Blog başlığındaki "+40" UYARISINI GÖRDÜNÜZ MÜ?

Ey Türk Milleti!
Birinci vazifen seni İslamcılık ve Türkçülükle benliğinden koparan, Araplaştıran din, devlet, ticarette sana yer vermeyen, seni küçük dereceli askeri görevlere vererek ölüme süren, sana hocalık, başbuğluk eden hainlere giydirdiğin tacı geri almaktır. Bunu yapabilmen için seni uyandıracak her türlü bilgi ve belge mevcuttur. Ya özgürlüğünü kazan ya da öl. Kölelikle atalarının kemiklerini sızlatma. Arap Rumların ırkçı kinci ensest sapık dinlerinden çık. Kurtuluşun başlangıcı burasıdır. Aklen kurtulmadıkça saltanatın da olsa kölesindir unutma. Sen özgür birey olmadıkça kardeşliğin önemi yoktur. Devletin her yüksek kademesine göz dik yerini al. Tırsma. Çabala, savaş ve kazan! Birlikte yaşadığın kavimlerle kardeşlik o zaman daha güzel olacaktır. Alaeddin Yavuz

Tarih boyunca atalarımız günümüzdeki kadar, her türlü bilgiye ulaşabilecek böyle bir çağ yaşamadılar.

Bizler tümünden şanslıyız. Buna dayanarak, blog içerikleri binlerce yıldır doğru bilinenleri sorgulamaktadır.

Tedbir olarak yanınızda sağlık ekibi bulundurunuz veya çıkınız! +40 :))

İster bu bloğda, ister okulda, camide veya başka yerde hiçbir yazılanı, öğretileni “sorgulamadan, araştırmadan” doğru kabul etmeyiniz!

Blog yazılarının telif hakları-copyright © “adilyargic; adilyargicc; keykubat.blogspot.com ve keykubat.blogcu.com” rumuzlarıyla yazan Alaeddin Yavuz’a aittir.


Vatan-Millet davası,hiçbir kurum veya kuruluşa havale edilemez, milletçe sahiplenilmedikçe hiç bir dava milli değildir.
Davasına sahip çıkmayan halk da millet değil sürüdür. Adilyargıç/Keykubat.

Yazılarımı ırkçı, etnik,dini ayrımcı bulanlar, Atatürk'e yapılan 26 Kürt isyanı, 25 suikastın arkasında ve 30 yıldır, 50.000 insanımızın ölümünde Kürt Yezidiliği ardında saklanmış gayrimüslüm azınlıkların olmadığını ispatlasın.

Hala okumak istiyorsanız buyurunuz.

Saygılar, sevgiler!

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

23 Mayıs 2009 Cumartesi

TÜRK-KÜRT-ALEVİ'LERİN AYRILMA NEDENLERİ

TÜRK-KÜRT-ALEVİ'LERİN AYRILMA NEDENLERİ


Batılı toplumların “Kürt” kimliği ile uğraşmaya başlamaları ise 19.yy. ortalarında,1842'de başlatılan kazılara, daha sonra İngiliz Henry Layard (1817-1894) 'ın İncil’in Tevrat olarak bilinen “İlk Ahit-Babil’in Yıkılışı” 12.bölümünde bahsi geçen “Şinar-Güneş” diyarının,insanların yeryüzünde tanrı tarafından dolaştırıldıkları zamanlarda yerleştikleri ve göğe çıkan bir kule yaptıkları yer olarak bilinir. Bu yerin de Mezopotamya (Dicle-Fırat arası) olduğunun bilinmesi ve bu bölgede bir takım sırların olduğu yazılmasını araştırmak için 19.yy. ortalarında,1842'de Fransız arkeolog Emmanuel Botta ‘nın Sultan II.Mahmut’tan aldığı kazı izni ile başlatılan kazılar,daha sonra İngiliz Henry Layard (1817-1894)’ın katılımı ile sürdürülmüştür.


Toprağı kazdıkça,Akad,Babil ve sonunda Sümer Medeniyetlerine ait tabletleri elde edip bunların tercümesi yapılmaya başlanınca bu zatlar,tablet dilleri ile Kürtlerin dilleri arasındaki uyuma dikkat ederek“bölgenin eski yerli halkı” olduğunu düşünmeye başlaması ile ortaya çıkmıştır.

Delil olarak da Kürtlerin dillerinin Sümer tabletlerinde kullanılan dille olan akrabalığını da görmesini eklemek gerekir.Ancak bu sadece bir aldanma ile başlayıp aldatmacaya dönüşen bir olaydır.


Bu gün Türk Dili içinde de 500 kelimenin “Sümerce “olduğu tespit edilmiştir.Şimdi de Kürt Dilinin etimolojik yapısı” hakkında bir şeyler ekleyelim;

Kürtlerin anayurdu ve Kürt deyiminin gerçek manası üstünde görüş birliği ve kesin bilgi yoktur.Çerçe Lord Gürzon’un genel Kurmayca yayınlanan bir eserinde ve Şükrü Mehmet’in (La Question Kurde) kitabında da Kürtlerin Turani olduğu yazılır.Ancak Kürtlerin vaktiyle İran yaylasında mesela Zağros Dağlarının kuzeyinde yaşayan oradan daha batıya ve bu arada Doğu Anadolu yaylalarına göçen aslında Ari bir kavim olduğu hakkında görüş birliği daha kuvvetlidir.

Fakat bu göç tarihi kesin belli değildir. Kürtlerin tek tarihçisi olan Bitlis Hakimi Şeref Han,bu göçü İran kaynaklarına bağlayarak İran Hükümdarı “Dahhak-ı Zalim” zamanına rastlatır.Ama tarihçiler nezdinde Dahhak’ın varlığı bile karanlık ve şüphelidir.Kürtler hakkında bir eser yazıp eseri Berlin Şark Akademisi tarafından yayınlanan ve sonra 1918’de İstanbul’da “Aşiretler ve Muhacirler Umum Müdürlüğü “ tarafından dilimize çevrilen Dr.Friç bu eserinde ,Kürtlerin kaynaklarına ait bütün tahminleri toplar.Fakat bunların hiç biri rivayet,yaklaştırma sınırını geçemez.


Ama çeşitli kanlarla karışmış olmak,çeşitli kollara ayrılmak hiçbir zaman bir kavim ve millet birliği teşkil etmemek ,hiçbir zaman güçlü bir devlet kurmamış olmak ve çeşitli dil ailelerinden derlenip çeşitli kollara ayrılan bir diller grubunu benimsemek Kürtlerin gerçek özellikleridir.

Kürtler birbirleriyle sınır birliği olan başlıca üç ülkede toplanırlar.Türkiye,Irak,İran.


Kürtler bu sahalara görünüşe göre Asurlular zamanında yayılmış olmaları gerekir.Fakat o zamanki adları neydi?Bu belli değildir.Çünkü Kürt adı daha ziyade 8 ve 9.yy.larda ve Abbasiler devrinde yayılmıştır.Bu kelime de Reis manasına mı gelirdi ve oradan mı Kavim manasını aldı,yoksa başka bir manaya mı gelirdi pek bilinmez.


Asurlar zamanında yüksek yaylada Urartu-Lahordu adında fakat Turani asıllı bir hükümetin varlığı bilinir.Ama bu bölgede yaşayan halkın bu günkü Kürtler olduğunun tam belirtisi yoktur.Ancak,Urartu-Asur memleketi arasında kalan ve o zamandan itibaren Kürtlerin yer almaya başlamaları mümkündür.

Eski Ksenefon (M.Ö.359 veya 401 ) Anabasis,yahut,”10.000.’lerin ricatı” isimli meşhur eserinde Mezopotamya (Irak)kuzeyi ile,Yüksek yayladaki Ermenistan arasında kalan ve bu gün Kürtlerin yoğunluk alanını teşkil eden yerlerden geçerlerken bu dağlık bölgede Karduklarla olan savaşlarından bahseder.(Bu Karduk kelimesini) gordi olarak çeviren ve bundan Kürt kelimesini çıkaran yazarlar vardır.Bu Karduklar belki de Kürtlerdi.


Bu konuda,kendi yaptığım bir çalışmayı da eklemekte fayda görmekteyim.Sonunda tarihçiler de farklı bir şey yapmıyor zaten.Umarım beğenirsiniz;


Zenefon’da Kardukoy

Şimdi de,İran Şahı Atrakzerkses’i Küçük Krus’un verdiği para için, 10.000.askerle İran’a gidip,askerlerini İran askerlerine kıydıran, canını zor kurtaran,kaçarken de bizim “Kurt İni “ sakinlerinden de bir güzel zılgıt yiyen,Yunanistan yerine Trabzon’a varıp “Deniz Deniz” diye bağırırken bir de oradan yediği sıkılcımla ,10.000 askerlik ordusundan üç beş askerle zor kurtulan İÖ 401 yıllarında Osmanlı’daki “Başıbozukların” Yunan tarihindeki karşılığı olan Zenefon’un maceralarına bir göz atalım.

Xenephon veya Ksenefon,yukarıdaki olaydaki başarısızlıklarını “Anabasis” adlı anı kitabında toplamış ve Dicle’nin kuzeyindeki dağlarda,çok iyi korunmuş köylerde yaşayan “Carduchoi-Kardıçoy veya Kardukoy okunur.Kar-du- koy-Kar ülkesi gibi düşünülebilir.” halkından bahsetmiş.

Biraz daha çalışsaymış “Karlıköy” diyecekmiş ama becerememiş.Kimbilir,Yunancası da o anlamda da olabilir.:))


Roma Kaynaklarında Kurdini

Roma’lı tarihçi Strabo’ya göre Gorduene-Gurdini bölgesi,”Gordyaean Mounts-Gurdiyan Dağları” Diyarbakır ile Muş arasındaki dağlardır.

Ermeni Kaynakları;

Pompeius’un Partlılardan zabt etmiş olduğu Nisibis veya Gordene-Gurdini Tigran tarafından ele geçirildi.

İngiliz Kaynakları

1911 basımı Britanika Ansiklopedisine göre,”Gordyene-Gurd-ini okunur” Dicle’nin batı kıyısında,”Courduene-Kurdini” olarak da bilinen çağdaş Türkiye’nin Van Gölü’nün güney bölgesindeki dağlık arazide,İran ve Ermenistan arasında küçük,uyruk bir devlet olarak tanımlanmakta ve Suriye kaynaklarında da “Beth Qardu-“Bes Kardu” olarak bahsedilmiş olan şimdiki Şırnak ili bölgesinde eski adı “Bothan-Botan” olan yerdir.

Corduene (also known as Gorduene, Cordyene, Cardyene, Carduene, Gordyene, Gordyaea, Korduene, Korchayk, Gordian, was an ancient region located in northern, Mesopotamia present-day southeastern Turkey)

Corduene (Gorduene, Cordyene, Cardyene, Carduene, Gordyene, Gordyaea, Korduene, Korchayk, Gordian,olarak da bilinen “Corduene” bu günün kuzeydoğu Türkiye’sinde kuzey Mezopotamya’da konuşlanmış es ki bir bölgedir.

Şimdi yukarıdaki cümlede geçen ve Kürt Ülkesi-Kürdistan anlamına gelen bu kelimeleri bir bir okuyup söyleyelim.

Önce,bu adların İngiliz dili yazılış ve söyleyiş özelliklerine göre yazıldığını bilmemizde fayda vardır.

İngilizce de Hint-Avrupa Dil Grubu adı ile bildiğimiz dil gruplarından biridir.Bu da şu demektir.

Kökeni,Hint,Fars (İran),Kafkas dillerinden oluşan diller anlamına gelir.

Şimdi adları okuyup söyleyelim;

Corduene=

Kelimeye ses verebilmek için ilk önce sesli harflerin telaffuzuna dikkat etmek gerekir.

C” harfi de önünde kalın sesli (aou) gibi harfler ve sesiz harf (Clan-Kabile) gibi olduğunda Türkçe’deki “K” sesine karşılık gelir.Genelde bütün Avrupa dillerinde de durum böyledir.

”O” harfi “OU” harflerinin birlikte çıkarılması ile söylenir.Daha çok “u” sesi verir.

E” harfi de İngiliz dilinde “” sesinin birlikte çıkarılması ile elde edilirse de Türkçe’de “İ” harfine karşılık gelir.

D” harfi de günümüzde bile çok yerde “T” yerine bazen her iki harf de diğerinin yerine söyleyenin şivesine göre değişmektedir.

U” harfi de kural olarak “Yu” olarak okunsa da kelime içinde kendisinden sonra gelen sessiz harfin gerçek sesinde okunması için konulur ve böyle durumda okunmaz.

Aşağıdaki İspanyol dilinden verilen örnek gibi;

Quien (kien)=kim

Que (Ke) =Ne

Şimdi harfleri Türkçe’deki seslerine göre dizdiğimizde aldığımız sonucu görelim;

C(K)o(u)rdue(i)ne(i)=K-u-rd-t--i-n-i “Kurdini”

Kurdini” ni böldüğümüzde alacağımız sonuç “Kurd İni Günümüz Türkçe’si ile de “Kurt İni

İn “ kelimesinin de “mağara” olduğunu bilmeyeniniz var mı bilmem.

Diğer (9) dokuz ad da değişik dil ve lehçelerde has Türkçe olan bu kelimenin telaffuz farklarından başka bir şey değildir.

Şimdi sıra ile telaffuzlarını parantez içinde yazacağım;

Gorduene (Gurdini), Cordyene(Kurdini), Cardyene(Kardini-Kar ini demek daha uygun ), Carduene (Kardini-bu da öyle), Gordyene(Gurdini), Gordyaea(Gurdiya-Bu Arapça-İtalyanca-Yunanca gibi), Korduene(Kurdini-Bu en güzeli), Korchayk (Kurçak-Bu Kafkas dili veya Ermenice olsa gerek), Gordian- (Gurdiyan).

Bu, “Kurt İni” veya Kurdini” neresidir?

Tarif edildiği gibi mağaraları ile ünlü Hakkari ve civarı değil mi?

O mağaralar ki bir ucu Türkiye’de diğer ucu Suriye,Irak ve İran’a ulaşan esrarlı mağaralar.

Asırların eşkıya yatağı.

Rusya’nın Kafkas dağları-Afganistan üzerinden Hint okyanusuna inmesini engellemek hem de Ortadoğu kaynaklarına üzerinde oturarak hükmetmek isteyen ABD-AB içimizde kiraladıkları işbirlikçilere yukarıdaki kayıtları ne şekilde okuturlarsa okutsunlar,onları halkı yanıltmak için ne tür sesler çıkararak söylerlerse söylesinler işin aslı budur.

Bu günkü “Kürt” söyleyişinin de asırların getirdiği bir değişiklik olarak açıklamaktan başka diyeceğim yoktur.
Kürt Bölgesi,2500 yıldır aynı kelime ile anılmaktadırlar.

Kurt İni.

Yani;

Ergenekon!!!

Bu milliyetyçilik,asimile duyguları ile yazılmış bir yazı değildir.Bu gerçeğe,200 yıldır "Kürt Milliyetçiliği" yaratmaya çalışan Avrupalı ve komşu kavimlerin bu bölgeye asırlardır verdikleri adları ve Tevrat'ta Yecüc-Mecüc soyundan Mecüclerin yerleşim ve çıkış yerini göstermesi ile ulaştık.


Tevratın 12.bölümü olan "Babil'in Yok Edilişi"ni anlatan,tanrıların gökten hep birlikte inerek insanların dillerini ayırmaları olayı belki de "Mu İmparatorluğunun " sömürgesi olan bu bölgede,göksel kavim olan Türklerin,mezopatamya bölgesinde koloni kurmuş olan Marduklulara yenilmeleri ve kurt Asenanın önderliğinde soylarının korunması için Türklerin korunaklı bir yere yerlerştirilmeleri,ardından dünyaya hakim olmaları hiç de mantıksız değildir.Çünkü düşündükçe farklı bir sonuca ulaşmanız olanaksızdır.


Yunan akıl,zeka,bilgelik tanrıçası olan Asenanın da sembollerinden biri kurttur ve avlanırken yanında kurtlarla gezer.Alevilerde erenlerin-ermişlerin "dona girmeleri" tanrı ve tanrıçaların özelliklerinden birisidir.

Kürtlerin,ergenekondan çıkış olayında,anayurdu beklemek üzere kalmış bekçiler oldukları sonucu ortaya çıkmaktadır.


1873'de çekilmiş bu resimde baştaki kadın Türk,sağdaki Kürt,

ortadaki peçeli de Hıristiyandır.

Çünkü,ortalığı karıştıracak olan İngiliz uşağı Said-i Kürdi'nin

Nurculuk öğretisi henüz yoktur.Said'in doğmasına daha üç yıl vardır.

Türk ve Kürt kadının başlıkları sizce biraz akraba değil mi?

Sadece kıyafet mi?Aşağıda dilerinin de Türkçeden oluştuğunu gene

bu Avrupalı filozofların kaleminden okuyacaksınız.

Şimdi,kaldığımız yerden esere devam edelim;

Kürtler kendi aralarında büyük farklılıklar gösteren kollara bölünmüşlerdir.Bu bölüntüler arasında dil birliği yoktur.

Kürtçe’deki Sümerce kelimelere bakarak bu halkın Sümer halkının devamı olduğunu sanarak aldanmışlardır.Bu gün ise bu işbirlikçileri ile birlikte cahil Kürtlerin aldatılmasına ve kullanılmalarına dönüşmüştür.

Ayrıca bölgede yoğun petrol ve doğal gaz kaynaklarının olması da bölgede yaratılacak bir zayıflatma hareketinde kullanmak üzere de “Yeni bir toplum” yaratma fikri de o tarihe kadar kimsenin hatırını sormadığı Kürt kardeşlerimizi makbul kılmıştır.


Bu olaydan sonra “Kürdoloji enstitüleri,Kürt Dili ve Kültürü” gibi çalışmalara yoğunluk verilmiştir.Zayıf ve çaresizleşmiş bir Osmanlı Devleti de bu işe “Etini kemiren aslana bakan bir ceylan” çaresizliği içinde seyirci kalmıştır.

Bunun ise tek sebebi açıkça “cehalettir.”

Neden derseniz,bunun da nedenini dinlerde aramak en doğrusu olacaktır.


Şimdi de biraz Kürt Dili hangi dillerden oluşmuş,bilge Avrupalılar,20.yüzyıl başlarında henüz her şey sade iken neler tespit etmişler ona bakalım;


Dr.Friç’in Kürtler eserinde Prof.Veber’den nakledilen şu cümle çok ilgi çekicidir.”Kürt dili bir dil karışımı değildir.Belki bir kelime karışımıdır.”Anlaşıldığına göre Kürt dili tam bir millet dili olmaktan ziyade şekli kaybolmuş,istilaların ve göçlerin etkisi altında ve zaman içinde teşekkül etmiş fakat bu teşekkül tarzında da bir etimolojik birlik sağlayamamış daha çok Fars kaidelerine yatkın bir dil karışımıdır.


Ama o kadar yetersiz şekillenmiştir ki, Dr.Friç’e göre fiiller ve tasrifler bile teşekkül edememiştir.Kürtçe’de fiiller daha çok isim sayılabilir.Hatta bu dil karışıklığının aslı hangi dil ise onunla bağlar da kaybolmuştur.Mesela Kürt kabileleri arasında müşterek olan kelimeler Kürt,Pehlevi, Zend,eski Farsça gibi Kürtlerin öz vatanı sayılan İran Yaylasına veya yukarı Asur Ovalarına ait kelimeler olmayıp Türk,Arap,Yeni Fars gibi Kürtlerin daha çok yerleştikleri bölgelerden veya karıştıkları milletlerden derlenmiş yabancı kelimelerdir.


Dr.Friç’in Birinci Dünya Harbinden önce Petersburg akademisi tarafından neşredilen “Kürtçe –Farsça-Almanca” sözlükten naklettiğine göre bu sözlükte derlenen 8307 kelimeden 3080’i Türkçe ve eski Türkmen,2000iyeni Arapça,1030’u yeni Farsça,1240’ı Zend (eski Farsça)370i Pehlevi (eski İran dili),220’si Ermeni,108i Keldani,ve ancak 30’u asıl Kürtçe’dir.


Şu halde,8307 kelimeden 3080i Türk,2640ı Fars dil şubelerine ait oluyor demektir.Dilin kaidesine gelince daha önce de değinildiği gibi Kürt lehçelerinde kaide yetersiz olmakla beraber Fars dilinin bozulmuş bir şubesidir.

Özet olarak,Kürt dilinde kelimelerle kaideler arasında bir bağıntı yoktur.Ancak bu durum da Kürt dilini teşkil eden gruplar,kollar,veya lehçeler arasında değişir.Bu arada Kürtçe’deki Arap kelimelerinin de önemli bir kısmının Osmanlıca yolundan ve Osmanlı şivesinden alındıklarını kaydetmelidir.


Ama bütün bunlara rağmen bu gün Kürtlerin kendi aralarında ayrı lehçelere veya dillere bölündüğünü kaydetmekle beraber bir Kürt dil kuruluşunun bulunduğunu ve bu dillerle konuşan insanların sayı itibarıyla önemli bir topluluk teşkil ettiğini belirtmek icap eder.

Dr.Friç’in Kürtler isimli eserinde Kürt Dil grubu 1-Kermenç 2-Lur (lor) 3-Gölhur (lek) 4-Guran olarak dört kolda toplanır.

Genel olarak başlıca iki dil grubu seçilmektedir.:Kermanç ve Zaza.Kermançça konuşanlara Baba Kürdi deniliyor.Gerek Kermanç dili gerek Zazaca daha önce işaret ettiğimiz gibi Farsça temele dayanan bir kelimeler karışımıdır.Her iki dil grubu kendi içinde çeşitli lehçelere ayrılır.Van’ın Muradiye ilçesinde Patnos,Saray ilçelerinde Ağrı KaraköseEleşkirt,Erciş,Malazgirt havalisinde,Bulanık,Hınıs,Karlıova,Karayazı,Viranşehir, Urfa,Sürüç bölgelerinde Hakkari,Garzan,Beşiri, Hizan,Bitlis,Muş,Cizre,Midyat,Şemdinli,il ve ilçelerinde hemen hemen Kırmanç dili hakimdir.


Sason,Mutki kısmen Muş,Bitlis dağlık yerlerinde ,Lice,Farkin,Hazo,Diyarbakır, havalisi ve bu bölgelerin özellikle dağlık yerlerinde,Genç,Solhan,Çapakçur,Palu bölgeleri ile Ergani,Elazığ,Mardin’in bir çok köylerinde Zazaca konuşulur.


Varto kazasının Kasman köyünden olup “Doğu illeri ve Varto tarihi” ismi altında 1945’te bir eser yayınlayan,Kürtlerin Türk olduklarını savunan fakat bunun hemen ardından bilinmeyen caniler tarafından öldürülüp mezarı dahi bulunamayan ve eseri ortadan kaldırılan öğretmen M.Şerif FIRAT eserinde Kürtleri çeşitli yönlerden inceler.(Bu eser,27 Mayıs İhtilalinden sonra ve Cemal Gürsel’in bir önsözü ile Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayınlanmıştır.)(Alıntı Kaynağı-"Tek Adam" Ş.Süreyya Aydemir.)


Kürtlerle meskun Doğu vilayetleri Osmanlılara Yavuz Sultan Selim zamanında ve Diyarbakır kuşatması hariç olmak üzere mücadelesiz geçti.O güne kadar o bölgeler İranlıların idaresi altındaydı.Tam bir derebeylik düzeni ile idare olunuyorlardı.Osmanlılar da aynı düzeni korudular.Diğer bölgelerde uygulanan Zeamet,Tımar,Has kanunları oralarda uygulanmadı.


Memleket,14’ü azli mümkün olmayan 28’i azledilebilen başlıca derebeyler ve hakimler eline bırakıldı.Bunların hepsi yerel beyler ve şeyhlerdi.Bunlar da kendi toprakları içinde kendilerine bağlı diğer ağa,bey,ve şeyhleri kullanıyorlardı.Fakat beyler ve reislerle aileler arasında mücadele hiçbir zaman durmadı.(Şerefhan,Şerefnamesinde bunların baş döndürücü hikayelerini sıralar)


Görüldüğü gibi Osmanlı Türkleri de Kürtlere herhangi bir müdahalede bulunmamış,onları kendi yaşam tercihlerine bırakmıştır.Çünkü,onlar Türk ve Müslümandır.Ama,bu fetihlerden sonra aşağıda okuyacağınız gibi Hicaz Seferi sonrası getirilecek olan Hilafet bağları koparacaktır.

Timur da Ermenileri hiç ellememiştir.Bunda onları “Türk” olarak kabul etmesinden başka hiçbir neden olmadığı konusunda tarihçiler hem fikirdirler.


Şimdi,bu bilgiler ışığında tekrar “Alevi-Kürt-Türk” kopmalarını sağlayan,dinlerin yarattığı cehaleti incelemeye geri dönelim;


Bütün dinler geldikleri,peygamberlerin çıktıkları kavimlere aittir.Tevrat’ı okuduğumuzda, tanrı Elohe-(İlohi okunur),kendisine inançsızlık ettikleri için diğer kavimleri kendisine düşman ilan etmiştir.(Yaratılış-İbrahim’le ilk antlaşma).Ur’lu İbrahim’i seçerek ondan bir kavim yaratacağını ve bu kavimle diğer milletleri cezalandıracağını, karşılığında da Ham peygamberin oğlu Kenan’ verdiği Akdeniz-Fırat nehri arasındaki toprakları mükafat olarak onlara vereceğini söyler.


İbrahim’den,2000 yıl sonra,Yahudilikten ve çevrelerinden dışlanan Yahudi rahiplerin eski Mısır Osiris (Mısır dilinde Uris’tir.Yunanca’ya uyması için Yunanlı rahipler Osiris derler.Uris daha mantıklıdır. Çünkü, “Uris-Urisa’ya dönüşür,Arapların "Ur" şehrinden geldiği için "Ur" takısını çıkararak sadece “İsa” ya dönüştürdükleri inancındayım) dininden kopya ettikleri,temeli Tevrat’a dayanan İsa adlı bir “İnsan-Tanrı” üretirler.

Tevrat tanrısı da zaten “insan tanrı"’dır.Danyal peygamber bölümünde İran İmparatorunun kendisini 20 gün alıkoyduğunu,melek Mihail tarafından kurtarıldığını anlatır.


Bu insan tanrının “Tevrat Şeriatını kaldırdığını,tüm insanlara sevgi getirdiğini” söyleyerek,aralarında yaşadıkları diğer kavimler arasında saygınlık kazanma çabasına girmişlerdir.

Bu insan Tanrının öğretisini yaydıklarını iddia eden bir takım havari olduğunu söyleyen insanlar Bizans içinde kilise adını verdikleri tapınaklar kurmaya başlarlar.


Bizans bunları “şeytani-batıl” ilan eder ve II.Teosidiyus zamanına kadar soykırıma uğratır.

İ.S.III.yüzyılda Ermeniler bu dine girerler,İran,Suriye,Irak ve İran’da da bu dine katılımlar başlayınca, İran’ın Mecüsi inancına sahip Roma-Bizans halkını İran ile savaşa ikna edemeyen Bizans’ın Yunanlı Bizans rahipleri bu inancı, “İran dini olan Mecüsiliğin etkisinden Bizans’ı kurtarabilecek bir çözüm” olduğunu kavrarlar ve proje imparatorun onayına sunulur.


İ.S.325’de,İznik’te toplanan rahipler konsülünde seçilen dört İncil (Evangel-Müjde) kabul edilir diğerleri yakılır.

Ermeniler katılmadıkları bu konsülün seçtiği kitapları batıl sayıp kabul etmezler.Bu kararları yüzünden İ.S.11.yüzyıla kadar soykırıma uğrayacaklardır.

Asleında kabul etseler di de kıyılacaklardı.Çünkü “Yunanlı” değillerdi.Bu din temelinde Mısır-Yahudi-Yunan kavimlerini esas almaktaydı.


İsa’nın ölümüne sebep oldukları için de Yahudileri de düşman ilan etmişlerdi.Böylece "Uris" i Osiris'e " ve sonra da “Hristo”ya dönüştürkleri insan tanrıdan gelen adla bu Yunan dini “Hıristiyanlık” (İngilizce Christianity) olarak bilinmeye başlandı.

Bunun ilk delili de bu dinin adı ve İncil’in Yunanca olmasıdır.Bu yüzden,gelecekte bilim ve tıp dili de Yunanca olacaktır.

Yani,”her milleti kucakladığı” iddia edilerek diğer kavimler “milliyetçiliklerinden “ bu inanç kültürü sayesinde uzaklaştırılıp,Yunan kültürü içinde asimile ediliyordu.


Arkasından 610’da Mekke’li yetim Muhammed de İslam adlı yeni dininde,Tevrat’ı esas alıyor,İlk Ahit kitabına Mekke’li Yezidilerin inancından girmiş olan İbrahim’in oğlu Hz.İsmail’in soyu olduğunu iddia eden Hicaz Araplarını bu dinle yüceltiyordu.

İbrahim Suresi 4’deHer kavime kendi dilinden peygamber gönderildiği,Casiye 28.ayette, kıyamette her kavimin kendi peygamberinin bayrağı altında toplanacağı “ yazılmasına rağmen,Tevbe Suresi 4.5.6. ayetlerde Hicaz Arap’ı olmayan Bedevileri de korkutarak,hatta aşağılayarak bu dine sokuyor,Hicaz Arap’ı olmayan diğer kavimleri de Bizans taktiği ile Kureyş kültürü içinde asimile ediyordu.


632’de ölünceye kadar,tarihinde hiç birleşmemiş Arap Yarımadasını tek devlet haline getiriyordu.

Alevi inançlarında da bilindiği gibi,Hz.Muhammed Mirac’a çıktığında Kırklar meclisine Allah’ın emri ile onları İslam’a davet gelir. Kapıyı çalar,kimliği sorulduğunda peygamber olduğunu söyler.Ama kapı açılmaz ve “var git kendi kavmine peygamberlik et” denir.İki kez tekrar edildiğinde aynı sonucu alınca dönmeye karar verir.Allah da kendisine,tekrar geri dönerek kapıyı çalmasını ve sorulduğunda ben yurtsuz bir garibim” demesini salık verir.Bundan sonra içeri alınıp,onlara İslam’ı tebliğ ettiğine inanılır.


İşte bu Kureyş İslam’ı ve Yunan Hıristiyanlığının çıkış ve yayılışları tarihinde ilk kez Sami kavimlerine diğer milletleri yönetme şansı yaratmıştır.

Bu inançlar potasında eriyen milletlerden biri de Türk Milletidir.


Başlangıçta Türkler,Yunan ve Arap kılıcına uygun kılıflar üreterek kendilerini korumaya almışlardır.

Arapların “milliyetçilikleri ve idarelerindeki kavimleri kendilerine köle etmeleri” yüzünden 7.yy.da çıkan İslamiyet’in “Emevi Devleti”,90 yıl sonra 740’larda dağılma sürecine girer.20 yıl sonra idareyi alan Abbasi Hanedanı işleri biraz götürse de yüz yıl sonra İ.S.850’lerde Bizans akınlarına karşı geriler.

İ.S.740 ile 850 arasında Bizans’ın baskıları ve halkların İslam’ı farklı kabul edişlerine dayalı olarak çıkan mezhep ve tarikatlardan oluşan bölünmeler Abbasilerce bir düzene sokulur ve bunlardan “4” tanesi seçilerek “Dört temel mezhep” kabul edilir.


Bu günkü Güney Azerbaycan Haritası.Sınır günümüze göre çizilmiştir.

İşte bunlara örnek,bu gün,”kızılbaş-Alevi” olarak bilinen Dersim Türklerinin inançları da Türklerin o zamanki inançları ile birdir.Azerbaycan bölgesinde yaşarlar.O zamanlarda pasaport kanunu olmadığı için,insanlar vergi ödeyerek istedikleri bölgelere göçüp yaşayabiliyorlardı.

Alevilerin ve Kürtlerin Türkçe'yi söyleyişleri bu gün de bu yüzden Azeri lehçesi iledir.

O dönemlerde gerçek “Azerbaycan” vatandaşıdırlar.(Azerbaycan'ın da Rus uydurması olduğu yazılmaktadır.)


O bölge bu gün Güney Azebaycan olarak bilinen bölgedir.Kurtuluş savaşı sırasında Rus-İran arasında bölünmüştür.Bu yüzden yıllarca İran ile soğuk ilişkiler yürütmek zorunda kaldık.


İşte,”Düzgün Baba” inancı,aslında Türkmenistan’dan başlayan “Sarı Saltuk” efsanesinin Azerbaycan ve Anadolu yansımasıdır.Evliya Çelebi,Sarı Saltuk’un Rumeli’nin fethinden sonra Avrupa’ya geçtiğini ve ölümünden sonra da “Aziz Nikola” olarak bilindiğini yazar.

İşte yazının altında da linklerini verdiğim sayfalardan bu konu ile alakalı bir alıntı.


Gündüz Baba’nın benzeri birçok örnekte olduğu gibi Düzgün Baba dağında bir mezarı yoktur. İnanca göre Gündüz Baba Dağı yarılıp Baba içine girerek “sır” olmuştur. Dağa ziyaret için giden halktan ayakkabısını çıkarıp yalın ayak çıkanlarda pabuçlu çıkanlar da vardır. Bu durumu adak sahibinin adak şekli beliler. Ziyarete yalın ayak çıkma şeklindeki nezir Azerbaycan Türk kültür coğrafyasında da vardır. Bu coğrafyanın Dağlılar olarak bilinen halkı Hızır Ziyareti’ne bu şekilde çıkarlar. Bazen de adakta bulunulurken çıkış sayısı da belirtilir. Mesela 3 defa çıkacağım veya yedi defa çıkacağım şeklinde de adakta bulunur. Çocuğu olması için veya hastasının şifası için niyet edenler çocuklarını kucaklarında hastalarını sırtlarında götürmeği de niyetlenmiş olabilirler”


Görüldüğü gibi Aleviler aslında Türk’türler.Almancı Alevilere dayatılan,Ur,Uruadri-Hitit-Ermeni-Kürt-Alevi değillerdir.


Tevrat'a göre hazırlanan bu haritada Van Gölü'nün altında

"Magok" yazısı Nuh sonrası Mecüc'lerin yani Türk-Kürtlerin

yerleşim bölgesini "Ergenekon"u göstermektedir.

Ermenilerin bu Uruadri veya Nairi halkıyla da bir alakası olduğuna inanmıyorum.


İ.Ö.200’lerde günümüz Başkurdistan devletinin olduğu yerde konuşulan “Soçaryan-Tsocharıan” dilini konuşan Kurdistan Türkleri olma olasılıkları daha yüksektir.Mevcut alfabeleri de İngiliz-Fransız üniversiteleri işbirliği ile bir Ermeni rahibe öğretilmiş,uydurma bir alfabeden başka bir şey değildir.


Tevrat uzmanlarının hazırladıkları “Kavimler Göçü” haritasına da baktığımızda,Yafes soyu Magog-Mecücler in Yani Türklerin yeri merkezi Hakkari ve çevresindeki dağlık olan bölgedir.Yunan tarihinde “Onbinlerin dönüşü” olayında ,”Karduchia-Karduçya-Kardukya” (okunur) olarak geçer.Türkçenin bozuk telaffuzundan başka bir şey değildir.


Harita ne kadar açık gösteriyor değil mi?

Mecüclerin "Ergenekon'dan" çıkış ve dağılım bölgeleri.

Oyunu görün işte.Boşuna yazmıyoruz ki

Mecüc soyunun da buradan Asya’ya göçtüğünü bu haritalarında belirtmişlerdir.

Orta Asya Türk kültüründe “Balbal” olarak bilinen taşların Hakkari-Kerkük-Musul civarında “Baban” adıyla bilinmeleri ve çok sayıda var olmalarını başka nasıl açıklayabiliriz ki?







Alevi ve Kürtler,asırların getirdiği kavim göçlerinin etkisi ile Azeri,Türkmen,Horasanlı,Farsi de yani karışmış da olabilirler. Karışık olmayan var mı ki?

Bu ayrışmaya sebep olan kopukluğu yaratan cehalet ise 1517 Ridaniye Seferinden sonra Mısır’ı alan Yavuz Sultan Selim’in, oralarda bulabildiği bazı Kutsal emanetleri Topkapı sarayına getirerek İslam dünyasına hükmedebilmek için Hicaz Araplarının ve İslam’ın Kültürel merkezi sayılan Basra ve çevresinde yaygın olan “Sünni İslam’ı” benimsemesi ile başlar.


Bütün din devletlerinde kesin bir kural olan “imparatorun halkını kendi mezhebine geçirme kuralı” burada da çalışır ve Osmanlı,bu mezhebi halkına kabul ettirmekte ciddi sıkıntılar. yaşar. Bu yüzden Anadolu’da çıkan iç isyanlar bastırılsa da halk İran’a veya yeni özerklik verilerek Osmanlı’ya katılmış olan Kürdistan emirliklerine kaçar.

Osmanlı’ya vergi vermemek,inancını yaşamak için de “Kürt’üz” demeye başlarlar.İran Türk Safevi devleti de Sünnilik inancını kabul etmeyen Türklerin şikayeti yüzünden Osmanlı ile muhtelif savaşlara girer.


İşte Türkleri “Kürtlerştirdiğimiz” tarih bu tarihtir.


Bu tarihten sonra “Sünni” olmuş Arnavut,Yunanlı,Rum,Romen,Macar,Bulgar,Arap Türkten öne geçer.

Bu kavimlerden oluşturulan Osmanlı orduları Türkleri kıymaya başlar.Osmanlı çaktırmadan "Yunanlılaşmış,Bizans olmuştur."

Bu olayı,Kurtuluş Savaşı öncesinde, sonradan İzmir’e ilk giren Türk ordusunun komutanı olan Fahrettin ALTAY’ın Konya’da Selçuk Sultanlarına ait mezarları tahrip ettiğine tanık olmaktayız.


Evliya Çelebi bile seyahatnamesinde,Kazaklara,AlevilereTürk” demez.Onları “sapık” kavimler,Yecüc-Mecüc soyu olarak tanımlar.

Antalya’da bir aslanı boğazlarken gördüğü bir Yörük için de aynı tanımlamayı yapar.Osmanlı’ya göre Türk “Sünni” dir.Avrupalılar bölgeyi "Türkiye " diye andıklarından ve Türkleri de savaşlara "gönüllü" katılımlarını sağlamak,kullanmak için "Türk" adına sahip çıkmışlardır.


Çünkü,Osmanlı'ya göre Türklüğünün temelini “kavmiyetçilik” değil,”dini mezhep”e dayalı uyutmacalar belirlemektedir.


İşte,yazının başında belirttiğim “Sümer Kazıları” esnasında emperyalizmin kültürel ajanları da bu aymazlığımızı görürler ve o zamanlar başlattıkları “kardeşi kardeşe vurdurma” ve “böl-parçala-yok et” siyasetini elan sürdürmektedirler.

Fatih’ten bu yana devletin başına getirilen bu dönme,devşirmeler “İslam” kimliği ile başımıza geçmişlerdir ve tüm savaşlarda,iç isyanlarda Roma-Vatikan ile işbirliği içinde sistemli şekilde “Türk Soykırımını” gerçekleştirmişlerdir.


Bu gün ne değişti?


Ben Gürcüyüm,karım Kürt-Arap” diyen bir başbakan.1990 yılında Ayasofya müzesini gezdirdiğim bir Amerikalı tarih profesörünün bana dediği söze geliyoruz.

Biz Mustafa Kemal’den sonra “hiçbir Türk’ü iktidara getirmedik

Saygılarımla.


adilyargic


http://www.haberakademi.net/haberyaz.asp?hbr=6609

http://www.kamatur.org/index.php/makaleler/kultur/599-karay-balkar-tklerde-karlairmali-tk-halk-anari

http://www.aleviakademisi.de/site/content/view/65/

http://www.haber7.com/haber/20090101/Noel-Baba-Turk-mu.php

http://www.geocities.com/dersimsite/seyitler3.html

20 Mayıs 2009 Çarşamba

İSMET İNÖNÜ ATATÜRK İLİŞKİLERİ


İSMET İNÖNÜ ATATÜRK İLİŞKİLERİNDE BİLMEDİKLERİMİZ.


Aşağıda okuyacağınız yazı bana ait değildir.Sitenin linkleri aşağıda vardır.Okudukça hayretler içinde kalacağınız bu yazılar,ülkemizin bilinmeyenlerini,akıl erdiremediğiniz geçmiş siyasetlerini anlamanıza,daha net bir şekilde kıyaslamalar yapabilmenize yarayacaktır.

Bu güne kadar bize öğretilen,09-10 Kasım 1939 İsmet İnönü-Fahrettin ALTAY darbesi sonrası,İsmet paşanın devletin başına getirdiği,dönme Ermeni,Hıristiyan,Yahudi,kendini Ermeni sayan ve "Alevi Kürt" kimliği ile bilinen Dersimlilerin (Komünistleri hariç) İngiliz-Amerikan telkinleri ile,İsmet paşa'yı yücelterek hazırladıkları uydurma şeylerdir.

Fikir fikirdir,belgelere dayanırsa daha da değerlidir.Hele işin mutfağında çalışmış birilerinin kaleminden yazılmışsa daha daha değerlidir.

Bu özelliklere uygun bir yazı dizisi.Tek bir blok içinde kalmasına gönlüm razı olmadı.

İlgilenirseniz,sürprizlere buyurun,sürprizlerle boğulacaksınız.

Saygılar

adilyargic.

Atatürk,İsmet paşa,Afet İnan iyi günlerinde.


İSMET PAŞA MUAMMASI

ATATÜRK'ün İsmet Paşa'nın mülevves vücudunu ortadan kaldırmaya kesin karar verdiğini gösteren bir başka olay da şudur:

ATATÜRK'ün kendisini müteaddit defalar çağırmasına rağmen gitmekten korkan İsmet, nihayet zorla götürüleceğini düşünerek yola koyulur... İstasyona gidip kompartımana yerleşir. Ancak Dr. Refik Saydam "Olmaz Paşam! Gidemezsiniz!.. Görmüyor musunuz, sizi öldürecekler!.. Eğer israr ederseniz, lokomotifin önüne yatarım" der... İsmet bunun üzerine vazgeçer... (İsmet Bozdağ, Bitmeyen Kavga)

İsmet ise olayı şöyle anlatır:

- "Beni İstanbul'a götürmek için Şükrü Kaya ve onun tertibinde ansızın bir gayret belirdi... Ben de istiyordum. Fakat Şükrü Kaya tertibindeki bu gayret, yakın arkadaşlarımın dikkatini celbetti... Kat'iyen bırakmadılar!.. Onlar haklı ve isabetli çıktılar!.." (İsmet İnönü, Hatıralar)

Kemal Tahir savaş sırasında alınan kararları şöyle eleştirir:

- "Ayni yardım, harp içinde icat edilmiş, memurlarla halkın arasını açmaktan başka bir yararı olmayan sistemdi... Şeker 30 kuruşken evine bir kilo şeker alamıyan memura; kilosu 25 kuruştan 9 ila 45 kg. kadar şeker alma imkanı tanınmıştı... Memur bu parayı veya malı alır, iki kilosunu kendine ayırır, kalanı 50 kuruştan bakkallara devrederdi!.. Şeker de piyasada 200 kuruşa satılırdı!.."

- "İşte bu yüzden halk,

İsmet uludur, İsmet uludur...

Memurlar İsmet'in kuludur.

İsmet'ten başka yoktur tapacak!.. (16)

- demeyi latife haline getirmişti!."

İSMET PAŞA MUAMMASI - 3

Kemal Tahir şöyle diyor:

"Cumhuriyet döneminde de azgın BATICILIK yapıldı... O kadar ki, takvimimizi, ağırlık, uzunluk ölçülerimizi bile değiştirdik!.. Tek BATI'ya benziyelim diye!."

BATI'dan alınanlar sadece yukarda sayılanlardan ibaret değildi!.. Alfabemizi, kıyafetimizi, tatilimizi, saatimizi; nikah, cenaze, yemek sistemimizi; hukuk sistemimizi, devlet idaremizi, hatta laiklikle dinimizi, inancımızı değiştirdik. Bunların içinde en komiği de "şapka inkılabı(!)"dır.

GAZİ bu hataları nasıl yaptı?.. Sözlerini inceleyince görüyoruz ki, kendisi AMANSIZ bir BATI DÜŞMANI'dır!. Davranışlarını inceleyince görüyoruz ki, ATATÜRK BATI İLE HİÇ BİR İTTİFAKA GİRMEMİŞTİR!.. Çünkü o BATI'yı insafsız SÖMÜRGECİ ve ZALİM görür!.. MAZLUM MİLLETLER'in BATI HEGOMONYASI'ndan kurtulacağı günün hayalini kurar!...

Peki, nasıl oldu da, GAZİ böyle bir gaflete düştü?..

Belki BATI'ya benzer bir hüviyet kazanırsak, BATILILAR'ın bizi rahat bırakacağını düşünmüştür... Çünkü o dönemde LOZAN sonuçlarını hazmedeyen BATILILAR, her yönden yeni DEVLET'i sıkıştırıyorlardı!..

Bir ihtimal de GAZİ'nin "MUASIR MEDENİYET"i BATI'da gördüğü için; ve bir dönem KÜLTÜR, MEDENİYET ve TEKNOLOJİ'yi AYNI telakki ettiği için; BATI özelliklerini almamız gerektiğini düşünenlere uymuş olmasıdır... Bizce hatası buradadır.

GAZİ bu konuda saf davranmıştır!.. Eğer yaşayıp 2. Dünya Harbi'ni görseydi, BATICI uygulamalardan hemen vazgeçerdi!..

GAZİ, Almanlar'ın Polonya'da yaktığı insanları, İtalyanlar'ın Habeşistan'da yaptıklarını, ve atom bombasının Japonya'da öldürdüğü masum insanları görseydi, BATI'nın MUASIR MEDENİYET'in değil, sadece TEKNOLOJİ'nin merkezi olduğunu farkeder, KÜLTÜR ve MEDENİYET'imize el değmesine izin vermezdi!..

MUSTAFA KEMAL PAŞA zaten 1920'lerden beri hep ŞARK'ı savunmuştu!.. Peki, nasıl oldu da GAZİ olunca bir dönem BATI rüzgarına kapıldı?

Buna cevap vermeden, enteresan bir nokta üzerinde durmak gerekir... Terakkiperver Fırka, Serbest Fırka ve Demokrat Partı hareketi, hiç bir zaman ATATÜRK'e karşı değil; hep İSMET PAŞA'ya karşı olmuştur!..

Meclis de, halk ta 1921'den beri İSMET PAŞA'yı sevmezdi!.. İSMET, Meclis'i zamanla geleceğini kendisine bağlıyanlar ile doldurmuş, ama MİLLET'in sevgisini asla kazanamamıştır!..

Çünkü TÜRK İNSANI inanılmaz sezgisi ile bu BATICI eğilimin, bu BATICI uygulamanın ATATÜRK'ten değil de, İSMET PAŞA'dan kaynaklandığını bilir!.. Rauf Orbay'ın dediği gibi, İSMET PAŞA Lozan'dan çok değişmiş ve yurda tekrar MANDACI olarak dönmüştür!.. Ve yine Rauf Orbay'ın belirttiği gibi, bir kaç hafta kaldığı Avrupa'dan sanki bir "uzman" edasıyla gelmiş ve ne yazık ki MUSTAFA KEMAL'i de kandırmış, fikirlerini ona empoze edebilmiştir!..

Mesela 17.2.1929'da ilk "öztürkçe" konuşmayı ATATÜRK DEĞİL; İSMET yapmıştır!.. Yani dilin bozulması İsmet'in marifetidir... GAZİ bu akıma 1935'e kadar kapılmış, daha sonra vazgeçmiştir.

Onun için biz diyoruz ki, bu BATI TAKLİTÇİLİĞİ İSMET'İN MARİFETİDİR!.. Allem etmiş, kallem etmiş, GAZİ'ye allayıp pullayıp yutturmuştur1.. "KUR'AN'I ve EZAN'ı TÜRK milletinden daha güzel okuyan yoktur" diyen ATATÜRK'e; bu dinsiz adam "Türkçe" EZAN'ı kabul ettirebilmiştir!..

Bizce GAZİ'NİN EN BÜYÜK HATASI, daha İSTİKLAL Savaşı'nın ilk günlerinde İSMET PAŞA'YI BERTARAF ETMEMESİ OLMUŞTUR!..

"Peki, her şeyi İsmet yaptıysa, o zaman 1930'dan sonraki hızlı sanayileşme her gücü elinde tutan İsmet Paşa'nın başarısı sayılmaz mı?" denilebilir... Hayır!.. O başarı da onun değildir!..

Serbest Fırka olayı memlekette her şeyin A'dan Z'ye bozuk olduğunu ortaya koymuştu... Halk sefalet içinde idi. EKONOMİ, Serbest Fırka'nın kapatılmasından sonra bizzat ATATÜRK tarafından ele alındı... Bir ARAŞTIRMA konusu yapıldı... MİLLİ EKONOMİ'nin hemen bütün alanlarını kapsayan PLAN anlayışı ortaya çıktı... SANAYİ alanında eski dost SOVYET RUSYA'ya müracaat edildi... Oradan gelen Profesör Pavlov başkanlığındaki Sovyet heyeti, TÜRK uzmanlar ile memleketi dolaşarak bir rapor hazırladı, İktisat Vekaleti'ne verdi... Bu rapor 1. Beş Yıllık Sanayi Planı'nın temelini teşkil etti.

ATATÜRK, İsmet'in bürokratik devlet anlayışı ile hakiki anlamda bir gelişme olamıyacağını farketmişti!.. Onun kararlı tutumu sonucu İsmet, bazı değişiklikler yapmak zorunda kaldı... 1932 yılında ATATÜRK'ün ısrarı ile İktisat Vekili Mustafa Şeref Bey'i görevden alarak yerine İş Bankası Genel Müdürü Celal Bayar'ı getirdi!.. Ondan gelen teklifleri uygulamak zorunda kaldı.

Aslında Serbest Fırka denemesi sırasında Fethi Bey, Celal Bey'i de partiye almak istemiş, ancak İsmet buna engel olmuştu.

Celal Bey ta 1921'de İktisat Vekili iken şöyle demişti:

- "DEVLET sosyalizmine muarız olanlar, FERDİYET'i kuvvetli SERMAYE'si mebzul memleketler ahalisidir... TANZİMAT'tan beri elverişsiz şartlar altında AVRUPA KAPİTALİ'nin memleketimize imtiyazlı bir şekilde girmesinin ve iktisadi kaynaklarımıza hakim bulunmasının esef verici neticeleri gözönündedir!" ( Ş.S. Aydemir, İkinci Adam, Cilt 1 sf.413)

Celal Bey, bu sözlerine rağmen, 1924'de İş Bankası'nın başına getirildiğinde İzmir İktisat Kongresi'nin "liberal" sayılabilecek kararlarına uygun davranmış, özel teşebbüsün gelişmesini sağlamaya çalışmıştı... 1932-1938 arasında DEVLETÇİ, 1946'dan sonra da LİBERAL olması; onun DOKTRİNCİ olmadığını gösterir.

İsmet Paşa ancak Serbest Fırka'nın kurulduğu Ağustos 1930 tarihinde "mutedil devletçiliği" savunmaya başlamıştır ama; zamanla DOKTRİNCİ, BÜROKRATİK bir DEVLETÇİ olmuştur... Halbuki ATATÜRK asla DOKTRİNCİ bir DEVLETÇİLİK gütmemiştir!.. O, politikasında günün ihtiyaçlarına göre değişiklik yapardı.

İsmet Paşa ise CHP'nin 6 okuna rağmen, 1946'da DEMOKRAT PARTİ'nin LİBERAL politikasının ilgi görmesi üzerine, DEVLETÇİLİK'ten "fırt" diye dönmüş; 1970'li yılların "ORTANIN SOLU" uydurma prensibine kadar "devletçiliği" bir kenara bırakmıştır!.. İsmet, tam bir eyyamcıdır!.. Gerçek ihtiyaca göre değil; rüzgara göre yön değiştirir!

İsmet eyyamcı da, onun CHP'si değil mi?.. 1990'larda, 2000'lerde CHP hep "sosyal demokrat"tır ama, bütün özelleştirmelerin altında imzası vardır. DEVLETÇİLİK unutulup gitmiştir!

İsmet Paşa Hükümeti, OSMANLI Devletinin borçlarını öder... 1930 yılında 49.5 milyon lira ödenmiştir... Bu gider bütçesinin %14.6 idi!.. Üstelik 1929'da dünya iktisadi buhranı başlamış, bizim ihracatımız düşmüştü!.. Halbuki İsmet Paşa o yıl Lozan'daki kayıt ve kısıtlamalar kalkacağından çok rahatlayacağımızı sanıyordu... Ticari piyasada iflaslar aldı yürüdü... Vergi tahsilatı düştü.

1924-1930 arası yorgun fakat aceleci uygulamaları; 1930'dan sonra ATATÜRK'ün hastalığının başlamasına rağmen, yeni bir canlılık ve tutarlılık kazandı... Bir merkez bankası olmadığı halde para istikrarı korundu... Bütçe gelirleri düştüğü halde denge sağlandı. Bütün dünya ticareti sarsıldığı halde bizde dış ticaret dengesi muhafaza edildi... Demiryolu inşaatı sürdüğü gibi, yabancıların elindeki demiryolları da satın alındı. Sümerbank, Etibank gibi bankalar kuruldu. Yeni sanayi işletmeleri açıldı... 5 yıllık planlı döneme geçildi.

Şevket Süreyya 1931'den sonra başlıyan PLAN çalışmalarının dahi, İsmet Paşa hükümeti tarafından arzu edilen seviyede götürülemediğini, Rusya'dan alınan 8 milyon altın dolarlık kredinin de, ilgisizlik yüzünden tam kullanılamadığını belirtir!.. (Menderes'in Dramı sf.345)

Kısacası, SANAYİLEŞME başarısı ATATÜRK'le, 1932'de İktisat Vekili olan CELAL BAYAR'a aittir... İsmet ise, sözde küçük sanayii korumak için hazırladığı Muamele Vergisi ile büyük sanayiin gelişmesine sekte vurmuştur!.. Güya lüzumsuz rekabeti önlemek için çıkartılan Sür Prodüksiyon Nizamnamesi de bir gelişmeyi engelleme vesikasıdır... Ş.S.Aydemir ise, bilhassa ikinci uygulamadan Celal Bayar'ı sorumlu tutar.

İsmet paşa'nın istifası ve bütün görevlerinden

alındığını belirten yasa ve olayın haberi için

gazeteyi tıkla,büyüt.

Bu doğru bile olsa, bizce 1924-1932 arasında da, 1932-1937 arasında da İsmet Paşa Başbakan idi... Birincisinde olmayan SANAYİ ikincisinde nasıl kuruldu?.. Değişiklik ne idi?..

Değişiklik ATATÜRK'ün müdahalesi ve Celal Bayar'ın bakanlığı idi!.. Elbette bu değerlendirmemiz Celal Bayar'ın gelmiş geçmiş hatalarını aklamaya yetmez, ama farkı ortaya koymaya yeter.

DEMİRYOLU AĞLARI da bizce İsmet Paşa'ya mal edilemez!.. Delilimiz de, onun Cumhurbaşkanlığı döneminde bu seferberliğin BİR DAHA BAŞLAMAMACASINA durmasıdır!

ATATÜRK döneminde TÜRKİYE "ipotek"le borçlanmıyordu... Kapitalist ve emperyalist dünyaya, yabancı kontrolüne karşı asil bir direniş vardı. O yüzden dünya İKTİSADİ BUHRAN'ına rağmen herşey aksaksız hazineden vadesinde ödeniyordu... Bütçemiz, ödeme dengemiz güçsüzdü, ancak vatan gene demirağlarla örülmeye devam ediyordu.

İsmet, 1932 yılına kadar ATATÜRK'le fazla zıtlaşmamıştır... Ancak İktisat Vekili Mustafa Şeref Bey'in ATATÜRK'ün müdahalesi ile istifa etmesi, yerine Bayar'ın adeta zorla getirilmesi, İsmet'i korkunç kinlendirdi... Bu olayı gurur meselesi yaptı. Bir gece ATATÜRK'ün sofrasında aniden tepkisini gösterdi... Ortaya koyduğu tavra, "terbiyesizlik" demek daha doğru olur.

O tarihe kadar ATATÜRK'ün karşısında "süt dökmüş kedi" gibi duran, her dediğine "hay hay" cevabını veren, azarlandığında boynunu büküp susan İsmet; bir gün birden efelendi. ATATÜRK'ün o akşam sofrasına davet edildiği halde, vaktinde "teşrif" etmedi...Sofrada buz gibi bir hava esti. Nihayet İsmet kapıda göründü. Etrafına bakmadan boş bir sandalyeye oturdu... Cebinden bir akşam gazetesi çıkarıp GAZİ'nin yüzüne doğru açtı, sözde okumaya başladı... GAZİ'nin sorularını, latifelerini cevapsız bıraktı!.. Sabrı tükenen ATATÜRK, bazı hatıra yazarlarına göre:

- " İsmet, haddini bil! Yoksa seni ayağımın altında tahtakurusu gibi ezerim!"

dedi... Sofrayı dağıttı, İsmet'i bir odaya çekti!..Ne konuştular bilinmez ama, olay yatışmış göründü. Taa 1937'e kadar!..

İsmet, ATATÜRK karşısındaki bütün pısırıklığına rağmen, o gün niye "arslan" kesilmişti?..Bizce sebep açık!.. İsmet, bunca yıl sinsi sinsi ATATÜRK'ün altını oymuş, Parti'yi ve Meclis'i o mahut terörü ile ele geçirmişti!.. Kendini "silinmez" zannediyordu!.. (11) Bütün bunlara rağmen zılgıtı yiyince tekrar "kedi"ye dönmüştür.

1937'de, Başbakanlığının son günlerinde tekrar küstahlaşıp ATATÜRK'ün yüzüne karşı "Sofradan emirler alıyoruz!" demiştir... Halbuki ATATÜRK, 1923'DEN SONRA HÜKÜMET İŞLERİ'NE HEMEN HİÇ KARIŞMAMIŞTIR!.. Bakan ve milletvekili maaşlarına yapılan zam hikayesini daha önce anlatmıştık... O olayı da soruşturmuş, ancak karışmamıştı.. Bunda kendisinin DEMOKRAT RUHLU olması önemli yer tutar... Ancak İsmet'in onu KÖŞK'E adeta HAPSETMESİ de unutulmalıdır!..

Ancak ATATÜRK sadece DIŞ SİYASET ile yakından ilgilenirdi... Bu yüzden Dışişleri ile ilgili önemli yazışmaların birer sureti ona gelirdi... Özellikle 1933 yılından sonra hiç bir uluslararası gelişmeyi kaçırmaz olmuştu... Balkan Paktı, Sadabat Paktı, Hatay meselesi hep ATATÜRK'ün yakın ilgisi sonucu elde edilmiş başarılardır.

Bir ara öyle oldu ki, DIŞ MÜNASEBETLER Ankara'dan değil, ATATÜRK'ün bulunduğu Florya Köşkü'nden idare edilir hale geldi... Üstelik ATATÜRK'ün bazı tesbitleri ne İsmet Paşa'nın, ne de Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras'ın düşüncelerine uyuyordu.

Bir gece sabaha kadar süren çekişmeli muhabere sonunda ipler koptu... Konu, Akdeniz'de korsanlığın önlenmesini ele alan Nyon Anlaşması'ydı... ATATÜRK İsviçre'de bulunan Tevfik Rüştü Bey'i doğrudan aramış, görüşmüştü... İsmet te bunu hazmedememişti!..

Önce Bakanlar Kurulu'unu topladı:

" Bu bir hükümet buhranıdır... İstifa etmeyi düşünmüyor musunuz?"

diye onları da kışkırtmaya çalıştı... Bakanlar bu olayı, zaman zaman ATATÜRK ile İsmet arasında meydana gelen sürtüşmelerden biri olarak aldılar, fazla tepki göstermediler. Bunun üzerine bir güzel azar işittiler... Tam İsmet İstanbul'a gitmeye hazırlanıyordu ki, ATATÜRK Ankara'ya geldi.

Halbuki ATATÜRK hükümet görüşünün değişmesi için bir baskı yapmamıştı... Nitekim anlaşma İsmet'in görüşlerine uygun olarak 14.9.1937'de imzalandı.

17 Eylül'de Bakanlar Çankaya'ya davetli idiler... Ancak İsmet gitmeden Anadolu Klubü'ne uğramış, bol miktarda viski içmişti.

Çankaya'daki sofrada ATATÜRK sözü "Zıraat işlerinin iyi gitmediğine" getirdi... Zıraat Vekili Muhlis Erkmen'i tenkit etti... Kafası dumanlı İsmet:

" Yani Zıraat Vekili'nin çekilmesi isteniyor!.. Tıpkı bundan evvel yapıldığı gibi fikrim alınmaya lüzum görülmeden vekillerim istifaya icbar ediliyor... En mühim memleket davaları hep sofra başında kararlaştırılıyor! Sofradan emirler alıyoruz!"

diye isyankâr bir eda ile konuştu... ATATÜRK müthiş sinirlendi!

Bu olaydan bir gün sonra (20.9.1937) trenle İstanbul'a giderken ikisi bir kompartımana kapandılar... ATATÜRK İsmet'e şunları söyledi:

-"Ben şimdiye kadar her işte mutabık olduğumuzu sanıyordum... Dün geceki halinden ANLADIM Kİ, YANILMIŞIM!.. Madem ki aramızda mutabakat yoktur, bu vaziyette artık teşrik-i mesai edemeyiz...Celal Bayar'a ne dersin?.."

İsmet hemen dalkavuklaştı:

-"İsabet buyurdunuz!.. Her hususta olduğu gibi!"

Bu şekilde hiç beklemediği bir şekilde Başbakanlık'tan alınıp yerine İktisat Vekili Celal Bayar getirilince, çok şaşırdı!.. Tekrar eski sünepe haline döndü.

İsmet Bozdağ bir eserinde ATATÜRK'le İsmet'in daha sonraki 3. büyük ve son kavgasını da uzun uzun anlatır... Aynı asansöre gülerek binen ikili, kavgalı çıkarlar!.. Çünkü İsmet içerde "Çalışırken içmiyorsunuz. Bu sağlığınıza iyi geliyor. Vazifeden ayrıldığıma seviniyorum" demiş... ATATÜRK te, bu ifadeyi "Ben Başbakan iken bütün işleri ben yapardım, sen keyfine bakardın... Celal Bayar gelince, onun beceriksizliğinden dolayı hükümet işleri ile ilgilenmek durumunda kaldın!" mânâsına almış... korkunç sinirlenmiş!.. İsmet'i, "Sen hangi işi benim desteğim olmadan hak ettin?" diyerek çok kötü benzetmiştir!..

İsmet, derhal pişman olmuş,"Beni siz yarattınız!.. Siz olmasaydınız, ben bir hiçtim" diye yaltaklanmıştır ama, ATATÜRK artık onu defterden tamamen silmiştir!..

ATATÜRK'ün bu toplantıdaki:

- "Ben başvekillere değil, DEVLET'imin, MİLLET'imin işlerine yardım ediyorum... Bu işleri bir yere kadar İsmet Paşa götürür; bir yerden sonra Celal Bey taşımaya başlar... Hiç kimsenin kerameti kendinde görme hakkı yoktur!.. BİR DEVLET ADAMI, KERAMETİ KENDİSİNDE GÖRMEYE BAŞLADI MI, DEVLET ADAMLIĞINI BİTİRDİ DEMEKTİR!"

sözleri bütün DEVLET ADAMLARI'na ibret olacak niteliktedir!..

ATATÜRK, İsmet'in başbakanlıktan ayrıldıktan sonra rahat durmıyacağını bildiği için kendisine Londra Büyükelçiliği'ni teklif ettirmiştir... Tevfik Rüştü red cevabını getirince de,"Hımm, demek bizimle uğraşacak," demiştir!.. Gerçekten de İsmet adını unutturmamak için çeşitli oyunlara girişmiş, mesela Hipodrum'a at yarışı seyretmeye gidip halkın arasına oturmuş, halk ta bu tevazuyu (!) görünce kendisini alkışlamıştır!.. ATATÜRK, bu olayı da "İsmet Paşa'yı ben bilirim, bizim zayıf anımızı kollayacaktır," diye değerlendirmiştir!..

İsmet, başvekil olduğu 14 yıllık dönemde, hem başedemediği yolsuzluklara karşı donkişot gibi çıkışlar yaparak puan toplamış; hem de bu yolsuzlukları yapanların kendilerini "ATATÜRK'ün yakını" olarak göstermesini kullanıp, onun adını lekelemiştir!..

ATATÜRK son yılında, İsmet tarafından cezalandırılmış Hasan Rıza Sayak, Nuri Conker, Kılıç Ali, Şükrü Kaya, Tevfik Rüştü ve Başbakan Celal Bey'in bulunduğu bir toplantıda Bayar'a seçimlere ne kadar kaldığını sormuştu... Bayar'ın,"Daha biraz vakit var, ama siz ne derseniz o olur," demesi üzerine gözlerinin içine bakarak, "Yapabilir misin?" demişti!..

Seçimlere daha 1.5 yıl vardı... ATATÜRK'ün amacı bir erken seçimle hem İsmet'i, hem de onu tutan Refik Saydam ve avanesini ekarte etmekti!.. Ne yazık ki bu plan gerçekleşmemiştir.

İsmet Paşa, özellikle 1938'de ATATÜRK'ün hastalığı sırasında bir sürü dolaplar çevirmiş, bunların farkına varan ve onu artık ülke için tehlikeli gören ATATÜRK, yanına çağırmış; İsmet korkusundan gitmemiştir!..

ATATÜRK ölüm döşeğinde; kendi yapamadığı işi, yani bu adamın ortadan kaldırılmasını, VASİYET etmiştir!.. Emrinin yerine getirileceğinden emin olarak da, İş Bankası'ndaki hisselerini İsmet'in çocuklarına bırakmıştır... Yetimlik çekmesinler diye!.. Şükrü Kaya bu konuda şöyle der:

- "ATATÜRK kendi yerine İsmet İnönü'nün geçmesini memleket için tehlikeli görüyordu!.. Biz de o kanıdaydık... ATATÜRK bu düşüncesini Bayar'a açıklamıştı!.." (İsmet Bozdağ, Bitmeyen Kavga)

Bu konuda çok rivayet vardır...ATATÜRK kendisinden sonraki durumu ilk değerlendirmesinde:

- "Ben hasta yataktayım... Celal Bey de hasta, yatıyor... Fevzi Paşa'nın da şekeri var... Ne olacak, bilmem!"

demiştir... Kılıç Ali bu konuda "ATATÜRK'ün söylediği sözler arasında bu iki isimden başkasından bahsetmemesi, o zaman hepimizin dikkatini celbetmişti," der...

Bu arada, ATATÜRK'ün yaveri Salih Bozok, bir mektupla ATATÜRK'e siroz teşhisi konduğu sırrını İsmet'e duyurdu... Mektubun bir yerinde de "Ne tedbir alınır, bilmem" diyordu... ATATÜRK bu mektubu öğrenince fena halde hiddetlendi!.. Bozok'u çağırıp, "İsmet Paşa'ya neden benden bahsediyorsun?..Bunun mânâsı nedir?..Bu hareketini hiç beğenmedim," diyerek azarladı.

5 Eylül 1938'de ATATÜRK durumu bir kere daha değerlendirerek şöyle demişti:

"Evvela akla İsmet paşa gelir... Fakat nedense umumun sempatisini kazanamadığı görülüyor!.. Bir de Mareşal Fevzi Çakmak var... Kimse ile münazaa halinde değildir... Bu itibarla bence Devlet Başkanlığı için en münasip arkadaş odur."

Hasan Rıza Soyak bu konuda şöyle yazar:

- "Söylediklerinden anladım ki, ATATÜRK İsmet Paşa'nın tenkide tahammülsüzlüğü, hoşgörü hassasını yetersizliği, gerek Hükümet, gerekse Parti başında selahiyet ve mesuliyet sahibi arkadaşlarının yetki ve haklarına lüzumu kadar, hatta bazen hiç itibar etmiyerek her işi yalnız kendi arzu ve fikirleriyle yürütmeye çalışmasını beğenmemekte; memleketi o zamanlar Avrupa'da mevcut ŞEF idarelerine götüreceğinden endişe etmektedir!.. Belliydi ki, bir süre önce Recep Peker'in Avrupa seyahatinden döndükten sonra Parti kongresinde teklif edilen nizamname ve programın FAŞİST esaslarını unutmamıştı."

- "İnönü'nün Cumhurbaşkanlığı'na geçer geçmez, hiç bir ciddi sebep ve lüzum olmadan kendisini MİLLİ ŞEF ve partisinin değişmez başkanı ilan ettirmesi ve bu hali uzun süre devam ettirmesi, derin ve uzak görüşlü BÜYÜK ADAM'ın endişelerinde ne kadar haklı olduğunu ispat etmiştir!.." (Hasan Rıza Soyak, ATATÜRK'ten Hatıralar)

ATATÜRK'ün İsmet Paşa'nın mülevves vücudunu ortadan kaldırmaya kesin karar verdiğini gösteren bir başka olay da şudur:

ATATÜRK'ün kendisini müteaddit defalar çağırmasına rağmen gitmekten korkan İsmet, nihayet zorla götürüleceğini düşünerek yola koyulur... İstasyona gidip kompartımana yerleşir. Ancak Dr. Refik Saydam "Olmaz Paşam! Gidemezsiniz!.. Görmüyor musunuz, sizi öldürecekler!.. Eğer israr ederseniz, lokomotifin önüne yatarım" der... İsmet bunun üzerine vazgeçer... (İsmet Bozdağ, Bitmeyen Kavga)

İsmet ise olayı şöyle anlatır:

- "Beni İstanbul'a götürmek için Şükrü Kaya ve onun tertibinde ansızın bir gayret belirdi... Ben de istiyordum. Fakat Şükrü Kaya tertibindeki bu gayret, yakın arkadaşlarımın dikkatini celbetti... Kat'iyen bırakmadılar!.. Onlar haklı ve isabetli çıktılar!.." (İsmet İnönü, Hatıralar)

Acaba hangi hususta haklı çıktılar?.. ATATÜRK'ün artık kendine HAYAT HAKKI bile tanımadığında mı?..

Ne var ki, sinsice ATATÜRK'ün kuyusunu kazan İsmet, daha önce anlattığımız gibi Parti'yi ve Meclis'i istediği gibi teşkil etmişti!.. TOPAL OSMAN gibi başını ATATÜRK yoluna adamış biri yoktu ki, emri yerine getirsin!..

1937'de GÖREVİNDEN ALINMASINDAN SONRA yeni bir SEÇİM de yapılmadığı için, ATA'nın ölümünden sonra ipleri hemen eline geçirmiş, bir terör ortamı kurmuş; ve büyük ekseriyetle Cumhurbaşkanı seçilerek paçayı kurtarmıştır!.. Bu operasyonda 1.Ordu Kumandanı Ali Fuat Cebesoy'un büyük etkisi olmuştur. Ali Fuat Paşa, bazı kimseleri, bu arada Mareşal Fevzi Çakmak'ı ziyaret ederek örtülü şekilde tehdit etmiş, İsmet'in Cumhurbaşkanlığı'nı sağlamıştır!

1938'de İsmet'in paçayı kurtarması demek, 35 yıl daha memleketin başına dert olması demekti!..Öyle de olmuştur... Başta Şükrü Kaya olmak üzere bu olaya şahit olan kişilerin hatıraları da çalınmış, satın alınmış, yok edilmiş, gerçekler gözlerden uzak tutulmuştur!..Harp Tarihi arşivlerindeki belgeler tahrif ve imha edilmiştir!..

İsmet kısa zamanda gerçek yüzünü ortaya koymuş, Avrupa'daki "diktatör yöneticiler" modasına hemen kapılmış ve kendisini "milli sef" ilan ettirmiştir!..(26.12.1938).

Düşünün bir kere!.. Haçik namlı, TÜRK olmadığını ima eden biri, TÜRK MİLLİ ŞEFİ!.. Bu milliyetsizin MİLLET'e neler ettiğini anlatmaya dil yetmez!..

İsmet göreve gelişinin hemen arkasından paralardan ATATÜRK resmini kaldırttı, kendi resmini koydurdu!.. Kendi heykellerini diktirdi. ATATÜRK'ün hiç yapmadığı bir şeyi başlattı...Bayram törenlerini heykeller önündeki saygı duruşlarına çevirdi!.. Böylece gerçek ATATÜRKÇÜ anlayış ve düşünceyi unutturup, anlamsız seromonileri "atatürkçülük" diye yutturdu!..

İsmet Paşa TÜRK OCAKLARI'na kayıtlı idi!.. Duyan da onu ateşli bir TÜRKÇÜ sanır... Halbuki ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ'ni hiç uygulamadığı gibi, milliyetçilere de etmediği eziyet kalmamıştır!.. Onları tabutluk denilen hücrelere kapatmış, işkenceden geçirmiştir... Üstelik bu kişiler hiç bir terör olayına karışmadıkları, herhangi bir olay çıkarmadıkları halde!

TÜRKİYE, 2. Dünya harbine kadar bütün dünya devletleri ile normal siyasi münasebet kurmuş, ancak bir ittifak içinde yer almamıştı... Sovyetler Birliği ile dosttu... Balkan Paktı ve Sadabat Paktı ile de komşularıyla olan ilişkilerini düzene sokmuştu... TÜRKİYE'nin kendine BATI'da müttefik araması, İsmet Paşa'nın tercihidir, ATATÜRK'ün değil!.. Sovyetler ile arasının bozulmasına sebep İsmet Paşa'dır, ATATÜRK değil!..

Stalin 28.6.1945'de TÜRKİYE'den toprak talebinde bulundu... Buna göre Kars ve Ardahan Sovyetler'e verilmeli ayrıca Boğazlar'da kontrol hakkı tanınmalıydı... 1925 TÜRK-Sovyet saldırmazlık anlaşmasının yenilenmesi için bu hususlar şart koşulmuştu!.. İsmet Paşa bunun üzerine BATI ile yakınlaşmış, yeni kurulan Birleşmiş Milletler Teşkilatı'na girmi; ancak esas ittifakı 1951'de NATO'ya giren Menderes kurmuştur... Menderes 1949'da kurulmuş olan NATO'ya alınmak için 1.7.1950'de, yani ayağının tozu ile Kore'ye asker göndermişti!..

İsmet 1939'da başlıyan 2. Dünya Savaşı ile bocalamaya başlamıştı... Dönemin Fransız Büyükelçisi, TÜRKİYE'nin Mayıs 1939'da dahi BATI'ya yönelik bir ülke olmadığını şu sözlerle anlatır:

- " Paris'tekilerin İnönü'nün Avrupa işlerine sırtını çevirmiş, sadece Sadabat Paktı'na önem vererek ülkesinin Arap dünyası ile ilişkiler kurmaya çalıştığını ileri sürmelerine üzülürdüm."

Bilindiği gibi Sadabat Paktı, 1937'de ATATÜRK tarafından BATI'ya karşı arkamızı emniyete almak için kurulmuştu... Yani o tarihte dahi BATICILIK yoktu!..

Ne yazık ki, Fransız Elçisinin yukardaki sözleri sarfettiği günlerde, General Weyland'ın ziyaretinden sonra, Fransa ve İngiltere ile anlaşmalar imzalandı... Alman elçisi Von Papen "TÜRKİYE bu anlaşmalardan vazgeçerse, veya şartlarını hafifletirse, Ankara'yla bir saldırmazlık paktı imzalayacaklarını, hatta İtalya'nın elindeki bazı EGE ADALARI'nı bize vereceklerini" bildirdi... İsmet, bu teklifi reddetti!

Biz bu tavrı "peşin bir hata" olarak yorumlarız... Eğer bu teklif kabul edilseydi, BATI'ya karşı elimizde bir başka koz olacaktı... Nasıl Almanlar BATI ile anlaşmamızı önlemek için tavizler vermiş iseler; BATILILAR da Almanya ile yakınlaşmamamız için belki bize BATI TRAKYA'yı, belki MUSUL, HALEP'i teklif edeceklerdi!.. (12)

29.5.1937'de bağımsız olan HATAY'ın TÜRKİYE'ye katılması, 12.6.1939'da gerçekleşti... TÜRKİYE buna karşılık İngiltere ve Fransa ile deklarasyon imzalıyarak, adeta bütün kozlarını oynamış oldu... Böyle peşinen İNGİLTERE ve FRANSA güdümüne girmek, TÜRKİYE'deki ilk BATI'YA YÖNELİŞ hareketidir!..

Sovyetler ile aramızda 1921 yılında yapılan anlaşmalar ve 1925 Saldırmazlık Anlaşması vardı... Sovyetler BATI ile yapılmış olan bu acele deklarasyonlara bozuldular, ancak harp bitene kadar tepkilerini göstermediler.

İsmet'in 2. Dünya Harbi politikasını "çok ustaca" bulan Şevket Süreyya dahi, bu konuda şöyle der:

" Bu deklarasyonlarda Türk-İngiliz, Türk-Fransız ittifaklarına gidileceği belliydi... Ama aynı zamanda yürürlükte olan Türk-Sovyet anlaşmalarının da paralel hale getirilmesi lazımdı!.. Yani aynı anda bir TÜRK-SOVYET İTTİFAKI'NA GİDİLMEDİĞİ TAKDİRDE, TÜRKİYE'NİN MADDİ VE MANEVİ KANATLARINDAN EN ÖNEMLİSİ AÇIKTA KALABİLİRDİ!" (2.Adam, 2. Cilt sf.121)

Ruslar aramızdaki miadı dolmuş anlaşmaları Mart 1939'da tek taraflı feshetmişlerdi ama, Ağustos 1939'da yenilerini imzalamak için başvurdular... Dışişleri Bakanı Saraçoğlu 25.9.1939'da Moskova'ya gitti... Ancak Alman ve Ruslar'ın Polonya'yı işgali, Rus gündeminde daha ağır basmıştı. Saraçoğlu'nu bir ay oyaladılar... Ruslar durumun açıklığa kavuşmasını bekledi... Çünkü Polonya işgali ortaya bir Alman-Rus ittifakı çıkartmıştı.

Hep bize "sabırlı, temkinli, kafasında kırk tilki dolaşır da, hiç birinin kuyruğu bir diğerine değmez" diye tanıtılan İsmet; her nedense acele etti!.. Heyetin Moskova'dan dönmesini bile beklemeden, 19.10.1939'da İngiltere ve Fransa ile ÜÇLÜ İTTİFAK diye bilinen anlaşmaları imzaladı!.. (13)

Üçlü İttifak ilk andan itibaren menfi tepkiler ile karşılaştı, hiç bir zaman normal ve aksaksız işlemedi!.. Harp boyunca Almanlar'ın, Ruslar'ın, hatta "müttefikimiz" İngiltere ve Fransa'nın baskılarına vesile teşkil etti!.. Açıkçası başımıza bela oldu!.. (aynı eser, sf.126)

Bizce İsmet idaresindeki TÜRKİYE'nin savaş boyunca yaptığı tek doğru hareket vardır... O da, Balkan Paktı'na girmeyen Bulgaristan'ı, Yunanistan'a (Batı Trakya) saldırdığı takdirde TÜRKİYE'nin hareketsiz kalamayacağı konusunda uyarmasıdır!.. Aynı uyarı İtalya'ya da yapıldı... Selanik'e girdiği takdirde TÜRKİYE savaşa katılacağını açıkladı... (1940) Bu, TÜRK menfaatlerine uygun bir tavırdı.

Kısa bir süre sonra Bulgaristan Almanya-İtalya ittifakına katıldı... Ancak bunun üzerine Sovyetler bize başvurup 1925 Saldırmazlık anlaşmasının yürürlükte olduğunu, hatta TÜRKİYE Almanya ile savaşa girerse, tarafsız kalacaklarını bildirdiler.

Yani Sovyetler'i safımıza çekme imkanı tekrar belirdi!.. Ama İsmet bunu değerlendiremedi... Almanlar Bulgaristan'a girince, Sovyetler bizimle yeni bir Saldırmazlık Anlaşması imzaladılar. (24.3.1941) Nisan ayında İstanbul'un tahliyesi hazırlıkları başladı... Bu arada CHP grubunda bazıları "Niye Almanlar safında harbe girmiyoruz?" diye feryat ediyordu!..

TÜRKİYE, 1941 yılında, Almanya ile de saldırmazlık anlaşması imzaladı, ama bu tavır müttefikleri ve özellikle Amerika'yı kızdırdı... Bize yaptıkları yardımı kestiler... Eğer İngiltere-Yunanistan safında savaş girersek daha çok yardımda bulunacaklarını vaadettiler!.. Almanlar da bizden "gizlice Irak'a silah ve malzeme göndermelerine izin vermemizi" istiyorlardı.

Bu anlaşmadan 4 gün sonra Almanya, Sovyetler'e saldırdı... Bu da Sovyetler'i BATI ile müttefik yaptı... İsmet, bunun, TÜRKİYE için getireceği felaketi önceden hesap edemediği için, Sovyet-Alman savaşında tarafsız kaldığını belirtti!.. Ruslar istediğinde, Boğazlar'ı başka gemilere kapatamıyacağını söyliyen İsmet; şimdi Ruslar'ın yardımına koşmak isteyen İngilizler'e, Amerikalılar'a Boğazlar'ı kapattı!.. Bunun üzerine İngilizler güneyden, Ruslar kuzeyden İran'ı işgal ettiler ve yardımın Basra üzerinden Rusya'ya ulaşmasını sağladılar... Tabii Stalin bunu da unutmadı!.. Harp sonrasında TÜRKİYE'ye çok yüklendi. Toprak talepleri bu yüzdendir.

Halbuki Amerika da Ruslar'a yardım edeceğini açıklamış, böylece bir BATI-RUS ittifakı oluşmuştu... TÜRKİYE'nin Rusya'ya yardımdan kaçınması, onu hem BATI'nın hem Sovyetler'in hasmı haline getiriyor, Almanlar'ın safına atıyordu!.. Böyle bir hata, en kötü OSMANLI idaresinde dahi yapılmamıştı!..

Aslında savaşın kaderi belli olmuştu... Napolyon nasıl Rusya'da mağlup olmuş ise, Hitler de soğuğa yenilecekti!.. Bizce TÜRKİYE bu dönemde tarafsızlığını değil, tavrını koyarak hem BATI'dan, hem Sovyetler'den, hem de Almanya-İtalyan ittifakından çok şey koparabilirdi!.. Ve sadece Boğazlar'ı açma-kapama karşılığında!.. Ama her zaman olduğu gibi İsmet gene yanlış safta idi, yanlış işler yapıyordu.

Japonlar Pasifik'te azgınlaşınca, Amerika İngiltere ile Atlantik Beyannamesi'ni imzaladı... Bu hem Amerika'nın kendi içine kapanık siyasetinden vazgeçmesi, hem de NATO'nun temelinin atılması demekti.

****

> İÇİNDEKİLER< > İSMET PAŞA MUAMMASI - 4 <> İSMET PAŞA MUAMMASI - AÇIKLAMALAR <

BİTLİS MAKASININ İHANET BIÇAKLARI;

Günümüzün "KALPAKLI ATATÜRKÇÜSÜ" Yalçın KÜÇÜK (=Ermenice Bogos,Yunanca Paulous İngilizce Pavlus demektir.Hıristiyanlığı Anadolu'da yayan Aziz Pavlus'a(Küçük'e) atfen dönme Ermeni ve Rumların kullandığı bir soy addır.)
Bu video da Bitlis'li dönme Ermeni İsmet İnönü'nün Alevi maskeli dönme Ermeni kanadının ihanetini göstermektedir.


Yalçın KÜÇÜK "OPERASYONU APO'YA BİLDİRMEMİ DEVLET İSTEDİ"


Bu video,ihanetin İngiliz düzenlemesi Kürt Vehhabiliği olan "Bitlis'li dönme Ermeni Said-i Nursi'nin "NURCU" kanadının ABD-AB bağlılığının kanıtıdır.


Bu video,ihanetin İngiliz düzenlemesi Kürt Vehhabiliği olan "Bitlis'li dönme Ermeni Said-i Nursi'nin "NURCU" kanadının ABD-AB bağlılığının kanıtıdır.