
ahdini bozduğu vâkî midir?”
“Hayır, vâkî değildir. Ancak biz
şimdi onunla çarpışmayı bir müddet için bırakarak muahede yapmış bulunuyoruz.
Bu müddet içinde ne yapacağını bilmiyoruz. Bu yoldaki ahdini bozmasından
korkuyoruz!”
(Ebû Süfyan der ki:
“Vallahi, verdiğim cevaplara bu
sözden başka bir şey ilave etmek imkânını bulamadım!”)
“Onunla hiç harp ettiniz mi?”
“Evet, ettik.”
“Yaptığınız savaşlar nasıl
neticelendi?”
“Harp talii aramızda nöbet nöbet
olur. Bazen o bize zarar verir, Bazen biz ona...”
“Sizden, ondan önce peygamberlik
iddiasında bulunmuş bir kimse var mıdır?”
“Hayır, yoktur!”
“O, size neler emrediyor?”
“Yalnız bir Allah’a ibadet etmeyi
ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamayı emrediyor. Atalarımızın tapmış bulundukları
şeylerden de bizi nehyediyor. Namaz kılmayı, doğru olmayı, kimsesiz fakirlere
sadaka vermeyi, haram olan şeylerden sakınmayı, ahdinde durmayı, emaneti
sahibine vermeyi, akrabalarla ilgilenmeyi ve onları görüp gözetmeyi emrediyor.”
Bütün bunlardan sonra, Heraklius,
tercümanı vasıtasıyla Ebû Süfyan’a şöyle dedi:
“Nesebini sordum; içinizden yüksek
neseb sahibi olduğunu beyan ettin. Peygamberler de, zaten böyle, kavimlerinin
en soyluları içinden seçilip gönderilirler.
“Ben, babaları ve dedeleri içinde
bir melik gelip gelmediğini sordum. Sen, ‘Hayır, yok’ dedin. Eğer,
babalarından, dedelerinden bir melik olsaydı, ‘Bu da babalarının mülkünü geri
isteyen bir kimsedir!’ diye hükmederdim.
“Ben, peygamberlik iddiasında,
ondan önce içinizde bulunanın olup olmadığını sordum. ‘Hayır, yoktur’ diye
cevap verdin. Eğer, ondan önce bu sözü söyleyen biri olsaydı, ‘Bu da, belki
kendisinden önce söylenmiş bulunan bir söze ittiba etmek istemiş bir kimsedir!’
diye düşünürdüm.
“Ben, ona kimlerin tâbi
olduklarını sordum. Sen, ‘Ona tâbi olanlar halkın zayıflarıdır’ dedin.
Peygamberlere tâbi olanlar da onlardır.
“Ben, peygamberlik davasında
bulunmadan evvel onun bir yalan söylemiş olup olmadığını sordum. Sen, ‘Hayır’
dedin. Ben ise, kat’î olarak bilmekteyim ki insanlara karşı yalan söylemeyi
irtikâb etmemiş bir kimse Allah’a karşı da yalan söylemez.
“Ben, ‘Onun dinine girdikten
sonra, beğenmeyip dininden geri dönenler var mıdır?’ diye sordum. Buna da,
‘Hayır’ cevabını verdin. İman da böyledir. İmanın icabı olan iç ferahlık ve
neşe kalbe karışıp kökleşince böyle olur.
“Benim, ‘Onlar artıyor mu, yoksa
eksiliyor mu?’ soruma, sen, ‘Artıyorlar’ cevabını verdin. İman keyfiyeti
tamamlanıncaya kadar hep bu minval üzere gider.
“Ben, ‘Onunla hiç savaştınız mı?’
diye sordum. Sen, savaştığınızı, savaş neticesinin nöbet nöbet değiştiğini,
bazen onun size, bazen de sizin ona zarar verdiğinizi söyledin. Zaten
peygamberler de hep böyledir: Onlar belâlara uğratılırlar; ama sonra da güzel
ve makbul âkıbet onların olur.
“Ben, ‘O zât ahdini bozar mı?’
diye sordum. Sen, ‘Sözünde durmamazlık etmez’ dedin. Peygamberlerin hali budur:
Hiçbir zaman verdikleri sözde durmamazlık etmezler.
“Ben, ‘O size neler emrediyor?’
diye sordum. Sen, ‘Onun Allah Teâlâ’ya ibadet etmeyi, O’na hiçbir şeyi eş ve
ortak koşmamayı size emrettiğini v.s. dedin.
“Bütün bu anlattıkların,
peygamberlerin vasıflarıdır! Eğer o zât hakkında bu söylediklerinin hepsi doğru
ise, şüphesiz, o bir peygamberdir! Zaten ben, bir peygamberin çıkacağını
biliyordum; fakat sizden çıkacağını tahmin etmezdim!”
[2]
Bu karşılıklı konuşmadan sonra da,
Heraklius açıkça, “Eğer, onun yanına varabileceğimi bilebilsem, kendisiyle
buluşmak için her türlü zahmete katlanırdım; yanında olsaydım, hizmet ederek,
ayaklarını yıkardım! Yemin ederek söylüyorum ki onun mülkü, iktidarı şu
ayaklarımın altında bulunan yerlere muhakkak gelip ulaşacaktır”
[3]diye konuştu.
Bu
sözlere muhatab olan
Ebû Süfyan’ı, bir korku ve telâş sardı; dışarı
fırlayıp, arkadaşlarına, “İbni Ebî Kebşe’nin[4]işi gerçekten gittikçe büyüyor! Şu
muhakkak ki Benî Asfar Hükümdarı bile ondan korkmaktadır!”
[5]dedi.
Ben bu konuşmanın, sonradan Ebu
Süfyan’ın peygamber üzerinden kendisini ululamak, Bizans impartoruna yalakalık
etmek için düzenlendiğine hiç şüphe etmiyorum. Bu kadar uzun bir görüşmeyi
harfiyen hatırlayacak bir beyin de hiç tanımıyorum. Bu kadar her şeyi harfiyen
hatırlayan bir beyin sadece bilgisayarlardır. Onlar da günümüzden 65 yıl kadar
önce icat edildiler, zamanla geliştirilerek Müslüman dünyasına 30 yıl önce
girdiler. 1400 yıl önceki bir kervancı tüccardaki, ne kadar zeki olursa olsun
böyle bir hafıza olanaksızdır. Varaka’nın ölümünden sonra üç yıl vahiy
gelmemesi bile Muhammet’in çocukluğundan beri aldığı Hristiyanlık eğitiminde ne
kadar başarısız olduğunu kanıtlamaktadır.
Bu da mektubun sonradan düzenlendiğini göstermektedir. Çünkü olayın
şahitleri bile, “şıracının şahidi bozacı” misali Ebu Süfyan’ın arkadaşları ve
gene Kureyşli ulak Dıhye’dir.
Bu olayı doğrulayacak bir Roma
kaynağı neden yoktur?
Çünkü uydurmadır.
Olay mektuptaki gibiyse eğer
Roma imparatorunun Muhammet’i desteklemesi, olayın ciddiyetini göstermiş, zaten
Roma’nın eyaleti olan Hicaz bölgesi, Ebu Süfyan’ı telaşlandırmıştır. İran
korkusu, eski dinden çıkma tereddütleri derken bir de Roma saldırısı gelirse ne
yapacaktı? Mecburen Muhammet’e koyduğu engelleri kaldıracaktı. Zaten Mekke’nin
fethinden sonra öldürülmemesi, İslam’ı tereddütlü kabul etmesi, peygamberin
ölümünden sonra dine Emevi Dasrbesi ya da Emevi Düzenlemesi getirmesi boşuna
değildir.
Herakles Süfyanla konuşmasa
belki Muhammet ölünceye kadar Medine’de kalacak ve bir şekilde yaptıkları
yüzünden de Yahudi ve Hristiyan Medinelilerce öldürülecekti. O da
olmasa, iran şahının ölüm fermanı Yemen valisi Bazan’ın elinde bekliyordu. Bir
günlük yol sorunu dışında öldürülmesine engel bir şey yoktu.
Herakles’in olaya şahsen
müdahalesinin ne kadar etkili olduğunu kavrayınız.
Heraklius’un İmanı
Rum Hükümdarı Heraklius, artık
beklenen peygamberin, Efendimiz Hz. Muhammed (a.s.m.) olduğu kesin kanaatine
varmıştı. Kavmine, “Geliniz, ona tâbi olalım, dünya ve ahirette selamete
erelim!” dedi. Ancak Heraklius’un bu daveti netice vermedi; hatta Rumların
hiddetine sebep oldu.
Bunun üzerine Heraklius, iman
ettiği halde dünya saltanatı için imanını gizli tutmak yolunu tercih etti.
(İmanını gizli tutmasıyla hiç
bir alakası yok. Muhammet’in bu kadar gecikmesinden, Ebu Süfyan’ın Muhammet’e
engel olmasından dolayı da kızdığını,
tehdit ettiğini garanti ederim. Adam kaç nesildir süren bir projeyi her şeyiyle
desteklemiş, oysa Muhammet ve Hristiyan hocaları İran korkusu ve halkı iknada
kabiliyetsizlikleri yüzünden halkı arkalarına almayı başaramamışlardır. Bu
yüzden kendisi Ebu Süfyan gibi bir adamla konuşmak zorunda kalmıştır. Roma
imparatoru kim, kıytırık bir Hicaz putperest kabile reisi Ebu Süfyan kim?
Ki o dönemlerde Suriye bir İran
bir Roma eline geçiyor ve her an savaş olasılığı yaşıyor. Bunların arasında
beklediği Arap yardımı da gecikince haliye “Siz ne işle meşgulsünüz? Bunca para
harcıyoruz” diye şikayet etmesi gerekirken, ebleh ajanlarına açıktan devlet
desteği vermek zorunda kalmıştır. Halkının da tepkisini çekip
endişelendirmiştir.Bu günkü “Ilımlı İslam Projesi” de bunun aynısıdır ve
Müslümanları da öteki dinlerin inananlarını da “dinin adını değiştirmeden”
Protestan Amerikan Hristiyanlığına geçirme projesidir.)
Hz. Dıhye’nin, Dağâtır’a Gitmesi
Hayatına son verilmekten ve
saltanatının elinden alınmasından korkup imanını izhar edemeyen
Heraklius, Hz. Resûlullah’ın elçisi Dıhye’ye (r.a.), Hristiyan âlimlerinin
büyüklerinden biri olan Üskuf Dağâtır’a gitmesini tavsiye etti; ayrıca ona
vermek üzere bir de mektup yazdı.
Dıhye (r.a.), mektubu alıp
Heraklius’un yanından ayrıldı.
Zaten, Peygamber Efendimiz de
Dağâtır’a bir mektup yazıp Hz. Dıhye’ye vermişti. Bu mektubunda Üskuf Dağâtır’a
şöyle hitap ediyordu:
“İman edenlere selam olsun!
“Hiç şüphesiz, Meryemoğlu İsa,
Allah’ın pâk ve nezih Meryem’e ilka ettiği ruhu ve kelimesidir.
“Ben, Allah’a ve Allah tarafından
bize indirilenlere, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub ve Esbat’a
indirilenlere, Mûsa’ya ve İsa’ya verilmiş olanlara ve bütün peygamberlere
Rableri tarafından verilenlere inanırım. Biz, onlardan hiç birini diğerlerinden
ayırt etmeyiz, hepsinin peygamberliğine inanırız. Biz, Allah’a itaat eden
Müslümanlarız!
“Hidayete tâbi olanlara selam
olsun!”
[6]
Bu mektubunda Muhammet Bakara
136 ayeti yazmıştır. Ancak Esbat adlı bir peygamber ne Tevrat’ta ne de Kur’anda
vardır.
Hz. Dıhye, Dağâtır’ın yanına vardı
ve kendisini İslamiyete davet etti.
Büyük Hıristiyan âlimi Dağâtır, “
Vallahi,
senin sahibin, Allah tarafından gönderilmiş hak bir peygamberdir. Biz onun
vasıflarını biliyoruz; ismini de kitaplarımızda yazılı bulmuşuz”
[7] diye konuştu; sonra iman ederek
Müslüman oldu ve durumunun Resûl-i Ekrem Efendimize bildirilmesini Hz. Dıhye’ye
tembihledi.
Dağâtır’ın Şehit Edilmesi
Üskuf Dağâtır, her Pazar günü toplanan Hıristiyanlara kıssalar anlatıp
nasihatlerde bulunduktan sonra, bir sonraki Pazara kadar evine kapanırdı.
Hz. Dıhye ile görüştükten sonraki
Pazar da Hıristiyanlar toplanıp onun çıkmasını beklediler. Ancak Dağâtır,
hastalığını bahane ederek çıkmak istemedi. Hıristiyanlar, “Ya o çıkar ya da biz
onun yanına gireriz! Şu Arap geleliden beri, biz senin vaziyetinden
hoşlanmıyoruz!” diye haber gönderdiler.
Bunun üzerine Dağâtır, odasına
girdi. Üzerindeki siyah elbiseyi çıkarıp, bembeyaz bir elbise giydi.
Sonra asâsını eline alıp, kilisede toplanmış bulunan Hıristiyan halkın yanına
vardı. Çekinmeden ve cesurca, “Ey Rum topluluğu! Bize, Ahmed Peygamberden
bir mektup geldi; bizi, Yüce Allah’a davet ediyor!” dedikten sonra, ilave
etti: “Ben, şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur; Ahmed de Allah’ın
kulu ve Resûlüdür!”
Hristiyanlığı bile Yahudi dini
diye benimsemediklerinden her türlü ağır vergi cezaları, askeri baskı, idamlar
nedeniyle kabul etmek zorunda kalmış Rumların, aşağıladıkları, şeytana tapınan
Hicaz Arapları için yazıldığı bilinen bir dine girmelerinin beklenmesi dahi
akıl işi değildir.
Dağatır’ın “beyaz elbise”
giymesi, bize İslam’ın cihatçılarını hatırlatıyor. Oysa Beyaz elbise İslam’a
değil Sabilerin din kitaplarına dayanır. Dağatır’ın da Nasturi olduğu böylece
ortaya çıkıyor. Dağatır, halkının kendisini öldüreceğini bildiğinden beyazları
çekiyor. Ama asasını eline alanın çoban olamadığını da görmüş olduk. Cemaati
onu öldürdü. Emri yerine getiremedi. Bu emri vermekle Herakles, Rumların yeni
dine tepkisini öğrenmek istemiş olmalıdır. Dağatır, halkına hükmedebilseydi
sorun yoktu ama cemaatini kendisine koyu bir imanla bağlayamadığı da ortaya
çıkıyor. Yazık oldu adamcağıza.
Hz. Dıhye’nin Medine’ye Dönmesi
Bütün bu olup bitenlerden sonra
Hz. Dıhye, Heraklius”un Peygamberimize yazdığı bir mektup ve birçok hediye ile
Medine’ye doğru hareket etti. Ancak yolda eşkıya tarafından yakalanıp, kıymetli
hediyeler elinden alındı.
Medine’ye varan Hz. Dıhye, Resûl-i
Ekrem Efendimizin huzuruna çıktı; olup bitenleri ve yolda başından geçenleri
anlattıktan sonra Heraklius’un mektubunu verdi.
Mektupta şunlar yazılı idi:
“İsa’nın müjdelemiş olduğu Allah’ın
Resûlü Muhammed’e, Rum hükümdarı Kayser tarafındandır!
“Elçin, mektubunla bana geldi.
“Şehâdet ederim ki sen,
Allah’ın Resûlüsün! Biz, seni zaten yanımızdaki İncil’de yazılı bulmuştuk: İsa
b. Meryem, seni müjdelemişti!
“Rumları, sana imana davet
ettimse de yanaşmadılar, kaçındılar. Onlar beni dinleselerdi kendileri için
şüphesiz hayırlı olurdu. (Kendisi de yanaşmamıştır. İnsan, sapkın
Arapları yola getirmek, kendisine kul etmek için kendi kurduğu dine girer mi?)
“
Ben, senin yanında bulunup
sana hizmet etmeyi, senin ayaklarını yıkamayı ne kadar arzu ederdim!”
[9] (
Bu ifade, Tevrat’a aittir. Konuyu
bilmeyenler Herakles’i küçültücü yorumlar yapmaktadırlar. İbrahim peygamberin
çadırına insan şeklinde gelen Allah ve üç meleğin ayaklarını İbrahim
yıkamıştır. Misafirin ayaklarını yıkama geleneği buna dayanır. Bu yüzden Papa
da hala ayak yıkama merasimleri
düzenler. Geçen yıl İtalya’da Müslüman bir mahkumun ayağını yıkamıştır. Bu zor
geldiğinden günümüz Hristiyanları evlerine ayakkabı ile girer ve misafirlerini
ayakkabılı içeri alırlar.)
Mektup okunup bitince, Resûl-i
Kibriya Efendimiz, “Mektubum yanlarında bulundukça, onların saltanatı devam
edecektir!” buyurdu.
[10]
Mektup yazılması gerektiği
şekilde yazılmıştır. Herakles’ten başkas beklenmezdi. Roma İmparatorunun
“Müslüman oldum” demesi zaten Arapların inananlarını sevinçten, sorunu olanları
da korkudan coşturmaya yetmiştir.
Heraklius’un Mektubu
Saklaması (Mektup, Eğer Kudretliyse, Muhammet’in İhanetidir.)
Resûl-i Ekrem’in elçisi ve
davetini son derece güzel karşılayan Rum Hükümdarı Heraklius, kendisine gelen
İslam’a davet mektubunu da atlas bir ipeğe sararak, derin saygısının bir
tezahürü olarak altın bir borunun içine koyup sakladı.
Rum hükümdarları katında nesilden
nesile intikal edegelen bu mübarek mektubu, Alfonso b. Ferdinand’ın
Tuleytula üzerine yürüyüp Endülüs beldelerinden birçok yeri eline
geçirdiği tarihe kadar (H: 464) onun yanında bulunuyordu. Ondan da torununa
intikal etti.
Aynı mektubu, Avrupa kralı yanında
gördüğünü Seyfüddin Kılıç da ifade etmektedir. Avrupa kralının
kendisine şöyle dediğinden de bahseder:
“Bu,
Peygamberinizin, atam Kayser’e göndermiş olduğu mektubudur. Biz, onu bugüne kadar
elden ele tevârüs etmekten geri kalmadık. Bize atalarımızdan ve babalarımızdan
tavsiye edilmişti ki
: Bu mektup yanımızda bulunduğu müddetçe, saltanat bizde
kalacaktır! Bu sebeple ona son derece hürmet göstermekte ve muhafazasına dikkat
etmekteyiz. Saltanamızın devam edip gitmesi için de, onun yanımızda bulunduğunu
Hıristiyanlardan saklı tutmaktayız.”
[11]
Bir mektubun ne gibi bir büyü ile yazılıp ta ebediyen bir millete veya
din mensuplarına saltanat bağışlayabileceğini aklım almıyor. Kim olduğu belli
olmayan bu Seyfüddin Kılıç adlı Yezid’in mektubu elinde gördüğü AVRUPA KRALI
kimdir?
Tarihte Avrupa Kralı diye bir kral yoktur.
Peygamberin zamanından 140 yıl önce Atilla ve ortakları Ukraynalı
Vizigotlar, Astrogotlarca istila edilen batı Roma bu günkü Almanların ataları
olan Vizigotların elindeydi. Papa ile anlaşarak bunlar “Kutsal Roma Cermen
İmparatorluğunu kurdular. Bu kurum 1815 yılına kadar sürdü. Bu adı yazar,
“Kutsal Roma Cermen İmparatoru veya Cermen İmparatoru” adıyla ansaydı biraz
tarih bilgisi ve inandırıcılığı sezebilirdim. Bu mektup ta içeriği de Rumlara
bahşettiği saltanatı da palavradır. Amaç, Avrupa’nın Müslümanlar üzerindeki
hakimiyetini din yoluyla kabul ettirmek ve İslam dünyasına düşmanlıktır. Ha,
madem böyle bir inanış var ise, mektubun varlığı ve kudreti gerçek ise,
Muhammet, en büyük ihaneti kendi milletine yapmıştır denilmelidir.
O kadar kudretli mektup yazacak okuma yazmayı ömrünce becerememiş bir
cahil Muhammet, mektubun arkasından ondaki tesiri kaldıracak büyüyü de biliyor
olmalıydı. Bunu da yapmadıysa peygamber değil, Roma eşeğidir, aptaldır. Bu
olmayacağına göre, buna inanan salaklara kolay gelsin.
Alıntı yazının Kaynakçası;
[1]Ahmed İbn
Hanbel,
Müsned, c. 1, s.
263; Taberî,
Tarih, c.
3, s. 87; İbn Kayyim,
Zâdü’l-Meâd,
c. 3, s. 71; Halebî,
İnsanü’l-Uyûn,
c. 3, s. 287.
[2]Ahmed İbn Hanbel,
Müsned, c. 1, s. 262-263;
Buharî,
Sahih, c. 4, s.
3-4; Müslim,
Sahih, c.
3, s. 1395.
[3]Ahmed İbn Hanbel,
a.g.e., c. 1, s. 263; Buharî,
a.g.e., c. 4, s. 4; Müslim,
a.g.e., c. 3, s. 1395.
[4]Ebû Kebşe, putlara tapmaktan yüz çevirip
Şi’ra’l-Ubur adındaki yıldıza tapan Huzaa kabilesinden bir adamdı.
Peygamberimizi de putlardan yüz çevirdiği için bu adama benzeterek ve ona
nisbet ederek “İbn Ebî Kebşe” demekle, güya Peygamberimizin bu dedesine
çektiğini ifade etmek istiyorlardı.
[5]Ahmed İbn Hanbel,
a.g.e., c. 1, s. 263.
[6]İbn Sa’d,
Tabakat, c. 1, s. 276.
[7]İbn Kesir,
a.g.e., c. 3, s. 504.
[8]İbn Kesir,
a.g.e., c. 3, s. 504.
[9]Yakubî,
Tarih, c. 2, s. 77-78.
[10]Halebî,
İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 289.
[11]Halebî,
İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 289.
Yazar:
Konuşmanın Tarihi:
Resûlullah (s.a.v.) Dıhye'yi Hicretin yedinci yılı (m. 629) Muharrem
ayında Şam'a göndermiştir.
(Bir rivayete göre de Hicretin altıncı yılı
Zilhicce ayında olduğu da rivâyet edilmiştir).
Son olarak da Roma imparatoru
Herakles’ten övgüler alan, çakma daveti, nazikçe ret edilen, bir kaç rahibin
gözden ççıkartılmasıyla yüceltilen Muhammet’in “arkasında Roma İmparatorluğu ve
Vatikan” olduğuna Araplar inanmıştır.
İnanılan din ve peygamber değil,
Roma imparatorunun ve Vatikan kilisesinin verdiği maddi ve siyasi güçtür.
Eh artık tut Arapları
tutabilirsen.
Muhammet’in ölümünün ardından dört
halife döneminde, Muhammet zamanında yazılan Kur’anların yakılıp İslam’ın
yenilenmesinin sebebi de açıktır artık. İslam siyasi bir dindir, yeni kurulan
büyük Arap imparatorluğunun o zamanki ihtiyaçlarına göre düzenlemiştir.
İndirilen Kuran, Bindirilen Kuran
iddiaları da artık yerini boşluğa bırakmıştır. İsteyen, hiç bir izi
bulunamayan, kurtla kuzunun yanyana birbirini yemeden yaşadığı cennet
çağlarının dinini bulabilmesi için de tabiatta “yeme/beslenme sorununu” tüm
canlılardan kaldırması gerekecektir.
Şimdi de bu coğrafya’da Roma’nın
gerçekten ne kadar sıkıntılı olduğunu Kur’an Rum Suresi ayet tefsiri ile
İngiliz akademisyeni ünlü bir Roma tarihi araştırmacısının kaleminden dilimize
çevridiğim kronolojik tarihi belgelerle görelim ki pazarlıkta geçen coğrafya
ile rahip A.Riviera’nın iddialarının isabet oranına da tanık olalım;
Ve ilk okuduğumdan beri beni sinir
eden, 1200 yıllık Türk-Haçlı seferlerinin içini boşaltan, İslam’a da
peygamberine de hasta eden Rum Suresi konusunu son olarak işleyelim.
Bunu okurken, peygamberin Rum
milletine olan düşkünlüğü mü yoksa Allah’ın düşkünlüğü mü diye soracaksınız?
Hayır, Roma desteği üzerine Arap
imparatorluğu ve bir çok kavmin peygamberi olma hayalidir. Böyle
düşüneceksiniz.
Elbette Ebu Süfyan ve
arkadaşlarının da Muhammet’in önerisinden neden ürktüklerini de daha ciddi
olarak kavrayacaksınız;
Okuyalım;
E.H.YAZIR Tefsiri;
30-RUM Suresi:
30:2- Rumlar yenildi.
Peygamberimizin gönderildiği sıralarda doğu Roma ile İran, dünyanın
en büyük iki devletiydiler. Hindli Süleyman Nedevî efendinin Asr-ı
Saadet tarihinde ifade ettiği üzere peygamberliğin beşinci, yani Milâdın
613. yıllarında bu iki komşu ve rakib devlet, birbirleriyle kanlı bir
savaşa girişmişlerdi. İran, İkinci Hüsrev'in, Rum Hirakl'in hükmü altındaydı,
sınırları Dicle ve Fırat nehirleri üzerinde birbiriyle birleşiyordu.
Filistin, Suriye, Mısır ile Irak'ın bir bölümü ve küçük Asya (Anadolu)
Rumlara tabi idi. İranlı'lar, Rumlara iki taraftan saldırdılar. Dicle ve Fırat
üzerinde (e z reât ve Busrâ) mevkilerinden Suriye'ye, Azerbeycan ve Ermenistan
tarafından küçük Asya'ya saldırdılar. İran orduları, Rum kuvvetlerini her iki
cepheden geri atarak denize dökünceye kadar takip etmiş, Suriye'deki bütün
mukaddes şehirleri zabtetmiş, Milâdın 614. yılında bütün Filistin'i ve
Kudüs'ü ele geçirmişti. Bu istilâ sırasında bütün kiliseler yıkılmış, bütün
dini binalar tahrib edilip kirletilmişti. İranlılara katılan yirmi altı
bin yahudi, altmış binden fazla Hıristiyanı kılıçtan geçirmişlerdi.
İran kisrasının sarayı, öldürülen otuz bin kişinin kafatası ile
donatılmıştı.
Bu istilâ tufanı, burada durmayarak Mısır'ı da basmış, Milâdın 616.
yılında İranlı'lar bir taraftan Nil vadisini işgal ederek İskenderiye'ye
ulaşmışlar, diğer taraftan bütün Anadolu'yu ele geçirerek İstanbl'un boğaziçi
sahillerine kadar gelmişler, doğu Roma İmparotorluğu'nun başkenti olan
Kostantıniye (İstanbul) şehrinin karşısında görünmüşler, saltanatlarını
Irak, Suriye, Filistin, Mısır ve Anadolu'ya yaymışlardı.
İranlılar, girdikleri her yerde ateşgedeler (Ateşe tapanların, ateş
yaktıkları tapınaklar) meydana getiriyorlar ve böylece Hıristiyanlığın çıktığı
yerlerde ateşperestliği yayıyorlardı. Doğu Roma İmparatorluğu'nun bu
yenilgisi karşısında kendisine tabi bulunan birçok vilâyetler isyan etmiş,
Afrika'daki ülkeler, Avrupa tarafındaki vilâyetler, hatta İstanbul'a komşu
şehirler, bu devletin egemenliğinden çıkmak istemişler ve çıkmışlardı. Kısaca
doğu Roma İmparatorluğu darmadağın olmuş, helâk olup yerlere serilmişti.
Romalıların bu yengilgi haberi Mekke'ye ulaştığı zaman müşrikler
sevinmiş ve müslümanlara karşı onların yenilgisinden duydukları sevinci açığa
vurmuşlar: "Siz ve hıristiyanlar kitap ehlisiniz, biz ve Fâris (İranlılar)
ümmiyiz; bizim kardeşlerimiz, sizin kardeşle r inizi tepelediler. Biz de sizi
tepeleriz" demişlerdi. |
Tefsir sayfası |
Bunun üzerine Hz. Muhammed'in bir mucizesi olmak üzere bu âyet
inip buyuruldu ki: Gerçi Rumlar yenildi yerin en yakınında, Mekke
toprağının, yani Arabistan'ın en yakınında; Şam'da yahut Rum başken t inin pek
yakınında, yani Anadolu'da İstanbul civarında demek olabilir ki, ikisi de
doğrudur. O sırada Rum İmparatorluğu öyle perişan olmuştu ki, iç
isyanlarla devlet ihtilâle uğramış, ordusu dağılmış, hazinesi boşalmış,
imparator Hirakl, İstanbul'u terkederek Kartaca'ya kaçmayı bile kurmuştu.
İranlıların galip kumandanları, zaferin verdiği sarhoşlukla şu barışı teklif
etmişler:
İmparator, İranlılar tarafından istenecek her şeyi verecektir. Bu
cümleden olarak bin yük altın, bin yük gümüş, bin yük ipek, bin a t, bin kadın
teslim edecektir. Rum İmparatorluğu, bütün bu aşağılayıcı şartları kabul etmiş,
bu esaslar üzerinde barışı imzalayacak delegeler göndermişlerdi.
Bu delegeler, İranlıların yanına vardıkları zaman Husrev,
şu sözleri de söylemiş: "Bu yeterli değildir. Bizzat imparator Hirakl,
karşıma zincirler içinde gelerek asılıp çarmıha gerilmiş olan ilâhına karşılık
ateşe ve güneşe tapmalıdır." İşte o yenilgi, böyle bir yenilgiydi.
Böyle bir çöküş içinde Romalıların birkaç yıl zarfında canlanıp yeniden galip
geleceklerine kesinlikle hüküm vermek şöyle dursun, ihtimal vemek bile normal
olarak akılların havsalasına sığacak bir şey değildi.
3- Fakat böyle bir zamanda Allah Teâlâ, Resulüne gayptan şu haberi
bildiriyordu: Bununla birlikte onlar, bu yenilgilerinin ardından kesinlikle
galip gelecekler. Hem uzak değil. Birkaç yıl içinde ki, "bıd"
kelimesi üçten dokuza kadar olan bir sayıyı ifade eder, nitekim bu âyet
inince Hz. Ebu Bekir (r.a.), o sevinen müşriklere şöyle demişti: "Allah,
sizin gözleri n izi aydınlatmayacak, peygamberimiz haber verdi. Yemin ederim
ki, Rumlar birkaç yıl içinde İranlılara mutlaka galip geleceklerdir." Buna
karşı Übeyy b. Halef: "Yalan söylüyorsun, haydi aramızda bir müddet tayin
et, seninle bahse girelim." dedi ve her iki taraf ta on deve üzerine bahse
girişip, üç yıl müddet tayin ettiler. Ebu Bekir, durumu Resulullah'a haber
verdi. Resullullah (s.a.v.) "Bıd', üçten dokuza kadardır, miktarı artır,
müddeti uzat." buyurdu. Bunun üzerine Ebu Bekir çıktı, Übeyy'e rast
gelince o: "galiba pişman oldun" dedi. Ebu Bekir de:
"Hayır" dedi, gel seninle bahsi artıralım, müddeti de uzatalım, haydi
dokuz seneye kadar yüz deve yap. O da: "Haydi yaptım" dedi.
Tirmizî'nin Sahih'inde rivayet ettiği üzere "Bedir" günü Rumlar,
İranlılara galip g e ldiler, Ebu Bekir de sonra onu Übeyy'in vârislerinden
aldı, peygambere götürdü. Peygamber (s.a.v.) de ona: "Bunu tasadduk
et" buyurdu.
4- Önünden de sonundan da emir Allah'ın, yani Rumlar galip gelecekler
diye ondan sonra emir ve irade, hüküm ve kumanda Rumların olacak zannedilmesin;
onlar galip gelmezden önce emir, ne onların, ne İranlıların olmayıp Allah'ın
olduğu gibi, onların galip gelmesinden sonra, yine Allah'ındır. O, önce onları
mağlub ettiği gibi, sonra da eder.
Hem de o gün, yani Rumların, İranlılara galip geleceği gün müminler
sevinecek Allah'ın yardımıyla, yani ötede Rumlar, İranlılara galip gelirken
aynı zamanda beriden müslümanlar da Allah'ın yardımıyla müşriklere karşı zafer
elde edecekler, yalnız Rumların galip gelmesiyle değil, Allah'ın özellikle
kendilerini galip kılan yardımıyla sevinecekler. Müminlere bu şekilde vaad
edilen bu yardım, bu sevinç, "Bedir" zaferidir. Nitekim Teberî
Tefsiri'nde "O Bedir'de müminlerin , müşriklere galip gelmesidir." demiştir.
Gerçekten Tirmiz î'nin rivayetine göre Rumların, İranlılara
galip gelmesi "Bedir" günü olmuştur. Fakat galibiyetin geniş bir
şekilde açıklanması, Hudeybiye sıralarında bilinebildiği ve Hz. Ebu Bekir de
develeri Übeyy'in kendisinden değil, sonra vârislerinden aldığı için bazıları
bu ferah gününü, Hudeybiye günü sanmışlardır.
Hindli Süleyman Nedevî efendi, Asrı Saadet tarihinde bunu şöyle tesbit etmiştir: "Resul-i
Ekrem'in işareti gereğince dokuz yıl sonra peygamberin bu haberi gerçekleşmiş
ve onun gerçekleşmesi "Bedir" zafe r inin elde edilmesine
rastlamıştır."
Bazılarına göre bu haber, hicretin altıncı yılında Hudeybiye
antlaşması esnasında gerçekleşmiştir. Fakat bu doğru değildir. Bu anlayış
hatasının sebebi şudur: Sahihi Buhari'nin açıkladığına göre Hz. Peygamber'in
Hirakl' e gönderdiği mektubu taşıyan elçi, Suriye'ye ulaştığı zaman Hirakl,
zaferini kutluyordu. Bu elçi, Hudeybiye andlaşması sıralarında gönderildiği
için birçokları Hirakl'in o sıralarda zafer kazandığını zannetmişlerdir.
Habuki, Hirakl, zaferi çoktan kazanmış v e onu kutlamak için Suriye'ye
gelmiş bulunuyordu.
Roma takvimine göre Hz. Muhammed'in peygamberliği, 609 yılında
meydana gelmiş, doğu Roma ile İran arasındaki düşmanlık, 610'da başlamış, 13-14
yılları savaş içinde geçmiş, 616'da, Romalılar yenilmişler, 622 'de karşı
harekete geçmişler, 623'de galibiyete başlayarak 625'te kesin zaferi elde
etmişlerdir. Yenilginin başlangıcıyla galibiyetin başlangıcı arasında dokuz
yıl geçmiş olduğu gibi, kesin yenilgi ile kesin galibiyet arasındaki müddet de
dokuz yıldan iba ret bulunuyor.
Peygamberimizin hicreti, peygamberliğin on üçüncü yılı olduğu için
(623) hicretin ikinci yılına rastlamış olur ki, "Bedir" de o yıldır.
Demek ki, Rumlar, yenilgilerinin yedinci, savaşın ikinci yılı galib
gelmeye başlamışlar ve onlar galib gelmeye başladığı sıralarda müslümanlar da
"Bedir" günü müşriklere galib gelerek sevinmişlerdir.
Bununla beraber savaş iki yıl daha devam etmiş, bu müddetle Rumlar,
İranlıların işgal ettikleri bütün vilayetleri kurtararak düşmanlarını Dicle ve
Fırat'ın gerilerine atmışlardır. Böylece tam dokuz yıl ve üç yıl sonunda kesin
üstünlük tamam olarak "Birkaç yıl içinde galib gelecekler." haberi
her yönüyle gerçekleşmiştir. Şu halde bundan dokuz yıl önce, yani hicretten
yedi yıl önce, peygamberliğin yedinci yılı Kur'ân, bu haberi verirken açıkça
dokuz yıl da demeyip "Birkaç yıl" diye bir çeşit kapalılıkla ifade
etmesinde de olaya uygunluk bakımından derin ve kapsamlı bir belağat ve geniş bir
anlam varmış.
Çünkü "bıd-ı
sinin" (birkaç yıl) demekle hem galibiyet süresi olan üç yıla, hem
yenilgi sonundan "Bedir"e rastlayan ilk galibiyete kadar olan yedi
yıla, hem de kesin galibiyet süresi olan dokuz yıla uygun
düşebilecek bir işaret vermiş bulunuyor ki, bunlardan birisi açıkça ifade
edilseydi olayın bütün safhaları gösterilmiş olmaz ve dolayısıyla bu kapsamlı
icaz tarzı bulunmazdı. Bir de bu açıklamadan asıl maksat, Rumların
galibiyetinden çok, müminlerin ilâhî yardım ile sevinecekleri günün tarihini
tesbit etmek olduğuna işaret edilmiş oluyor. Çünkü "birkaç yıl" k a
palı olmakla beraber galibiyetin gerçekleşmesine bağlı olan "o gün"
belirlidir. Bu bakımdan âyetin bu sevinç gününü gösteren mucizesi, Rumların
galibiyetini haber veren mucizesinden daha şanlıdır.
5-Böyle iken birçoklarının bundan habersiz olmaları ne kadar üzücüdür!
Evet buyuruluyor ki: "Rumlar, yenilgilerinin arkasından birkaç yıl içinde
galib gelecekler, önünde de sonunda da emir Allah'ındır. Onlar galib geldikleri
sırada müminler de Allah'ın yardımıyla sevinecekler." Bu nasıl olur
demeyin. O kimi dilerse yardım eder, dilediğini muzaffer kılar. Yani O'nun
yardımı sebeplere bağlı değil, sebepler O'nun iradesine bağlıdır. Dün
İranlıları galib kılmış iken, yarın Rumları galib kılar. Bir de bakarsın hiç
ümit edilmedik bir zamanda, tutar hiçbir ku v vetleri yok zannedilen müminleri
hepsine karşı galib ve muzaffer kılar. Ve aziz O'dur. Rahîm O'dur. Hiç mağlup
olma ihtimali bulunmayan izzet (güç, kuvvet) sahibi ancak O'dur. Tek rahmet edici
olan da O'dur. Onun için de bir zaman olur, mağlubları galib kılar, müminleri
sonunda zafere erdirir.
6- Allah'ın vaadi. Bu anlatılan galibiyet ve
yardım, öyle bir vaaddir ki, onu Allah Teâlâ vaad buyurdu. Allah, vaadinden
caymaz. Dolayısıyla bunlar mutlaka gerçekleşecektir. Burada açık olarak iki
vaad var. Birisi Rumların, mağlubiyetlerinden sonra galib gelecekleri;
birisi de müminlerin, Allah'ın yardımı ile sevinecekleridir. Bu iki vaad,
çok geçmeden gerçekleşti. Ebu Bekir (r.a.) bahsi kazandı. Bu şekilde bunun
Hz. Muhammed'in peygamberliğini ispat eden ilâhî bir âyet, bir mucize olduğu
ortaya çıktı...”
Ebubekir bahsi kazandı ama başımıza yıkılmayan bir Haçlı Batı
egemenliği musallat oldu. Araplar ne dinlerine ne de kazandıkları ülkelere
sahip olmayı başaramadılar. 300 yılda herşeylerini kaybettiler. Muhammet’in
dini lanetli gördüğü “mecüc soyu” dediği Türkler ve sevmediği İranlılar
sayesinde bu güne kadar gelebildi.
Türklere de “köle millet” muamelesi yüzünden din kitaplarını dillerinde
okumaları yasaklanınca bu yasağa da Türkler uyunca, Araplara benzediler ve her
şey elden çıktı, peygamberden 1350 yıl sonra tüm Müslüman dünyası haçlılara
sömürge oldu. Muhammet Roma’ya dönük oynamakla bin yılın hatasını yapmıştır. Bu
gün o çok koruduğu Kâbe’sinin etrafını Hristiyan Amerika’lıların inşa ettiği
fuhuş otelleri doldurmuş, binanın heybeti gitmiş, halkı, 1739’da İngiliz ajanı
Hemper’in yaptığı Vehhabilik adlı Yahudilik ve Süryanilik harmanı Mason bir
dine girmiş, Yahudi ve Hristiyanların çıkarttıkları adı İslam olan mezhep ve
tarikatlara İslam dünyası bölünmüş, her dakika birbirlerinin kanlarını
Haçlıların silahlarıyla akıtır haldedirler. Yurtları işgal edilmiş, doğal
kaynaklarının %60’ını Rumlara vergi verir olmuşlardır.
Tefsirde anlatılan yenilgi,
Muhammet’in vaatlerinin ne kadar mesnetsiz, hayali olduğunu Hicaz Araplarına
kanıtlamış, E.H.Yazır hocanın kaynaklardan tespit ettiği gibi “dinden çıkmalara
da sebep olmuştur.
Bunu takip eden 13 yılın sonunda
Romalıların, savaşlardan bunalan İran’da çıkan bir taht kavgasını akıllıca
değerlendirmelerinin ardından gelen galibiyetleri, Muhammet’in değerini
kazandırmıştır.
Ortada Muhammet’in gaipten haber
vermeciliği, falcılığı, büyücülüğü, vahiy mahiy hikayeleri yoktur. Olay tamamen
Muhammet’e uluhiyet kazandırmak için Hristiyan rahiplerce yazılmış, Roma
ürünüdür.
Şimdi Rum Suresi tefsirinde
anlatılan Roma-İran savaşlarının gerçek tarih ile kıyaslamasını yapabilmek için
gerçek tarihi okuyalım.
Roma-İran savaşları tarihini
peygamberin “3” üç yaşında olduğu tarihten bir Türk olayı örneğiyle başlayarak,
daha sonra peygamberlik öncesi 602’den başlayarak okuyalım. Böylece Rum suresi
ile kıyaslama olanağı elde edelim.
Herakles, 610’da tahtı imparator
Fokas’tan alır, Muhammet’e vahiy gelmesine bir yıl vardır. Hicret 622’de olmuştur.
Romalılar İran’ı kesin yenilgiye 627’de uğratmışlar ve savaşlar kesilmiştir.
Herakles’e mektup Hicretten “7” yıl sonra yazılmıştır. Yani 629’da. Yani, Rum
suresinde geçen kesin Roma zaferinden iki yıl sonra.
Görüldüğü gibi, İslam’ın
gelişmesi, Allah’a değil, Roma’nın İran üzerindeki zafere bağlıymış.
Muhammet bundan “3” üç yıl sonra
ölmüştür, yani 633’de. Demek ki, 18 yıl peygamber hiç bir iş yapamamıştır.
Mekke’nin fethi bile Herakles Ebu Süfyan’ı ikna eder etmez gerçekleşmiş bütün
Arap yarımadası tek devlet haline gelmiş, peygamberin ölümünden “3” yıl sonra
da İran ve Mısır kapıları açılmıştır.
Tarihi metinler, “13” yıllık bir
çalışma ile edinilmiş bilgiler ışığında yazılmış bir tarihin tarafımdan
dilimize çevrilmiş halidir;
İngiliz Bizans tarihçisi, Bizans
Araştırmaları konusunda dersler veren Oxford Üniversitesi öğretim üyesi, bu
üniversitenin 1517’de kurulmuş bölümü olan Corpus Christi College’inden emekli,
“Late Antiquity” (Geç Antik Çağ); “Roman-Persian Wars” (Roma-İran Savaşları”
ile “Coming of İslam” (İslam’ın Gelişi) adlı tarihi çalışmaları bulunan James
Douglas Howard-Johnston’a (12.Mart 1942) göre, Roma Pers/İran Savaşları
M.Ö. 92’de başlar ve M.S.627’ye kadar 721 yıl sürer.
Bu savaşlarda Romalıların da İranlıların da
yanlarında daima Türklerin bulunduğuna tanık oluyoruz.
İngiliz araştırmacı tarihçi J.D.Howard Johnston’un Roma-Pers Savaşları
çalışmasında yazdığına göre Muhammet daha üç yaşındayken Türkler Yemen
çöllerindedir;
“M.S.574’de Ermenistan’ın
Sasanilere karşı çıkarttıkları bir isyanla tekrar savaş çıktı, Romalıların
Perslere karşı Türklerle anlaşmaları üzerine savaş, iki ülkenin nüfuz bölgeleri
olan Yemen, Suriye çöllerine doğru uzayarak devam etti.(63-
John of
Epiphania, History, 2
AncientSites.comgives an additional reason for the
outbreak of the war: "[The Medians'] contentiousness increased even
further ... when Justin did not deem to pay the Medians the five hundred
pounds of gold each year previously agreed to under the peace treaties and let
the Roman State remain forever a tributary of the Persians." See also,
Greatrex (2005), 503–504(Epiphania’lı Yahya’nın tarihine göre Ancient Sites
com’un verdiği Ek bilgi olarak savaşın çıkmasına sebep olan lar; İranlılar
isteklerini arttırdılar ve anlaşmaya
gçre, Jüstinyen Perslere önceden kararlaştırılan her yıl 500 paund ağırlığında
altın ödüyor görünmeyecekti ama Roma devleti sonsuza dek Perslere vergi ödeyen
devlet olarak kalacaktı.Hatta Bknz Greatrex 503-504 )
627’de
kesilen savaşlardan sonra Heraklius zamanında 635’lerde, Halife Ömer’in
orduları İran ve onun teşvikiyle isyan eden Yahudi ve Ortodoks Hristiyan
toplulukları Kuzey Afrika boyunca İslam idaresine girince biter. Herakles
Hristiyanlıktan sonra Roma’nın çıkarttığı ikinci din ile başarıya ulaşmış,
ülkesini İran ve Yahudi tehdidinden kurtarmıştır. Bu defa da birden büyüyen İslam Roma’ya da meydan
okumaktan çekinmez ve Roma-İslam savaşları başlar. Besle kargayı oysun gözünü
özdeyişimiz bu olayda yerini bulur.
Roma
ile olan İslam savaşları da 1453’’te
İstanbul’un fethi ile o da son bulur. Yerini hala süren Türk İslam-Haçlı
Seferlerine bırakır.
Şimdi,
peygamberin eşi Hatice ile henüz evlendiği yıllardan itibaren 602-627 arası
“25” yıllık Roma-Pers savaşlarını kronolojik olarak verelim ve İran’in Roma’da
nasıl siyan çıkarttığını, Yahudileri nasıl kullandığını görelim;
“”602’de Romalılar,
Balkanlarda Phocas (602-610 arası imparator-Fokas okunur) önderliğinde
çıkartılan isyanlarla uğraştı. Phocas başarılı oldu, Maurice’i tahttan indirip
ailesini de birlikte öldürdü. II.Hüsrev, velinimetinin öldürülmesini savaşın
hayrına yormaya alışıktı.(74- Foss (1975), 722)
Savaşların başlangıcında, Persler
beklenmedik ezici galibiyetlerinden hoşlanıyordu. Maurice’in oğlu gibi görünen Roma’lı
general Narses’in Phocas’a karşı çıkarttığı siyanı II.Hüsrev’in destekliyordu.(75- Theophanes, Chronicle,
290–293* Greatrex–Lieu (2002), II, 183–184)
603’te II.Hüsrev,
Roma’lı general Germanus tarafından Mezopotamya’da ve Dara (Mardin-Oğuz)
kuşatmasında bozguna uğratıldı ve öldürüldü. Takip eden yıllar
boyunca Romalılar bütün sınırlarda belirgin şekilde galip geldiler ve sınır
şehirlerini birer birer aldılar.(76- Theophanes, Chronicle, 292–293*
Greatrex–Lieu (2002), II, 185–186)
Aynı zamanda Kafkasya’da,
Ermenistan’daki Roma garnizonlarında kesin zaferler kazandılar ve sistemli
olarak boyun eğdirdiler.(77- Greatrex–Lieu (2002), II,
186–187)
Heraklius, Kartaca’dan
İstanbul’a yelken açtıktan sonra 610’da Phocas’ı tahttan aldı.(78- Haldon (1997), 41; Speck (1984), 178.) Aynı zamanda İranlılar
Mezopotamya ve Kafkaslardaki zaferlerini tamamladılar ve 611’de Suriye’ye
yürüdüler ve 612’de Anadolu’ya girdiler.
Heraklius, 613’de Suriye’ye
büyük bir karşı saldırı başlattı.Antakya dışındaki Şahbaraz ve Şahin’de
aldatıcı bir bozguna uğratıldı ve
Roma’nın savaş konumu çöktü.(80
- Greatrex–Lieu (2002), II, 189–190) Takip eden
onyıllarda Persler Filistin ve Mısır’ı fethedebildiler, Anadolu’yu
yağmalayabildiler.(81
- Greatrex–Lieu (2002), II, 190–193, 196) (82
- The mint of Nicomedia ceased
operating in 613, andRhodes fell
to the invaders in 622–623 (Greatrex-Lieu (2002), II, 193–197).)
Bundan istifade eden Avarlar ve
Slavlar balkanlarda avantajlı duruma geçerek ve Balkanlar üzerine yürüyüp
Roma’yı yıkılmanın eşiğine getirebilirlerdi.(83- Howard-Johnston
(2006), 85)
Bu yıllarda, Heraklius, ordusunu
yeniden kurmak, askeri olmayan harcamalar yaparak parasının değerini düşürmek,
kilise gelirlerini eritmek, savaşa devam edebilmek için Patrik Segius’un
desteğini almaya çalışıyordu.(84- Greatrex–Lieu (2002), II,
196)
622’de Heraklius, şehri
Sergius’a, naibi olan oğlu General Bonus’a emanet ederek İstanbul’dan ayrıldı.
Ordularını Küçük Asya’da (Anadolu)
kurdu ve morallerini ölçmek için tatbikatlar yaptırdı Kutsal Savaş (Haçlı
savaşı) karakterine büründürerek yeni karşı saldırıyı başlattı.(85-
Theophanes, Chronicle,
303–304, 307* Cameron (1979), 23; Grabar (1984), 37)
Kafkasya’da Arap komutan
idaresindeki Pers ordusundan bir bozgun aldı ve Şahbaraz’da bir zafer
kazandı.(86- Theophanes, Chronicle, 304.25–306.7*
Greatrex–Lieu (2002), II, 199)
623’te başarısızlık takip etti ve
Avarlarla bir barış anlaşması yaptı, 624’te Atropatene (Azerbaycan)
vilayetindeki Ganzak şehrinde Hüsrev’in idaresindeki orduya yöneldi.(87-
Theophanes, Chronicle,
306–308* Greatrex–Lieu (2002), II, 199–202)
625’te,Şahbaraz, Şahin ve
Şahraplakan adlı generalleri Ermenistan’da bozguna uğrattı ve Şahbaraz’ın
karargahını ele geçirerek askerine kışlık konaklama yeri yaptı.(88-
Theophanes, Chronicle,
308–312* Greatrex–Lieu (2002), II, 202–205)
Şahbaraz komutasındaki Avarlar
ve Slavlarla desteklenen Pers ordusu 626’da İstanbul’a başarısız bir
kuşatma yaptılar.(89- Theophanes, Chronicle,
316* Cameron (1979), 5–6, 20–22)
General Şahin komutasındaki
diğer Pers ordusu da Heraklius’un erkek kardeşi Theodore’nin idaresindeki
orduya karşı büyük bir bozgun yedi.(90- Theophanes, Chronicle, 315–316*
Farrokh–McBride (2005), 56)
Bu esnada, Kafkaslarda
zayıflayan Pers ordusunun durumundan istifade etmek, harap edilen topraklarını
kurtarabilmek için, Heraklius Türklerle ittifak kurdu.(91-
Greatrex–Lieu (2002), II, 209–212)
627’nin sonlarına doğru
Heraklius, Türk müttefiklerinin kendisini terk etmesine rağmen
Mezopotamya’ya bir kış saldırısı başlattı ve Ninova savaşında Persleri bozguna
uğrattı. Dicle boyunca güneye doğru ilerledi, Hüsrev’in büyük sarayı
Destegird’i yağmaladı, sadece Nehrivan Kanalının yıkılması yüzünden başkent
Babil’e (Ctesiphon) saldırmaktan alıkonuldu.Felaketler serisi üzerine gözden
düşen Hüsrev, bir darbe ile tahttan indirildi ve yerine oğlu
II.Kavas (Kavad) geçirilerek, bütün işgal edilmiş topraklardan çekilmesini
sağlayan barış anlaşması yaptırıldı.(92- Theophanes, Chronicle, 317–327*
Greatrex–Lieu (2002), II, 217–227)
Heraklius, Kudüs’te büyük bir
bayram kutlamasıyla Gerçek Haç’ı onarttı. (93- Haldon (1997), 46;
Baynes (1912), passim;
Speck (1984), 178)””
Onca çeviri çalışmasından sonra
adamı kaynak gösterdik, o da kendi kaynaklarını “internet linkiyle verdiğinden”
sayfa Amerikan bayrağına döndü ya neyse idare ediniz.
Araplar ile Romalıların kültür
farkını bu tarihi kayıt tutmakta bile görmek mümkündür. Olayları hemen tarih
sırasıyla kolayca bulup kesin kanaatimizi ortaya koyabiliyoruz.
Rum suresi tefsirinde, “tarihsiz”
efsanelerle dolu, tefsirci Hamdi hocanın tarih yakıştırma çabalarını,
zorlanması okuduk.
627’de Roma İran’ı kesin yenilgiye
uğratınca, bunda iç taht kavgalarının payı da büyüktür, Kureyşliler ve Muhammet
Roma’dan emin oldular ve önce 629’da davet mektubu yazıldı, Ebu Süfyan Şamda azarlandı
ve Mekke’yi Muhammet’e teslim etti. Araplar sabırsızlıkla bekledikleri yeni
dinde birleştiler ve Roma’nın fedaileri olarak sahneye çıktılar.
Şimdi sıra İran’ın fethine geldi
ve İranlı birilerinin kazanılması, İran’ın kolay teslim alınmasına yarayacaktı.
Hemen İranlılar, İran şahının Muhammet’in başını isteyen emrini, Roma-İran
savaşlarının sonuna kadar sallayan Yemen valisi Bazan ile “peygamber soyu” ilan
edilmesine gelir.
İranlılar Muhammet soyu
sayılıyor;
İbn-i Hişam diyor ki: Vahriz
ölünce Iran imparatoru Yemen valiliğin Vahriz'in oğlu Merzban'ı atadı. Bu ölünce oğlu Teynucan ı, o da
ölünce bunun (Teynucan'ın) oğlunu, sonra bunu işinden atıp yerine Bazan'ı atadı. Tanrı elçisi Muhammed, Tanrı
tarafından yollanıncaya kadar Bazan Yemen'de valilik etti.
İran Şahının Muhammet’e Ölüm
Fermanı;
Zühri'nin şunları söylediği kulağıma ilişti: Iran
hükümdarı Bazan'a "işittim
ki Kureyş kabilesinden bir adam
Mekke'de ortaya çıkıp Peygamber olduğunu iddia ediyormuş. Ona git tövbe
etmesini söyle. Tövbe ederse ne alâ, yoksa ba şı nı kesip bana yolla" diye mektup yazmış.
Bazan imparatorun bu mektubunu
Tanrı elçisi Muhammed'e yolladı.
Peygamber Muhammed'te buna
karşılık Bazan'a "Tanrı, imparatorunun falan ayın falan gününde
öldürüleceğini bana vaad etti" diye yazdı.
Bazan, Peygamberin mektubu eline
geçince bakalım ne olacak diye bekledi ve kendi kendine "eğer bu adam
peygamber ise dedikleri doğru çıkacaktir" diye düşündü . Gerçekten Tanrı ,
Peygamberin bildirdiği günde Iran imparatorunu öldürttü.
Zuhri demiş ki: Bazan imparatorun ölüm haberini alınca
kendisinin ve yanında bulunan
İranlıların islam olduklarını
Peygamber Muhammed'e bildirdi. Bazan'ın gönderdiği Iranlı elçiler Peygambere;
"Ey Tanrı elçisi! Biz soy bakımından kime
bağlanacağız" diye sordular.
Peygamber: "Siz
bizdensiniz. Bize yani Peygamber ailesine (ehl-i Beyt)
bağlanacaksınız,"
cevabını verdi.
İbn-i Hişam diyor ki:
Zuhri'nin şöyle dediği kulağıma geldi:
"İşte bu sebepten dolayı da Peygamber -Selman (Selman-ı Farisi)
bizden yani peygamber
ailesindendir demiştir."
Kynk; Siret ül Resulullah İbni Hişam El Kalbi’nin
eserinin, Hz. Muhammet’in Hayatı A.Ü.İlhyt. Fak yay. 1971 S.61
İbn-i Hişam diyor ki: Zuhri'nin
şöyle dediği kulağıma geldi: "İşte bu sebepten dolayı da Peygamber -Selman (Selman-ı Farisi) bizden yani peygamber ailesindendir
demiştir."
Kynk; Siret ül Resulullah İbni Hişam El Kalbi’nin
eserinin, Hz. Muhammet’in Hayatı A.Ü.İlhyt. Fak yay. 1971 S-44
Yemen’i Muhammet’e ve
Kavmine Bağlama Gerekçesi;
İbn-i İshak der ki: Söylediklerine
göre Yemen'deki bir taş üstünde ta eski
zamanlarda şu dört soru ve cevapları
yazılmış;
"-Zimar'ın egemenliği kime
aittir?
-iyi olan Himyerlilere aittir.
-Zimar'ın egemenliği kime aittir?
-Kötü Habeşlilere aittir.
Zimar'ın egemenliği kime aittir?
-Hür İranlılara aittir.
Zimar'ın egemenliği kime aittir ?
-Tüccar olan Kureyş kabilesine aittir.
Zimar ( ) ise Yemen veya San'aya denir.”
S-44
Kynk; Siret ül Resulullah İbni Hişam El Kalbi’nin
eserinin, Hz. Muhammet’in Hayatı A.Ü.İlhyt. Fak yay. 1971 S.12’den 44’e kadar.
Muhammet’in Araplığı;
“İbn-i İshak der ki :
Tanrı elçisi arkadaşlarına: Ben
aranızda en koyu arabım. Çünkü Kureyşliyim; üstelik Bekr oğlu Sa'd boyundan süt
emdim”
Kynk;
Siret ül Resulullah İbni Hişam El Kalbi’nin
eserinin, Hz. Muhammet’in Hayatı A.Ü.İlhyt. Fak yay. 1971 S.122
Yemen’in İranlı eşkiya soylu valisi Bazan’ın şahına ihaneti
sayesinde başını kurtaran Muhammet, Roma’nın galibiyetiyle yerini
sağlamlaştırmaya başlar.
Kendisini “HAS KATIKSIZ ARAP” ilan edip, İranlıları da
peygamber soyuna bağlayan Muhammet, İran işgalinin ruhani yolunu böylece
açmıştır.
Şimdi biraz Arapları
yıkarıda geçen olaylar üzerinden eleştiriye tabi tutalım. Bakalım bunlar ne
kadar kutlu, mutlu veya adi insanlar;
Kureyşliler ve Muahmmet’in Soy
Sorunları;
Yemen’in Himyerli, Habeşi ve İrani
krallarının /valilerinin anlatıldığı bölümler ile yukarıdaki metni birlikte
düşündüğümüzde önce peygamberin Yemen’li Adnani kabilesine ait olan yakın
soyunu, Yemen’in Mecusilikten Yahudiliğe Tubban ile geçişlerini, Necranlıların
Hristiyanlığa geçişlerini, Yahudi Yemenliler ile Hristiyan Necranlıların
savaşlarında Arap/Rum Hristiyanların övülmelerini, Zenci Hristiyanların
aşağılanmalarını, Yemen’in, Zenci Habeş (günümüzde Etiyopya ve Sudan) Kralı
Necaşi’nin komutanları Eryat ile Habeş idaresine geçişlerini ve Ebrehe’nin
valiliği ele geçirmesini takiben
Allah’a bütün bağlılıklarına, dürüstlüklerine, kendisine kılıç çekenleri
bağışlayan merhametlerine rağmen, aşağılanan, tanrı tarafından feci ölüme
mahkum edilen Zenci Habeşileri insan yerine koymayan çakma Fil olayını ve sözde
bir kitabedeki kayıt delil gösterilerek Yemen’in Kureyş kabilesi idaresine
bağlanmasını, İran’ın 627’de aldığı kesin yenilgiden sonra Muhammet ve
Kureyşlilerin Roma yönünde tercih yaptıklarını, Muhammet’e Roma ve Vatikan
desteklerini okuduk.
Ayrıca, Yemenlilerin kendi
seçtikleri zalim idarecilerden gördükleri zulümler nedeniyle sıkıştıkça yardım
istedikleri Habeşlileri “zenci olmaları” yüzünden sevmediklerini, onlardan da
kurtulmak için soy ve din bağları olan İranlıları yardıma çağırdıklarını, ne
kadar nankör olduklarını gördük.
Önemli olan bir diğer konuda
Necran’lı Hristiyan Devs Zu Saleban; Zu Nuvas’ın baskınından kaçarak kurtulan
Hristiyan katlini Bizans kayserine şikayet etmesi, Roma’nın o zamanlar Katolik
olması ve “Allah’a tapınan, namaz kılan Nasturi, Süryani Hristiyanlarını İsa’yı
“kovulmuş dişi şeytan Er Ruha’nın kılık değiştirmiş hali, yalancı peygamber”
olarak nitelemeleri yüzünden “kafir” saydıklarını bildikleri halde gene ilk
yardımı istedikleri ülkenin Hristiyan İstanbul yani Roma imparatoru olması da
dikkat çekicidir.
Yukarıda okuduğumuz İbni İshak’ın
eserinin İbni Hişam El Kalbi düzenlemesinde, peygamberin soyunun ke kadar “Arap
milliyetçiliği yaratmak uğruna” koyu, bir Arap ilan edilmesi ve soy seceresinin
Adem oğlu Şit’e dayandırılması, Sebe kavminin sel sonrası aldıkları ad olan
Aramiler ve onların Hristiyanları Süryanilerin de aynı Şit’e soylarını
dayandırması, peygamberin, komşu kavimlerce değer verilmeyen, kavmini “soy sop
sahibi” etme çabasıdır.
Çünkü onları ne Arami Sabiler
ne Yahudiler ne de Grek/Rumlar kendi soylarından saymamaktadır. Çünkü Yahudi
Tevrat’ında İsmail peygamber yoktur. Grek Tevratında yer alan İsmail ve annesi
köle prenses Mısır’lı Arap Hacer de İbrahim’in karısı Sara’nın “kısırlığı” ile
alay ettikleri için, İshak’ın doğmasından sonra Allah’ın emriyle ceza olarak Mekke’ye sürülmüşlerdir. Bu durumda
İsmail peygamber de değildir.
Buna rağmen peygamber soyunun,
Hubel/Allah putunu da Suriye’li akrabaları Moabi (Muavi) kabilesinden almıştır.
Muavi/Moabi kabilesi ise Lut peygamber soyundandır. Lut soyu da onun kendi
kızları ile ilişkisinden üremiştir. Hicaz Arapları da ensesttir. Nisa suresi
23. ayet onlardan bu geleneği kaldırmak için inmiştir. İslam’ın onları
şereflendirdiği en önemli ayet de budur bence.
Ama Muhammet, amcası ebu Talip’in
kızı Zeynep’e aşıktır. Ahzap suresi nerdeyse Muhammet’in Zeyneple evlenmek için
“birinci, ikinci derece akrabalar ve çocukları ile hatta süt kardeşler ile karı
olarak aldıkları kölelerin çocukları ile ilişkiyi dahi yasaklayan Nisa 23.
ayeti iptal eden Ahzap Suresi 40.ayeti indirmiş, diğer ayetleri de indirerek
amca kızı Zeynep ile hile yaparak, ayetle zorlayarak evlenmiş bir ensesttir.
Zeynep’i ayet hükmüyle evlendirdiği
kölesi Zeyd’in gerdekte iken odasına girip Zeynep’i alıp kendi yatağına götüren
Muhammet, “zina yaptın” diyen halkını ikna etmek için Ahzap 11’den 40’a kadar
ayet indirdiyse de bir çok insanın dinden çıkmasına engel olamamıştır.
Zeyd, Muhammetin kucağında
oturduğu esnada vahiy geldiğinde baldırlarının kopacak kadar acı duyduğunu
anlatmış, eşi Ayşe de peygamberin zeydi her savaşta komutan yaptığını ve bir
gün savaştan dönen Zeyd’in odalarına girdiğini, peygamberin ayağa kalkarak
Zeydi’öptüğünü anlatmıştır.
Bu da peygamberin hem ensest hem
de Luti olduğunu ispat etmektedir. Yani aynı karakterde olan Sabilerin bazı
mezhepleri ile o mezheplerden dinlerine alıntı yapan Grek/Yunan Rumları gibi
olduğunun kanıtıdır. Greklerle akrabalıkları da çok önceye dayanır.
M.Ö. 330’larda ortaya çıkan Büyük
İskender’in kurduğu Grek imparatorluğu zamanında Rumlaştırılan bütün Arap
kavimlerini kendilerini o zamandan beri Rum saydıklarını hatırlayalım.
Günümüzde dahi Türkiye
Süryanilerinin de kendilerini Rum saydıklarını, kiliselerinde Arapça, Farsça,
Grek/Rumca, Aramice ve Türkçe eğitim verdiklerini hatırlatalım.
Bu hatırlatma bize, İran şahının
Muhammet’e yolladığı “peygamberliği bırakması aksi halde kellesinin gideceğini”
bildiren mektup yollamasına rağmen, Yahudileri 721 yıl, Yahudi Hristiyanları da
323 yıl boyunca sürgünden sürgüne gönderen, soykırıma uğratan Bizans’ın
peygamber Muhammet’i neden tehdit görmediğini de okuduk, öğrendik.
Tarih Boyunca İlk Kez Yıldızı Parlayan Millet Kureyş
Peygamber Muhammet’in 632’de
öldüğünü bildiğimize göre demek ki 627’den sonra İran kendine gelememiştir ve
629’da Herakles ile kurulan bağlantı, alınan destek ile Kureyş kavmi üç yıl
içinde tarhinin en parlak çağını yakalamış, kimseye ispat edemediği soyunu
herkese zoraki kanıtlamıştır.
Arap yarımadası Kureyş idaresinde
tek devlet haline gelmiştir.
635’te de Hz. Ömer zamanında İslam
idaresine girdiğinde yine Herakles iktidardaydı ve Araplara gereken yardımı
etmekten geri durmamıştı.
Bu tarihte, İslam tarihçilerinin
kayıtlarında ve yukarıdaki Hadis yazarlarının tespitlerinde de görmediğimiz bir
“adı” görüyoruz. Bu ad “TÜRK” adıdır.
|
Kahverenkli bölge tarihte Arapların ilk kez birleştirdikleri coğrafyadır. Bunda Roma'nın hoş görüsü yadırganamaz. |
Türklerin hem İran hem de Bizans
ile yerine göre birlikte savaştıklarını da kısaca okumuş olduk. Bizans tarihini
yazan Douglas Howard Johnston’a ve onunla bu araştırmaları yapanlara,
yayınlayanlara bu tarafsız tespitlerinden dolayı teşekkür ediyorum.
M.S.641’de ölen Heraklius’un
iktidarı boyunca İslam imparatorluğunun büyümesi sürer.
M.Ö.92’den M.S. 627’ye kadar
Yahudilere 721 yıl, milatın başından 324 yılına kadar Hristiyanlara her türlü
baskı, sürgün, toplu katliamlar yapan, İran yanlısı isyanlar çıkartan Mecusi
Araplara Irak, Suriye’den Yemen’e kadar yeri geldiğinde Türkler ve diğer
kavimleri de yanına alarak darbeler indiren Roma’nın, göz göre göre İslam’ın
büyümesine çanak tutmasının arkasında Herakles’in 613’de aldığı ağır yenilgi
yanında yedi asır boyunca çektiği çile de hesaplandığında İslam’ın indirilen
bir din olmadığı, Roma’nın halkını İran ve Yahudi belasından kurtarmak için
çıkarttığı Hristiyanlıktan sonra ikinci siyasi dinidir.
Batıdan ve kuzeyden Slav, Vizigot,
Ostrogot, Türk saldırılarıyla sınırları sürekli daralırken bile İran ve İran
bağlantılı Yahudi- Hristiyan isyanlarına göz açtırmayan bir Roma-Bizans
siyasetine rağmen İslam’ın büyümesi Herakles’in izniyle olmuştur. Herakles’in
açık desteğini gördük.
Şimdi, Vatikan’lı rahip Alberto
Riviera’nın 1980’lerde “The Prophet=Peygamber” adlı kitabında Muhammet’in
Vatikan ve Roma imparatorluğu tarafından desteklenerek peygamber edildiğini,
İslam’ın çakma Roma dini olduğunu yazdığı iddiayı verelim;
ALBERTO RİVİERA’YA GÖRE İSLAM
VATİKAN KOMPLOSUDUR.
Bu yazı, İnternet’te videoları ve
çizgi romanları dolaşan eski, maktul Vatikan rahibi Albertto Riviera’nın
“Prophet/Peygamber” adlı kitabın çizgi romanından alıntılardan oluşan iddialar
üzerine yazıldı, aşağıdaki satırdan itibaren çeviri ve özet şeklinde kısaltma
yapılmıştır. İyi okumalar;
“M.S. 70’te Yahudi isyanı çıktı.
Roma ordusu General Titus emrinde Yahudileri bastırdı ve Yahudi inancının kalbi
olan Süleyman Mabedini yıktı. Bu gün bu tapınağın üstünde İslam’ın ikinci
kutsal yeri sayılan Mescid-i Aksa cami’si vardır. Yahudiler katledildi,
bazıları esir alındı kaçanlar kurtuldu. Kurtulanlardan bazıları Kuzey Afrika’da
göçer yaşama başladılar ama Romalı ajanlar onları çadırlarında da gözlüyordu.
Bu arada Roma’da zulüm,
rüşvet,sapıklık yayılmış insanlar bulduklarıyla idare etmeye başlamışlardı.
Hristiyanlara çektirilen acılar,
sürgünler onların ilerlemesiini durduramamıştı.
İran’a karşı yapılan savaşların
arkasında Roma Mitra (Mihr/Güneş) dininin köklerinin İran Mazdacılığına dayalı
olması yatıyordu. İran şahları Allah’ın temsilcisi, İranlılar Allah’ın seçtiği
halk kabul edildiğinden, Romalı askerler ve komutanlar onlara karşı savaşmak
istemiyorlardı. İran da Roma’yı istediği gibi karıştırıyordu.
Ülkesinin içine düştüğü duruma
içerleyen ve saşava kalkan Roma imparatorları da kendi askerlerince zehirlenmek
dahil her şekilde öldürülüyorlardı.
İran kökenli olmayan
Yahudilikten çıkan Hristiyanlık 300 yıl sonra Romalılarca kurtuluş reçetesi
olarak görüldü ve M.S. 325’te Hristiyanlık resmi dinler arasına alındı.
Roma’daki eski dinin tapınakları
yıkıldı, Roma’nın içinde yedi tepeli yere Vaticanus (Vatikan) adı
verildi. Oradaki şeytan tapınağı Janus’un adı, İsa’nın öğrencilerinden Aziz Peter/Petrus’un adını
aldı, Tapınaktaki Jüpiter tanrı heykeli de Aziz Peter’in heykeli ile
değiştirildi. Venüs heykeli de Meryem Ana heykeli ile değiştirilerek
yeni dinin öğeleri yerlerine konmuş oldu.
Ya da sadece adları ile şekilleri
değişti. İsa’nın vahiyle 17:5’te dediği gibi,”İçki ve fuhuş ile
insanları zinaya teşvik eden, milletleri serhoş edip savaştıran, yeryüzünün
nefretini kazanan, fahişelerin anası esrarlı Babil” ayetindeki gibi Roma
yaşamına devam etti.
Kuzeyden gelen Hun Türkleri ile
birlikte haraket eden Vizigot saldırıları yüzünden zayıf düşen Roma, Kuzey
Afrika’ya sürülen Yahudileri takip eden ajanların paralarını ödeyemeyince, bu
işi Hristiyan rahipleri üstlendiler. Kale şeklinde kiliseler kuzey Afrikada
görülmeye başlandı. IV.yy.da rahip askerlerden oluşan tuhaf bir ordu ortaya
çıktı. Bunlar, dinlerini yaymak için Rahipler, keşişler ve rahibeleriyle
halka ellerinden geldiğince yardımcı oluyorlardı. Papa’nın de dini takipçileri
olarak görüldüklerinden korkuyla karışık hürmet görüyorlardı.
354 yılında Cezayir’de dindar
bir ana bir çocuk doğurdu. Adı Agustin’di. Bu zeki çocuk kısa sürede önce aziz
ardından Roma Afrikasının baş rahibi oldu. Bu imanlı Katolik önder “Kilise
Baba” adıyla çağrılmaya başlandı.
Agustin iki önemli kitap yazdı.
“Şehrin tanrısı” ve “İtiraflar” Bunlar Araplarca pek bilinmeyen ama Arap
dünyasını yüzyıllarca etkileyen bir kitaptı.
Roma, 540’larda kuzeyden gelen
Hunlar tarafından yıkıldı ve onları takip eden Vizigot akınlarıyla da işgal
edildi, imparatoru tahtını kaybetti, yerine Türk adı taşıyan Teodemir adlı
Alman geçti. Diğer Roma olan Bizans’ta ise Hristiyanlık gelişti, yayıldı
540-550’lerde I.Jüstinyen ile de resmi devlet dini oldu ve diğer dinler
yasaklandı.
Agustin, Arapları Katolik Hristiyanlığına
kazanmak için çok çalıştıysa da Araplar Katolikliğe dönmekte zorluklar
çıkardılar. Yörükleşen Yahudilere gönderilen casus rahiplerin tebliğ ettiği
Katoliklik de ret edilmişti.
İbrahim peygamberin köle
karısı Hacer’den doğan İsmail’in soyundan ürediklerine inanan Arapları
birleştirecek bir önder yakında ortaya çıkacaktı.
|
İran Yahudiliği, Hristiyanlığı çıkarmıştır.
İkisiyle Roma'yı vurmuştur. Roma fark edip
Hristiyanlığı devlet dini yaparak İran'ın
kozunu elinden almış, İslam ile de
İran'ı bitirmiştir. Bu dinler en sadık inananlar
da saflıklarına doymasınlar.
|
Agustin’den 200 yıl sonra
Arabistan
Mekke’de 570’te bütün tarihi akışı değiştirecek Muhammet
doğuyordu.
610’da peygamberliğini ilan
eden Muhammet kendisini “Allah’ın Habercisi” ilan ediyordu. O büyük İslam
dinini kurmuştu. İlk defa Arap yarımadası tek bir devlet olmuş, sınırları
Suriye’ye dayanmıştı.
Ölümünden 20 yıl sonra İslam
orduları İran’ı ve Bizans’ı bozguna uğrattı. Avrupa’ya doğru süpürürcesine
büyümeye başladılar. Muhammet muhteşem bir adamdı.
Siz dünyanın gördüğü haliyle İslam
dinini ve Vatikan’da öğrendiğim haliyle İslam’ın nasıl doğduğunu ve büyüdüğünü
anlatacağım.
Şok olacaksınız.
Bu anlatacağım hikaye,
işiteceğiniz en inananılmaz entrikadır.
Peygamberin karısı rahip
Agustinus’un kilisesine bağlı katolik, çilekeş bir rahibedir.
Papalık, daha önce Katolik Hristiyan rahip Bahira’nın keşfettiği
Muhammet’i bulması için manastır yaşamından azad eder ve Mekke’ye yollar.
Muhammet 25’inde Hatice ile evlenir.
Hatice’nin yeğeni Katolik
Hristiyan Varaka da, Papaplık İncili ile pek bağdaşmayan Agustin’in
Hristiyanlık için yazdıklarını Muhammet’e öğretir.
Mekke dışındaki Hira
dağındaki mağaraya gitmek için ikna eden Haticedir. Ona çektiği çileli günler
boyunca gönüllü olarak yiyecek içecek taşır.
Peygamberlik belirtilerinin
gerçek olduğuna halkı ikna etmede Varaka önemli görev üstlenir.
Ölümüyle vahiylerin bir ara
kesilmesi ondandır.
Peygamberin hedefinin
Roma’ya sürekli rahatsızlık veren İranlılar,Yahudiler ile Papalığa karşı kendi
kiliselerini kurmaya çalışan gerçek Hristiyanlardır.
Bu yüzden önce İran, sonra
Kudüs, kuzey Afrika, Anadolunun işgali gerçekleşir.
İslam’ın bu zaferleri kazanması
için de Papalık gizlice devreye girerek Müslüman komutanlara Papalık
hazinesinden yardımlarda bulunur.
Sınırsız maddi yardıma kavuşan Araplar güçlü ordular kurmakta zorluk
çekmezler ve kolayca büyürler. Bundan sonra papalıktan tekrar Avrupa’yı
fethetmek için yardım istediklerinde papalık çok kızar ve yüzyıllar sürecek
Haçlı seferleri başlar.
I.Dünya savaşında
Müslümanların teslim olması sağlanır.
1936’larda İspanya ve Portekiz’de
başlayan sol devrimci hareket papalığı korkutur. Cizvit rahipleri peygamberin
kızı Fatima’nın göründüğüne inanıldığı için Müslümanlar ve Ortodoks Hristiyanlarca
hürmet edilen mağarada görsel bir komplo hazırlarlar.
Bir gün Hz. Meryemin hayalı bu
mağarada görülür ve sol hareket gerilemeye, Hristiyanlığa dönüş hızlanır.
Sosyalizmi öven ve Papalıktan ayrılma isteyen İspanyol, Portekiz rahipleri güç
kaybederler.
Müslüman ülkelerinde de
gelişen sosyalist hareket Müslüman devlet adamlarını endişelendirir. Papalığa
temsilciler gönderilir ve papalığın önderliğinde oluşturulan dört milyonluk
Müslüman ordusu İspanya’ya çıkartılır ve tarihe İspanyol Sivil Savaşı olarak geçen
olay, sosyalistlerin yenilgisi ile sonlanır. General Franko papaya bağlı
diktatörlüğünü ilan eder.
Fatima mağarasında oynanan görsel
oyun Rusya ve Çinde tekrar edilir. Çinde tam beş kez uygulanır. Hatta papalık
bu tekniği Çinlilerden satın almaya kalkar.
Bundan sorna, Müslümanlar
Papalık ile birlikte çalışmaya devam ederler. 1980’lerde Mehmet Ali Ağca’nın
Papa II. J.Paul’e olan saldırısı, onu vuracağı karnının bağırsak bölgesine
kadar öğretilerek planlanır. Suç Bulgaristan ve SSCB üzerine atılır.
Papanın kutsallığı bu oyunla
beyinlere yerleştirilir.
Şimdi de Papalığın Yahudileri
Kudüs’te görmek istememesi yüzünden Müslümanlar Yahudilere karşı yine birlikte
hareket etmektedirler.
Bu şartlar ışığında Müslümanların
Papalık ve Hristiyanlığa hizmet eden bir topluluk olarak kalması uzun yıllar
sağlanmış olacaktır.””
Rahip
Alberto Rivieara usta rahibinden öğrendiklerini böyle özetlemiş.
Buraya kadar Muhammet’in doğumundan önce başlayan Roma’nın
Hristiyanlık dayatması ile gelişen Arapların kendilerine uygun bir “Yıldız
Dini” aramaları, Roma’nın iran ve Yahudi isyanlarında putperest Arapları tek
bir dinde toplayarak askeri olarak kullanma arzusunu ve İslam’ın bu amaçla
nasıl oluşturulduğunun hikayesini İslam ve batı kaynakları kullanılarak
anlatıldı.
Buradan sonra da Muhammet’in Medine’ye hicretiyle Roma’nın
emirleri gereğince Yahudilere ve Ortodoks Hristiyanlara kaldırdıkları recm
cezasını uygulaması, bu dinler ile İslam’ın ibadet benzerliklerini son kez
gözden geçireceğiz.
MUHAMMET HİCRETTEN BAŞLAYARAK ROMA’NIN
EMİRLERİNİ UYGULADI
Muhammet’in Yahudilere Recm Uygulaması
Muhammet, recm ile ilgili ayet olmamasına rağmen
Yahudilere recm/taşlayarak öldürme cezası uygulamıştır. Bu da Roma ve
Vatikan’ın Yahudilerin İran lehine isyanlar çıkartması ve Roma’ya düşmanlıkları
yüzünden, rahip Alberto Riviera’nın iddialarındaki gibi İslam ile Yahudi ve
Ortodoks Hristiyanların katledilmeleri arzusuna uygundur. Muhammet, Roma
devleti ile Vatikan Katolik kilisesinin kendisine verdiği görevi uyguluyor
dedirtecek şekilde acımadan recm uygulamaktadır. Gerekçesi de aşağıdaki surenin
ayetiymiş. Tefsir açıklamalrı olduğu gibi alınmıştır;
“Maide Suresi 5:40
Meali ;5: 40- “Göklerin ve yerin mülkünün Allah'a ait olduğunu, dilediğine
azap edip dilediğini de bağışladığını bilmedin mi? Allah herşeye kâdirdir.”
40-NÜZUL(İniş)
SEBEBİ: Ebu Hureyre, Berâ b. Âzib, İbnü Abbas ve daha birçoklarından gelen
rivayetlerin özetine göre Tevrat'ta İsrailoğulları'ndan zina edenlere recm
(taşlanmak suretiyle öldürülme) emredilmişti ve bunu tatbik ediyorlardı.
Nihayet bir
gün büyüklerinden birisi zina etmiş, recm için toplanmışlar, fakat ileri gelen
seçkinler ve memleketin saygın kişileri kalkmışlar, yasaklamışlar.
Sonra
zayıflardan birisi zina etmiş, bunu recm etmek için toplanmışlar. Bu defa da
düşkünler gürûhu kalkmış, "Arkadaşınızı recm etmedikçe bunu da etmeyin,
ikisini de recm edin" demişler. Bunun üzerine, " mesele zorlaştı,
geliniz bir çaresine bakalım" demişler.
Recmi bırakıp
tahmime karar vermişler ki, yünden örülmüş, zifte bulanmış bir kamçı ile kırk
kamçı vururlar, yüzünü karalarlar, ters yüzüne bir eşeğe bindirip dolaştırır
teşhir ederlermiş.
Peygamberimiz
Medine'ye şeref verinceye kadar böyle yapıyorlarmış. Berâ b. Âzib (r.a.) den
rivayet edildiği üzere birgün Resulullah Medine'de böyle bir yahudinin
dolaştırıldığına bizzat rastlamış, âlimlerinden birini çağırmış, "Sizde
zina eden kimsenin cezası böyle midir?" diye sormuş, "evet"
demiş. "Musa'ya Tevrat'ı indiren Allah için söyle, kitabınızda zina edenin
cezasını böyle mi buluyorsunuz?" deyince, "Böyle yemin vermeseydin
söylemezdim, doğrusu recimdir" demiş ve kıssayı nakletmiştir.
Sonra yahudi
ileri gelenlerinden Yüsre adında bir kadın Hayber ileri gelenlerinden bir
yahudi ile zina yapmış, tutmuşlar, Kureyza oğullarından bir takımlarını Resulullah'a
göndermişler, "Sorunuz bakalım zina hakkında ona indirilen hüküm nedir?
Korkarız ki bizi rüsvay eder, şayet celd (deynekle vurma cezası) derse tutunuz,
recim (taşlamayla öldürme cezası) derse sakınınız" demişler.
Gelmişler,
sormuşlar. Ebu Hureyre (r.a.)'ın rivayetine göre: "Şu adam ihsanından
(namuslu yaşamasından) sonra nam uslu bir kadın ile zina etti, seni hakem
yapıyoruz, hüküm ver" demişler. Bunun üzerine Peygamberimiz kalkmış
yahudilerin dershanelerine gitmiş, "Ey yahudi toplumu, bana en bilgininizi
çıkarınız" buyurmuş, onlar da Abdullah b. Sûriya'yı çıkarmışlar, Kureyza
oğullarından bazılarının rivayetine göre o gün İbnü Sûriya ile beraber Ebu
Yasir b. Ahtab'ı ve Vehb b. Yehûdâ'yı da çıkarmışlar ve "İşte bunlar bizim
bilginlerimiz" demişler.
Resulullah
biraz konuşmuş, nihayet "Kalanlar içinde Tevrat'ı en iyi bilen budur"
diye İbnü Sûriya'yı göstermişlerdir ki, henüz genç ve yaşça diğerlerinden küçük
ve tek gözlü imiş, Resulullah bununla tenha kalmış ve meseleyi açmış, "Ey
İbnü Sûriya Allah'a ve Allah'ın İsrailoğulları'na olan nimetlerine ant vererek
söylüyorum. Namuslu hayatından sonra zina eden kimse hakkında Allah'ın
Tevrat'ta recm ile hükmettiğini bilmiyor musun?" buyurmuş, o da:
"Allah için evet, ey Kasım'ın babası (Muhammed)! Bunlar senin Allah
tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu kesin bir şekilde bilirle r ve
fakat haset ediyor (kıskanıyor) lar" demiş.
Resulullah da
oradan çıkmış, gelip hükmünü vermiş, zina eden erkek ve zina eden kadının
ikisinin de recmini emretmiş. Beni Osman b. Galip, b. Neccâr mescidinin kapısı
önünde recmedilmişler.
Fakat İbnü
Sûriya böyle dediği halde, sonradan düşük karekterli yahudilerin saldırısıyle
inkâr etmiş ve işte âyeti ve tahrif olayı bunları hatırlatarak nazil olmuştur.
Bir de İkrime ve Katâde ve daha bazılarının rivayetine göre Beni Nadir
yahudileri Beni Kureyza'dan daha haysiyetli ve şerefli imiş. Bunun için Beni
Kureyza'dan biri Beni Nadir'den birini öldürürse öldürülür. Fakat Beni
Kureyza'dan birini öldürürse yüz vesak (1 vesak = 200 kg) hurma diyet
alınırmış.
İbnü Zeyd'in
rivayetine göre Huyey b. Ahtebî, Nadir'li için iki diyet, Kureyzalı için bir
diyet hükmedermiş. Sonra Benî Nadir'den biri, Beni Kureyza'dan birini öldürmüş,
Beni Kureyza da Peygamberimizin hükmüne müracaat etmişler. Buna işaret olarak
inmiştir. Hasılı bu âyetler müslüman olmayanların, İslâmın hükmüne müracaatı
hakkında nazil olmuştur. Ve bu arada onların ahlâkı ve müracaattan maksatları
da bildirilmiştir. Fakat bu âyetlerin siyakında zinaya dair açıklık
bulunmadığına göre asıl nüzul sebebi olan hadise ikinci rivayet dolayısıyla bir
öldürme olayı olmak üzere daha uygun görünüyor...””
Hakim
Müsterdek VI-363-İbni Hanbel V.217 hadis kayıtlarında geçtiği belirtilen bir de
Yahudi Maiz bin Malik el Eslemi adlı şahıs kendiliğinden peygamber Muhammmet’e
gelerek zina işlediğini “dört defa”itiraf etmiş ve kendisini huzura
kavuşturmasını söylemiştir.
Peygamber bu
samimi itirafın aklı başında yapılıp yapılmadığını, şahsın akli durumunun
yerinde olup olmadığını iyice tetkik ettikten sonra bu şahsın recmine hüküm
vermiştir.
Taşlama olayı
sırasında kaçmaya başlayan Maiz yakalanarak tekrar taşlanmış ve öldürülmüştür.
Bu duruma
üzülen Muhammet, “keşke bıraksaydınız belki tövbe eder, Allah ta bağışlardı”
demiş.””
Yukarıdaki
alıntı yazıda peygamberin Cebrail’den Hira mağarasında aldığı “İKRA=OKU”
emrinden bu yana geçen zamanda peygamberin okumayı öğrenemediğine tanık
oluyoruz.
Onun
peygamberliğini tasdik eden ilk kişi eşi Hz. Hatice, Muhammet’te görülen
belirtilerin peygamberlik işareti olup olmadığından emin olmak için amcası
Mekke’nin baş papazı olan Varaka’ya götürmüştü. Bu adamdan başka etrafında dört
tane daha Hristiyan din adamı onunla sürekli irtibat halindeydi.Bunlar Tevrat’ı
İncil ile birlikte okuduklarından iyi bilenlerdi ve Arap dilinde Tevrat da
vardı.
Yahudi Rabbileri ile
“kitabınızda zina suçuna recm var mı?” diye sorgulayıp polemiğe
gireceğine kendisinin peygamber olduğunu söyleyen, Mekke kilisesi baş keşişi
amcası Varaka’dan veya girdiği Yahudi mabedinden Arapça bir Tevrat alıp
Levililer kitabındaki 20. bölümdeki 10-26. arasındaki 16 zina ayetini okuması
yeterliydi. Bu ayetlerde komşu, akraba, gelin, eçcinsel vesair zina türlerinin
cezaları ayrı ayrı belirtilmiştir. Çoğu da recm ve yakılarak öldürülmedir.
İncil’de de Yuhanna kitabında 8. bölüm 3-7 ayetlerde
İsa’ya getirilen zina suçlularına İsa’nın emri sorulduğunda herkes “recm”
kararı beklerken İsa’nın;”
-“İçinizde günahsız olan ilk
taşı atsın” ayeti ile “recmin kaldırıldığına tanık olmaktayız.
Zira, İsa, “içinizde günahsız olan
ilk taşı atsın” diyerek, Yahudilerin kendilerini sorgulamasını istemiştir.
Yahudilerden birisi de “günahsız olduğunu” iddia etmemiştir ve recm
olmamıştır.
Orada bekleyen kadına “yargılanıp
yargılanmadığını” sormuş, kadın “yargılanmadığını” söylemiştir. Yani “yargısız
infaz”ı İsa önlemiştir.
Ve, aynı bölümde
17-18-19.ayetlerde “kendisinin kutsal yasayı değiştirmeye gelmediğini, ilk
emirlerden bir harfin değişmediğini, kendisinin de “tamamlayıcı” olduğunu,
buyrukları çiğneyenlerin de göklerce aşağılanacağını ifade etmiştir.
Bu durumda İncil kitabı recm
cezasını kaldırmışken, yukarıda Tevrat’ın, İncil’in doğrulayıcısı,
eksiklerinini tamamlayıcısı olduğu belirtilen Kur’anın bu görevi Maide Suresi
68/2. ayette de “Tevrati İncil ve hak peygamber Muhammet’i indirilen Kur’anı
birlikte okumadıkça bir temeliniz olmaz” diyen Allah’ın emirlerine rağmen
Muhammet’in “recm cezasında diretmesi” akıl işi değildir. Zira İncil’de
Tevrat’ın doğrulayıcısı ve düzelticisidir.
Muhammet ise geri götürücüsü rolü
oynamaktai Yahudi düşmanlığı yapmaktadır.
Buna rağmen, Kur’anda recm cezası
ayetlerinin, sağlığında kadınlar aleyhine tek ayet inmeyen Hz. Hatice’nin ölümünden sonra inmesinin,
peygamberin başta Hz. Ayşe’nin zina iddiası olmak üzere kadınlarıyla olan nafaka,
mal, karıkocalık ilişkisinden kaçıp Ayşe’ye sırasını veren eşleri yüzünden
yaşadığı sıkıntılar olmalıdır.
Ki, o Müslümanlar da, Ayşe’nin
“masum olduğunu bildiren Nur ve Necm suresi ayetlerinin ilahi olmadığını,
Ebubekir’in korkusundan “vahiy inmiş numarası yaptığı kanaatine varmışlar ve
bir çok kişi dinden dönmüştür. Bu konuları Elmalılı Nur suresi tefsirinde
kaynaklarıyla işlemiştir.
Daha Kur’an’da “recm” ayetleri
inmeden önce Yahudi Tevrat’ına göre recmi uygulatmaya başlamış, Yahudi’den
Yahudi bir Muhammet portresi gerçekten insanın tüylerini diken diken
etmektedir.
Daha bu konuda Allah, peygamber olarak sana hiç bir
tebliğde bulunmadan sen Yahudilerin bile değiştirmeye başladığı, İsa’nın
uygulatmadığı ilkel Yahudi Tevratının şeriatını uygula, insanları taşlat, öldür,
sonra da kendi karın, hayatını borçlu olduğun, parasıyla, askeri gücüyle seni
koruyup kol kanat geren ve altı yaşında iken sana emanet ettiği kızı Ayşe aynı
olayla suçlanınca, onun zina ettiğine inan, yatağını ayır, sonra babasının
evine gönder, sonra da “Allah ayet indirdi ve senin masumiyetini açıkladı dön”
deyip kadını al.
Türklerin çok güzel bir öz deyişi bu olayı ne güzel
açıklar;
“Allah bilir işini, muhallebi yerken kırar adamın
dişini” Bu öz deyişin doğruluğundan peygamberlerin hepsinin nasiplendiği
Tevrat’ta da açıkça görülür.Buraya onları da eklersem yazı bitmez. Davut’un
Hititli askerinin karısına aşık olup, kocasını savaşta ön safa sürüp
öldürtmesini takip eden olaylardan sonra başına gelenler hiç de hoş değildir.
Bu ne demektir?
Garip gureba, fakir fukarayı ezebildiğin kadar ez,
bela kendi kapını çaldığında Allah’ı dedektif yap.
Ohhh, suyundan da koy.
Bu gün diyoruz ya “Hukuk herkese lazımdır!” Eh, çok
sevdiği recm ile ilgili tek bir ayet inmeden, iş kendi başına gelince “Hukuk
lazım oldu” ve Allah dedektif olarak araya girdi.
Gerisini Allah bilir diyelim.
Nur Suresi 24;2-3-4-5
24:2- Zina eden kadın ve zina
eden erkekten her birine yüz sopa vurun; Allah'a ve ahiret gününe
inanıyorsanız, Allah dini(ni tatbik) hususunda sizi sakın acıma duygusu kaplamasın!
Müminlerden bir grup da onlara uygulanan cezaya şahit olsun.
24:3- Zina eden erkek, zina eden
veya müşrik olan bir kadından başkası ile evlenemez; zina eden bir
kadınla da ancak zina eden veya müşrik olan erkek evlenebilir. Bu,
müminlere haram kılınmıştır.
24:4- Namuslu kadınlara zina
isnadında bulunup, sonra (bunu ispat için) dört şahit getiremeyenlere seksener
sopa vurun ve artık onların şahitliğini hiçbir zaman kabul etmeyin. Onlar
tamamen günahkardırlar.
24:5- Ancak bundan sonra tevbe
edip ıslah olanlar müstesnadır. Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir.”
Nur 24.4 ayetteki “namuslu kadına iftira konusu, Hz.
Ayşe’ye atılan iftira için inmiştir. Aynı sure 11’den 20’ye kadar ayetleri
Ayşe’nin masumiyetini Allah’a ispat ettirmektedir.
Onu da tefsirden okuyalım;
24:11- Haberiniz olsun
ki (Muhammed'in eşine) bu ağır ifki (iftirayı) uyduranlar sizin içinizden bir
gruptur. Bunu kendiniz için bir kötülük saymayın; aksine o, sizin için bir
iyiliktir. Onlardan herbir kişiye, günah olarak ne işlemişse (onun karşılığı
ceza) vardır. (Elebaşlılık yapan, bu yüzden de) bu günahın büyüğünü yüklenen
kimse için de çok büyük bir azap vardır.
24:12- Erkek ve kadın müminlerin,
bu iftirayı işittiklerinde kendi vicdanları ile hüsnü zanda bulunup da, "bu
apaçık bir iftiradır" demeleri gerekmez miydi?
24:13- (Bu iddiayı ortaya
atanların) da bu konuda dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki
şahitler getirip ispat edemediler, öyle ise onlar Allah nezdinde yalancıların
ta kendisidirler.”
Başına gelen zina olayına kadar
Yahudi ve diğer insanlara “recm etmeti” gönül rahatlığıyla emreden Muhammet’in
imdadına Allah’ın yetişmesi gerçekten düşündürücüdür. Çünkü Ayşe, peygamberin
karısı olmanın dışında, çocuk yaşta kadın olmuş, henüz ergen yaşta sıradan bir
insandır ve ruhban kişiliği yoktur. Bu yüzden de hakkıındaözel olarak ayet
inmesini gerektiren bir gerekçe de yoktur.
Ama, Müslümanları şüphelere
boğacak, Ayşe’yi kayıran ayetler inmiş işte.
Şimdi, Ayşe’nin çirkin bir
iftiraya kurban gittiğini bildiren 24:11. ayetin tefsirinde, zina olayını
Ayşe’nin ağzından okuyalım ve durumu kesinleştirelim;
Nur 24:11 ayetin tefsiri;
“”11- Şunlar ki ifk ile geldiler,
İFK: Asıl ve esasından çevrilmiş, gerçeği değiştirilmiş söz, yani yalan,
iftira, bühtan demektir,
BÜHTAN da ansızın atılıp insanı hayrette bırakan
iftira demektir. Genellikle tefsir ve hadis kitaplarında rivayet edildiği üzere
bu âyetlerin nüzul sebebi şöyledir:
Hz. Aişe (r.anhâ) dedi ki, Resulullah (s.a.v)
sefere çıkmak istediği zaman, kadınları arasında kura çeker, hangisinin ismi
çıkarsa onunla giderdi. Benî Mustalik gazasından önce yaptığı gazada da
aramızda kura çekti, benim ismim çıktı, bundan dolayı Resulullah ile beraber
çıktım ve bu, hicab (örtünme) âyetinin indirilmesinden sonra idi. Onun için
bir hevdece (deve üzerine konulan kapalı taşıyıcıya) konuldum, dönüşte
Resulullah Medine'ye yaklaşınca bir yerde konakladı, sonra da yola çıkmaya nida
ettirdi. Yola çıkmaya seslendikleri sırada ben kalktım ve yürüyüp ordugahı
geçtim, tuvalete gittim, yerime dönerken göğsümü yokladım, ne göreyim Zafâr
boncuklarından bir dizim vardı, kopmuş düşmüş, bunun üzerine döndüm, kaybolan
dizimi aradım, bunu aramak beni alıkoydu.
Benim yol nakliyemi yapmakta
olan grup varmışlar, hevdeci yüklenmişler ve beni içinde zannetmişler. Çünkü
hafif idim, henüz küçük yaşta bir taze idim; beni hevdecte sanmışlar, deveyi
çekmişler gitmişler. Döndüğüm zaman orada kimseyi bulamadım, bundan dolayı
belki beni aramak için dönerler dedim, oturdum. Derken uyumuşum, Safvân
b. Muattal ordunun arkasına kalır, insanların eşyalarını araştırır, bir şey
kalmış ise kaybolmaması için diğer konak yerine götürürdü, beni görünce tanımış
"Allah'tan geldik ve yine O'na döneceğiz" (Bakara, 2/156)
demesiyle uyandım, hemen feracemle yüzümü örttüm, deve sinden indi, ben bininceye
kadar çekildi, bindim. Sonra deveyi çekti, yürüdü, öğle sıcağında orduya
yetiştik; inmişler, bağrışıyorlardı.
İndikleri zaman beni
bulamadıklarından insanlar çalkalanmış, o sırada imiş ben üzerlerine
varıverdim, artık herkes beni konuşmuş. Beni lakırdıya almış, helak olan helak
olmuş.
Resulullah Medine'ye ayak bastı ve bana bir ağrı,
sızı meydana geldi. Fakat rahatsız olduğum zamanlar Peygamber (s.a.v) den
tanıyageldiğim alaka ve lütfu bu defa görmedim, ancak yanıma giriyor, "nasıl
o?" diyordu. Bu beni işkillendirdi, henüz söylenen sözlerden
haberim yoktu, nihayet nekahet dönemine geldim.
a) Ayşe’nin İftirayı Öğrenmesi;
Bir gece Mıstah'ın annesi ile hacetimiz için dışarı
çıktım, işimiz biter bitmez yine Mıstah'ın annesi ile odama doğru döndük.
Derken Mıstah'ın annesi mırtı, yani yün çarşafı içinde sürçtü dedi. Ben buna
itiraz ettim. "Bedir'de bulunmuş bir zata sövüyor musun?"
dedim, "Haberin yok mu" dedi, "ne var" dedim. "Ben
dedi, şehadet ederim ki, sen hakikaten "Habersiz mümin hanımlar" dansın
. Sonra ifk'çilerin dediklerini anlattı. Derhal hastalık üstüne hastalığım
arttı, hemen ağlayarak döndüm.
b) Ayşe’nin Evi Terk Etmesi;
Sonra Resulullah girdi ve
"nasıl o?" dedi. "Bana izin ver ,ana babamın yanına
gideyim" dedim. İzin verdi, ben de anama babama gittim. Anneme:
"Ey anne, dedim, insanlar neler söylüyorlar?" "Kızcağızım!
dedi, kendini üzme, vallahi bir erkeğin yanında sevgili parlak bir kadın olsun
ve ortakları bulunsun da aleyhinde çok laf etmesinler, pek azdır. Daha dedi, bu
ana kadar söylenilen sana malum olmadı mı?"
Ben ağlamaya başladım ve bütün gece sabahı ettim,
yine ağlıyordum. Ağlarken babam yanıma geldi, anneme, "bu niye
ağlıyor" dedi. "Bu ana kadar söylenilenden bilgisi yokmuş"
dedi. Babam da ağladı. "sus kızım" dedi. O gün durdum,
göz yaşım dinmiyordu, ana babama ağlamak ciğerimi parçalayacak gibi geliyordu.
İkisi de yanımda oturmuş, ben ağlıyorken Resulullah (s.a.v) üzerimize
geliverdi, selam verdi, sonra oturdu.
c) Peygamberin Ayşe’yi Ziyareti ve Tövbe’ye
Daveti,Ayşe’nin İsyanı;
Hakkımda söylenilen söylenileliden beri yanımda
oturmamıştı ve bir ay olmuş Allah Teâlâ ona benim bu işimle ilgili vahiy
indirmemişti.
Sonra dedi ki: "Ey Aişe! Hal önemli, senden
bana şöyle şöyle söz yetişti, şimde sen bu durumdan temiz ve beri isen Allah,
muhakkak seni aklayacak ve eğer bir günaha düştünse Allah'a istiğfar ile tevbe
et. Çünkü kul tevbe edince Allah Teâlâ tevbeyi kabul eder."
Ne zaman ki Peygamber (s.a.v) konuşmasını bitirdi,
göz yaşlarım boşandı, sonra babama "Tarafımdan Resulullah'a cevap ver"
dedim. "Vallahi ne diyeceğimi bilmiyorum." dedi. Bunun üzerine
anneme, dedim, " Tarafımdan Resulullah'a cevap ver." O da "Vallahi
ne diyeyim, bilmiyorum, dedi. Ben henüz küçük yaşta bir taze idim, Kur'ân'dan
çok okuyamazdım. Yani çok delil getirebilecek halde değildim.
Dedim ki: "Vallahi ben anladım. Siz bunu
işitmişsiniz, hatta gönüllerinizde yer etmiş, inanmışsınız. Şimdi ben size
beriyim desem inanmayacaksınız ve eğer benim muhakkak tertemiz olduğumu
Allah bilip dururken size kötü bir itirafta bulunsam hemen tasdik edeceksiniz
.Vallahi benimle size başka bir mesel bulamıyorum, ancak Yusuf'un babası o
salih kulun ki ismini zikretmemiştim dediği gibi "Artık (bana düşen) güzel
bir sabırdır. Sizin anlattığınıza göre, yardımına sığınılacak ancak Allah'tır"
(Yusuf, 12/18) dedim, sonra dönüp yatağıma yattım.
d) Ayşe Hakkında Kur’an Ayeti İndirileceğini
Beklememektedir;
O halde ben vallahi biliyordum ki,
Allah Teâlâ muhakkak beni temize çıkarır. Fakat vallahi, hakkımda
vahy-i metlüvu (Kur'ân âyet) indireceğini zannetmiyordum. Benim işim
nefsime göre, Allah Teâlâ'nın öyle okunup tilâvet olunacak bir emir ile
tekellüm buyuracağı dereceden çok hakir idi.
e) Ayşe’yi Aklama Ayetlerinin
İnmesi;
Ve fakat umuyordum ki, Resulullah
uykuda bir rüya görür de Allah, beni onunla temize çıkarır. Allah bilir ya,
Resulullah yerinden kalkmamıştı, ehl-i beyit'ten kimse de dışarı çıkmamıştı. Allah
Teâlâ, Peygamberine vahyi indiriverdi, ona vahyedilirken olagelen hal hemen
geliverdi ki, kış günüde bile vahyin ağırlığından dolu danesi gibi ter
dökülürdü. Bunun üzerine, bir örtü örtüldü ve başının altına bir yastık
konuldu. Vallahi ben telaş etmedim, aldırmadım, çünkü beraatimi, suçsuzluğumu
biliyordum. Fakat Resulullah açılıncaya kadar, insanların dediklerine hak verecek
bir vahiy gelivermek korkusundan, anamın babamın canları çıkacak zannettim.
Ne zaman ki Resulullah
açıldı, gülüyordu, ilk söylediği kelime şu oldu: "Müjde ey Aişe! Rahat ol,
vallahi Allah, seni kat'î olarak akladı" dedi.
"Hamd, Allah'a; ne
sana, ne de ashabına" dedim.
Annem, dedi "Kalk
ona!"
f) Ayşe’nin Muhammet’e İsyanı
ve suçlaması;
Ben, "Vallahi ne ona
kalkarım, ne de beraetimi indiren Allah'dan başkasına hamd ederim"
dedim. ...”
Bu sözüyle Ayşe haklı olarak,
hakkında çıkartılanlara değer verdiği, evinden çıkardığı, iftiralara geçerlilik
kazandırdığı için Muhammet’e isyan etmiş ve ashabına (arkadaşlarına) saygısı
kalmadığını belirtmiştir. Çocuk yaşta bir kadın recmedilmekten kurtuluyor az
bir korku mu bu?
Yahudi Rabbilerini recm uygulamaya
zorlayan, kendi karısının zina ettiğine inanan, bir şey yapamayınca bir buçuk
ay yanına girmeyen, bir buçuk ay da babasının evine gönderen Muhammet değilmiş
gibi 24:4;24:11;24:12. ayetler topu “iftiracı ilan edilenlere” atmaktadır.
Ayşe masum, Muhammet hiç bir şey
yapmamış bir melek, suçlu ifitracılardır.
Hani recm Yahudilere ve diğer
insanlara uygulanırken iyiydi de iş Ayşe’ye gelince mi Allah imana geldi de
dedektiflik görevini üstüne aldı?
Elbette böyle bir şey olmadı.
Öyleyse bu ayetler ne ne oldu da
değişti?
Muhammet Ebubekir’i geçemedi,
başına gelen ile rezil rüsva oldu. Karısı Ayşe’nin onu aldatması zannı bile
onun bir peygamber olarak karılarına yetmediğini, karılarını erkek olarak
hoşnut edemediğini ortaya çıkardı. Böylece sıradan insan durumuna düştü ve
aşağılandı.
Olay, Ebu Talip’in ölümünden sonra
Muhammmet’in koruyuculuğunu yapan ve en samimi arkadaşı olan, kızını da kendi
eliyle veren, her zaman da Muhammet’in her konuda yakınında olan, ona
“şüphesiz” inandığından “Ebubekir
Sıddık (sadık Ebubekir)” lakabını alan bir kişiliğin kaybı ile İslam’ın çökme
tehlikesiydı bu yüzden Ayşe’den çok Muhammet’i bitirdi.
Bu durumda tek çare Allah’ın olayı aydınlatması, inanan müminlerin
Allah’ın böyle bir ayet indireceğine inanacak kadar Muhammet’e sadık olmaları
üzerine kurgulanmış Ayşe’yi aklama senaryosu gayet akıllıca bir çözüm olarak
görüldü.
Recm konusunda Sabilerin, Nasturi
ve Süryaniler ile Yahudilerin bu eski geleneği terk etmeye yönelik
uygulamaları, İncil’de İsa’nın bunu uygulatmamasına rağmen, Yahudilere bunu
reva gören peygamberin başına belki de Allah’ın açtığı bir ibretlik zina olayı
ile Muhammet aşağılanmıştır.
Veya, kendisine Yahudileri ve asi
Hristiyan Yahudiler ile Sabileri cezalandırma emri veren Roma imparatoru ile
onu teşvik eden Hristiyan ileri gelenlerinin sözleriyle işlediği bu olay onu
akla, mantığa, insanlığa teşvik etmek için düzenlenöiş bir komplodur ve amacına
da ulaşmıştır. İşte bu gün Müslüman görünen Yahudi ve Hristiyan dönmelerin
Müslüman düşmanlıklarının da arkasında bu tür olaylar yatıyor olabilir.
Muhammmet’in ölümünden sonra soyunun kurutulması, Ali’ye ve çocuklarına karşı
açılan savaşlar bu olayların yarattığı kin ve nefret ile izah edilebilir.
Muhammet’ten beklenen, İbrahim’e
ait olan, onun zamanında da Nasturi, Süryanilerce uygulanan ama bozuk oldukları
iddia edildiğinden kabul edilmeyen, Allah’ın da yardımıyla doğru bir şekilde
indirilecek Hanif dinin tebliğiydi.
Oysa Muhammet, Romalıların
düşmanları olan Yahudileri, ilk Yahudi Hristiyanlar ile Ortodoks Hristiyanları
cezalandıran, terk edilmiş ilkel ceza yöntemlerini dine sokan, Hanif dini
sadece “ad olarak “kullanan biri olarak belirmişti.
Sonuç;
Rahman ve Rahim Allah imanının
İslam’dan asırlar önce var olduğu, Kureyş ve Hicaz başta bütün Arap yarımadası
Araplarının “Hanif İbrahim dinini” tebliğ edecek peygamber beklediklerini,
bunun için gönüllü araştırma gezilerine çıkanların olduğunu okuduk.
Muhammet’in, vahiy almadığı, ona
Varaka dahil dokuz kişinin de yardım ettiği konusunu İslam tefsir, hadis, siyer
kaynaklarından, batılı tarihçilerin tarihi araştırmalarından alınan tespitlerle
işledik ve maalesef Vatikan iddiaları
ile peygamberin hayatının uyum içinde olduğunu okuduk.
Peygamberin yaşadığı sıkıntıların,
kureyşli amcalarının düşmanlıklarının sebeplerinin Muhammet’in tebliği ettiği
dinden çok, onun Roma yanlısı olmasına ve İran tehdidinden korkmaları yüzünden
yaşadığını, bütün kapıların Romalıların 627’de İran’ı kesin yenilgiye uğratıp
onları taht kavgaları ile başbaşa bıramkalarını takiben geçen beş yıl içinde
İslam’ın sorunsuzca Arap yarımadasının dini olduğunu keşfettik.
Din adına uydurulmuş fil vakasından Herakles’in Müslümanlığına
kadar bir çok yalanı ortaya çıkarttık.
İslam öncesi Arapların Allah,
Rahman ve Rahim adlı bir ilaha tapındıklarını, Nasturi Hristiyanlığının
İslam’ın temelini oluşturduğunu da gördük.
Kur’an ile Muhammet, “Kitap Ehli”
dediği Hristiyan ve Yahudilere halkını benzetmek ister ve İbrahim peygamber’in
köle Hacer’den olan oğlu İsmail soyu olduğuna inanan halkını, 90 yaşında kız
kardeşi ve karısı olan Sara’dan doğan İshak soyundan gelen Yahudilerle “babadan
kardeş” ilan ederek Tevrat ve ondan çıkan İncil’e dayalı bir din kurmuştur.
Okuryazarlığın yasak olduğu Mecusi İran dinine
inanan halkını “okuryazarlığın serbest olduğu “Hristiyan ve Yahudilere bağlayan
Muhammet’in peygamber değil ama halkını seven bir vatansever olduğunu da takdir
etmek gerekir. Zira Arapları, haşarat, kıllı kurabiyeler, iğrenç fare ve
sürüngenler yemekten, putperestlikten, ana-oğul;baba-kız; abi kardeş gibi aile
içi ensest evliliklerden, 1.5 yaşında sütten kesilmiş kız çocuklarıyla ilişki
sapıklığından dokuza yaşına çıkarması da pedofilik sapıklığı daha insancıl hale
yükselten bir ahlak devrimidir. Kitap ehlinin dünyayı yöneteceği inancına sahip
olup halkını okuryazarlığa sevk etmesi iyi olmuştur ama Araplar bunu
değerlendirememiş, Hristiyanların kölesi olmayı tercih etmişlerdir.
Ayrıca Müzzemil ve Müddesir
surelerinde kast edilenin kendisi olduğunu beyan ettiğini E.H.Yazır tefsirinde
yazdığından kendisini de suçlamamak lazımdır. Zira, her yazarın
kitaplarında sırrını verdiği bir kaç satır vardır. O da bunu Kur’an’ın
vahiy sırasına göre 4ncü, 640’lardaki düzenlemeye göre 74ncü suresi olan
Müddesir suresinde yapmıştır.
Müddesir Suresi 74;
74; 18 - Çünkü o bir düşündü, ölçtü, biçti.
74-19 - Kahrolası nasıl da ölçtü, biçti.
74-20 - Yine kahrolası, nasıl ölçtü biçti.
74-21 - Sonra baktı.
74-22 - Sonra kaşını çattı, surat astı.
74-23 - Sonra arkasını döndü
ve büyüklük tasladı.
74-24 - "Bu, dedi, başka değil öğretilegelen bir sihirdir."
74-25 - "Bu, sadece bir insan sözüdür."
6666 ayet içinde en az 700
kez “aklınızı kullanın” diyen bir insan daha ne yapsın? “Bu sadece
insan sözüdür” diyor anlayana...
Muhammet zamanında yazılmış tüm
Kur’anlar halife Osman tarafından yakıldığından, onun yazdırdığı dört Kur’an’ın
da 750’de Bağdat İslam Üniversitesinde Hermetizm felsefesine dayalı olarak
düzenlenen ve surelerin de iniş/vahiy sırasına değil de “uzundan kısaya göre”
düzenlenmiş Kur’an’ın ilahilik vasfı yoktur.
Muhammet’e vahiy yoluyla yazdırıldığı
iddia edilen ve Müslümanlarca öyle olduğuna inanılan Kur’an da acaba nasıl bir
İslam anlatılıyordu bu da muamma olmakla birlikte düzmece olduğu da ortaya bu
çalışmayla çıkmıştır.
Osman ve Bağdat ulemalarının yaptıkları değişiklikler, tüm İslam coğrafyasındaki
inanışları dine çekebilecek şekilde düzenlenmiş olmalıdır.
O dönemlerden itibaren İslam
Bizans karşısında aldığı yenilgilerle dayatılan şartlar içinde acaba Kur’an’da
Vatikan baskısı ile neleri Kur’an’da neleri değiştirdiler, bilmiyoruz.
Bundan başka bu yazıda kaynak
olarak kullandığımız siyer, hadis kitaplarında da değişiklik yapıldığı
iddiaları vardır.
Bu değişiklikler, 21.yüzyılda
Müslüman dünyasını Hristiyanlaştırma amacına göre yapıldıysa bunca dedlili
kolay bulmamızın sebebi acaba bu mudur?
Bunların bilinmemesi de, bize
Kur’anda Vatikan istekleri doğrultusunda değişiklik yapılıp yapılmadığını
cevapsız bırakmaktadır.
Hazreti Muhammet’e ait olduğu
dile getirilen bir hadise göre de kıyamete yakın zamanda Müslümanlari
Hristiyanların artlarına düşecek, onlar kertenkele çukuruna girseler,
Müslümanlar da tereddütsüz gireceklerdir.
Bu gün de görünen o dur ki,
Müslümanlar Hrisityanların dinlerine fark etmeden girmişler ama adları hala
Müslüman kalmıştır.
Örneğin Namaz kılan Ortodoks
Hristiyanlar olan Süryaniler günde yedi vakit namaz kılarlar.
Sünni Müslümanlarla aynı vakitte
kıldıkları namazlar;
Sabah;4 rekat
Öğle;10 rekat
İkindi;sekiz rekat
Akşam:6 rekat,
Yatsı:13 rekattır. Ayrıca, akşam
namazından altı saat sonra gece/teeccüt namazı ve imsak vakti de ilk sabah
namazlarını kılarlar.
AKP hükumetiyle Ramazanda okunmaya
başlanan “imsak vakti sabah ezanı” da Süryanilerin ilk sabah namazı vaktidir.
Bunların ibadetlerini Sünnilerden ayırmak imkansızdır.
Bunun dışında Gregoryen Ermeniler,
Bulgarlar, Slavlar, Nasturiler, Maruniler, Kıptiler de namaz kılarlar. Ancak
bunlarda namazlar ruhbanlarca kılınır.
Hristiyanların dışında, Zerdüştler, Sabiler, Yezidiler ve Ortodoks
Yahudiler de günde beş ile üç vakit namaz kılarlar.
Müslüman İran Şiileri de üç vakit
kılarlar.
Özellikle Süryanilerle oruç dahile
her şeyi bir olan Sünni Müslüman ibadeti ne kadar İslam’dır? Demeden edemiyor
insan. R.Tayyip Erdoğan’ın da soyunun 1915 Ermeni tehcirinden kurtulmak için
Gürcistan’a sığınan Süryani İsyancılardan olduğunu Gürcistan 2003 Azınlık Rapru
belgesinde vermiştim.
Katolik Hristyanların namaz
kılmadıklarını da belirteyim. Ama Gürcü ve Yunan Ortodoks ruhbanları, aynen beş
vakit kılarlar.
Kendisine Müslüman diyen
insanların dinlerinin ne olduğunu sorgulama görevleri vardır.
Bu yüzden son bir sorgulama
yaparak yazımı bitireyim.
Bu sorgulama peygamber Muhammet’in
Herakles’e verdiği mektubun “hikmeti” hakkında olacaktır. Müslümanlar da bundan
kendilerine pay biçsinler;
Mektup okunup bitince, Resûl-i
Kibriya Efendimiz, “Mektubum yanlarında bulundukça, onların saltanatı devam
edecektir!” buyurdu.”
Daha ne kaldı ki İslam dininde
kalacak? Güç Hristiyanlarda olacak, Müslümanlar onların köleleri olacak diyor
açıkça. Bunu kim kabul edebilir?
Gururlu Araplar bunu bilseler
anında tornistan ederler.
Anlamayanlar için sürdürelim zira
peygamber yarar görmüş :)
Heraklius’un Mektubu Saklaması
Resûl-i Ekrem’in elçisi ve
davetini son derece güzel karşılayan Rum Hükümdarı Heraklius, kendisine
gelen İslam’a davet mektubunu da atlas bir ipeğe sararak, derin saygısının bir
tezahürü olarak altın bir borunun içine koyup sakladı.
Rum
hükümdarları katında nesilden nesile intikal edegelen bu mübarek mektubu,
Alfonso b. Ferdinand’ın Tuleytula üzerine yürüyüp
Endülüs beldelerinden birçok yeri eline geçirdiği tarihe kadar (H: 464) onun yanında
bulunuyordu. Ondan da torununa intikal etti.
Aynı mektubu, Avrupa kralı
yanında gördüğünü Seyfüddin Kılıç da ifade etmektedir. Avrupa kralının
kendisine şöyle dediğinden de bahseder:
“
Bu, Peygamberinizin, atam
Kayser’e göndermiş olduğu mektubudur. Biz, onu bugüne kadar elden ele tevârüs
etmekten geri kalmadık. Bize atalarımızdan ve babalarımızdan tavsiye edilmişti
ki: Bu mektup yanımızda bulunduğu müddetçe, saltanat bizde kalacaktır! Bu
sebeple ona son derece hürmet göstermekte ve muhafazasına dikkat etmekteyiz.
Saltanamızın devam edip gitmesi için de, onun yanımızda bulunduğunu
Hıristiyanlardan saklı tutmaktayız.”
[11]
İş mektubun ele geçirilmesine kaldı.
Ey Mısırlı ünlü hırsızlar, haydi işbaşına, doğru peygamberin mektubunu
kurtarmaya. Yoksa yandı gülüm keten helva.
Bir peygamberin kendi kavmini
Roma’lı Rumlara köle etmesi, saltanat uğruna verilecek en büyük taviz
olmalıdır.
Bu durumda Müslümanlıkla uğraşmanın
alemi yok, kestirmeden Hristiyan olun kurtulun. Ya da eski dininize dönün ya da
inanmayın gitsin.
Sonunda onca emek, ölüm yaşayan
İslam dünyası, peygamberlerinin saltanatı Hristiyan Rumlara teslim ettiğini
bilselerdi acaba ölüme giderler miydi?
Bu yazı internette epey zamandır var olan Alberto
Riviera denilen İspanyol asıllı rahibin iddiaları üzerine bilgilendirme amaçlı
yazılmıştır.
Bu sayede Roma’nın çıkardığı iki dinle bu gün hala
“7,5” milyarlık dünya nüfusunun “5” milyarını bir güzel aptal yerine koyup
işlettiğini, boş dinlere tapındırdığını, böylece batılıların kölesi yaptığını
da keşfettik.
|
Bütün dinler Tanrı Kral dinleridir. |
Bir buçuk milyarlık Müslüman dünyasının da, üç buçuk
milyarlık Hristiyan dünyasının da artık aldatılmaktan kurtularak, aralarında
süren Haçlı Seferleri ile Cihat savaşlarını bitirmeleri önce kendi yararlarına
sonra da insanlık adına yararlı olacaktır.
Her büyünün süresi vardır derler, bu Roma büyüsünün
de sonunu getiren çalışmalardan birisi de bu çalışmamdır.
Özetle;İran Yahudiliği, Hristiyanlığı çıkarmıştır.
Yahudilere çıkarttığı isyanlar, anarşi olaylarıyla önce Asur'u yıkmış, Anadolu'yu, Mısır'ı ele geçirmiştir.Asırlar sonra çıkan Grek imparatorluğunu Yahudilerle yıkmış ve daha batıdan doğan Roma'yı asırlarca vurmuştur. Roma fark edip, Hristiyanlığı resmi din ilan ederek, dünya dini yapmış, İslam ile de Arap ve Yahudi soylu putperestleri de İran'a karşı saldırtmış ve yıkmıştır.
İran bir daha dirilememiştir.
Bu dinlerin en sadık inananları olan başta Türkler ve öteki milletler de saflıklarına doymasınlar.
Gerisi size kalmıştır.
Her zamanki gibi takdir okuyanındır.
Alaeddin Yavuz/
Alaeddin Yavuz wordpress
keykubat
/
adilyargic
/ adilyargicc