Blog başlığındaki "+40" UYARISINI GÖRDÜNÜZ MÜ?

Ey Türk Milleti!
Birinci vazifen seni İslamcılık ve Türkçülükle benliğinden koparan, Araplaştıran din, devlet, ticarette sana yer vermeyen, seni küçük dereceli askeri görevlere vererek ölüme süren, sana hocalık, başbuğluk eden hainlere giydirdiğin tacı geri almaktır. Bunu yapabilmen için seni uyandıracak her türlü bilgi ve belge mevcuttur. Ya özgürlüğünü kazan ya da öl. Kölelikle atalarının kemiklerini sızlatma. Arap Rumların ırkçı kinci ensest sapık dinlerinden çık. Kurtuluşun başlangıcı burasıdır. Aklen kurtulmadıkça saltanatın da olsa kölesindir unutma. Sen özgür birey olmadıkça kardeşliğin önemi yoktur. Devletin her yüksek kademesine göz dik yerini al. Tırsma. Çabala, savaş ve kazan! Birlikte yaşadığın kavimlerle kardeşlik o zaman daha güzel olacaktır. Alaeddin Yavuz

Tarih boyunca atalarımız günümüzdeki kadar, her türlü bilgiye ulaşabilecek böyle bir çağ yaşamadılar.

Bizler tümünden şanslıyız. Buna dayanarak, blog içerikleri binlerce yıldır doğru bilinenleri sorgulamaktadır.

Tedbir olarak yanınızda sağlık ekibi bulundurunuz veya çıkınız! +40 :))

İster bu bloğda, ister okulda, camide veya başka yerde hiçbir yazılanı, öğretileni “sorgulamadan, araştırmadan” doğru kabul etmeyiniz!

Blog yazılarının telif hakları-copyright © “adilyargic; adilyargicc; keykubat.blogspot.com ve keykubat.blogcu.com” rumuzlarıyla yazan Alaeddin Yavuz’a aittir.


Vatan-Millet davası,hiçbir kurum veya kuruluşa havale edilemez, milletçe sahiplenilmedikçe hiç bir dava milli değildir.
Davasına sahip çıkmayan halk da millet değil sürüdür. Adilyargıç/Keykubat.

Yazılarımı ırkçı, etnik,dini ayrımcı bulanlar, Atatürk'e yapılan 26 Kürt isyanı, 25 suikastın arkasında ve 30 yıldır, 50.000 insanımızın ölümünde Kürt Yezidiliği ardında saklanmış gayrimüslüm azınlıkların olmadığını ispatlasın.

Hala okumak istiyorsanız buyurunuz.

Saygılar, sevgiler!

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

14 Nisan 2014 Pazartesi

Kafesin Saka Kuşları

Kafesin Saka Kuşları

"Adilyagic'in Notu (Alıntı yazı);
Ben yazmaya başladığımdan beri yazan, adeta benim DNA kopyam olması yetmiyor ayrıca Ruh ikizimgibi de birebir ortak düşünce üreten bu arkadaşımı tanıma şansım olmadı. Ama ilk defa ona ait bir yazıyı severek paylaşıyorum.

Çünkü, kızım öldüğünden beri son "14" aydır kendimi vererek yazamıyorum. Ama Zahide Uçar hanımefendi kalbimden ve ruhumdan geçenleri öyle güzel örneklemiş ki, öyle yapmış
Geriye sadece okumak kalır."
Buyurunuz;

Ülkenin Kolon Direkleri Nasıl Yıkıldı?

Doğada özgürce kanat çırparken saka-ispinoz gibi kuşların tuzağa düşürülüp ticari meta haline nasıl getirildiğini biliyor musunuz?
İspinoz kuşları kafeste
Bir saka kuşu kafese konarak kuşların tuzağa düşürüleceği bölgeye götürülür. Dikenler, çalılar arasına saklanır. Kafesteki saka kuşunun ötüşüne aldanıp çevresine gelen saka ve ispinozların yakalanması için bir ağ kurulur. Tuzağı kuran ağdan uzaklaşarak görünmeyecek bir yerde sessizce beklemeye başlar. Kuşlar gelip çalılara konduğunda ağ çekilir. Kuşlar içinde kalır. “Erkek kuşlar öttüğü için” alınır, ötmeyen dişiler bırakılır. Ele geçirilen kuşlar artık kuşçuların kafeslerinde sahibinin eline bakan, kanatları esir, kendi sesi kendine düşman olmuş minik bir köledir.

Hedef ülkelerde de sistem aynı şekilde işler. Zeki, hitabet yeteneği olan insanlar ele geçirilir. Yetişmesi, önemli yerlere gelmesi sağlanır. Hele bir de aile köklerinde devlet ile yaşanmış nahoş durumlar varsa, kozanın çok daha çabuk gelişmesi sağlanır. Yaralar kaşınır. Devletine düşman, kendi değerlerine yabancı, küresel beyinli bir kafes kuşu yetiştirilir. Bu kafes kuşları siyasetten üniversitelere, tiyatrodan sinemaya, bürokrasiden istihbarata, basından araştırmacı yazarlığa kadar her alana yerleştirilir. Yerleştirilmeleri de kolay olur. Geneli temelden ele alındığı için donanımlı yetiştirilir. Kimilerinin eline yazılmış kitaplar verilir. Basında kafes sakaları tarafından parlatılır. Ne yazdıklarını anlamasanız bile, artık onlar ülkenin en çok öten kafes kuşlarıdır. Kafesin etrafına ne kadar kuş toplanırsa, tuzağa düşen de o kadar çok olur.
Ülkemize musallat edilen 21. yüzyılın Sakası, ispinozu. 
Hem genç hem yetişkin kadınların idolü oldu.

Türkiye bu sistemin çok iyi kullanıldığı ülkelerden biridir.
Önce Kemalist görünümlü saka kuşları yerleştirildi ülkenin her yerine. Kafesi göremeyen Kemalistler düşürüldü tuzağa. Batıcı olmayı Atatürkçülük diye pazarladılar. Batının pazarına düşen andavallar sardı her yeri. Etten, kemikten, ülkesine aşık Mustafa Kemal Atatürk gitti, yerine mitolojik bir tanrı geldi. Yunan mitolojisinden fırlayan Savaş Tanrısı Ares’in misyonu yüklenerek heykellere hapsedildi. Oysa Mustafa Kemal savaşın kartalı, barışın güverciniydi. Yüksek insani değerlerle donanmıştı. Mitolojik bir kahraman olarak heykelleşti ama yaşamın içinden de söküp çıkarıldı. İlk operasyon işe yaramıştı. Medeni olmayı Batıcılık sanan, kendi kültüründen uzaklaşan azımsanmayacak sayıda bir nesil yetişti. Eğitimden milli ekonomiye, bağımsız dış politikadan milli savunmaya kadar Cumhuriyetin hedefleri ray değiştirdi.

Emperyal sistemin üretim hatası olarak(!) sürekli boy veren milli-Kemalist nesillerin önü görünmeyen bir el tarafından sürekli kesildi. Tuzağı ihbar edenler faili meçhule yazıldı. Siyasetin temizleyemediklerini de her on yılda bir yapılan darbeler sayesinde kafeslenmiş paşalar temizledi. Her darbe yüzlerce milli subayın tasfiyesi ile sonuçlandı.

İki Mustafa’ya operasyon yapılıyordu. Milli kahramanınız, devletin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e operasyon yapılarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti tartışmalı hale getirilecekti.
İkinci operasyon Hz. Muhammed ve tebliğ ettiği dine yapıldı. Kafesin Cübbeli, takkeli kuşları öttükçe etraflarına üşüşen özgür kuşlar kafeslendi. Kur’an duvarlara asıldı. Okunması adeta yasaklanırken; yüzlerce bidat, Yahudi mistiği Kabala öğretisi din diye ortalığa saçıldı. Tarikat, cemaat önderi görünümlü kafes kuşları öttükçe, “tekkeler-yurtlar” tuzağa koşan kuşlarla doldu. Kafeslenerek vatansızlaştırıldılar. Hedeflenen yenidünya düzenine uygun birer malzeme haline geldiler.

Kafes kuşu siyasi İslamcılar öyle çok öttü ki, tabuta son çiviyi çakmaya hazırlanan küresel şirketler ülkemizde açıktan operasyon yapmaya başladı.
Siyasi partiler içine yerleşen kafes kuşları da partiye yakın görüşte olan vatandaşı toplayıp kontrol altına alıyordu.

Türk Milleti’nin çözemedikleri genetik kodları uyanabilir, daima bir sürpriz yapabilirdi. O nedenle Türk’e ait ne varsa aşağılanıyor, yok ediliyordu. Türk Milleti’nin hafızasını silmek için simgeleri operasyona uğratıldı. Bozkurt simgesi bunlardan biridir. Oğuz Kaan Destanı, Bozkurt Destanı, Ergenekon Destanı, Göç Destanı, Manas Destanı gibi destanlardaki ortak tema bozkurttur. Türk’ün özgür karakterini temsil eder.
Atatürk bozkurt’u devlet arması yapacaktı.(araştırmacı gazeteci Kemal Çapraz)

Maarif Vekaleti M. Kemal’in direktifleriyle Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet armasını seçmek için 1925 yılında bir yarışma açılır. Yarışmayı Namık İsmail’in Bozkurt figürlü eseri kazanır. 1927 yılında çıkarılan paralarda bozkurt amblemi ve logoları kullanılmıştır. Bozkurt soyadını Mahmut Esat’a Atatürk vermiştir. Pullarda, Ankara’nın ambleminde gene Bozkurt vardır. Bütün Türk Devletleri bozkurt figürü kullanmıştır. Kullanmaktadır.
Atatürk sonrasında Rusya’nın da baskısıyla Türk devletlerinin ortak simgesi olan bozkurt her yerden silinmiş, Atatürk’ün masasındaki bozkurt heykeli bile depoya kaldırılmıştır. Sovyet Rusya kendi içindeki Türk Devletlerinden korktuğu için ortak paydaları silmeye çalışıyordu. O nedenle her Türk Devletine ayrı bir ad vermiştir.

Operasyon daha bitmemişti. Türk Milleti’nin simgelerini ötekileştirerek yok etme operasyonu sürüyordu. Hem de fark ettirmeden. Birinin yok ettiğini nasıl olsa birisi sahiplenecekti. Bozkurt bir partinin simgesi haline geldi. Artık bozkurt simgesi bütün milletin olmaktan çıkarılmış, bir partiye mal edilerek geride kalanların zihninde yok edilmişti. Parti mensupları dışında herkes için bozkurt simgesi bir öcüydü.
Yani, işlem tamamlanmıştı.
Türk milletine unutturulan, ötekileştirilen simgelerimizi küresel çete asla unutmuyordu.
Devletlerin maddi zenginlik seviyeleri üzerinde en etkili faktörlerden biri toplumun kültürel zenginliğidir.(İbrahim Candan)

Öyleyse kültürel zenginliğimiz magazinleştirilmeliydi.
Osmanlının yıkılma sürecinde Türklere ikinci bir Ergenekon yaşatılmak istendi. Başaramadılar. 2007 yılında siyasetin, medyanın saka kuşları kullanılarak Türk Milletine üçüncü Ergenekon daha yaşatılmak istendi. Küresel Çete bize “unutun” dediği Ergenekon Destanı ve Bozkurt’u, manasını hiç unutmamıştı. Mesajı milli destanımızın adıyla veriyordu. Irak işgal edildiğinde de ilk işleri Irak halkına ait simgeleri yok etmek olmuştu.
Fizik kuralıdır. Her etki mutlaka bir tepki doğurur. 

Türk Milletine yaşatılmak istenen üçüncü Ergenekon tertibi büyük tepki aldı. Yeniden milli bir uyanışa sebep oldu. Darda kalan millet yeniden köklerinin nemine sarıldı. Vatan paydasında birleşme başladı. O zaman bu kesimi de kontrol edecek bir kafes kuşuna ihtiyaç vardı. Ulusalcılar, milliyetçiler gibi konuşacak(ötecek), milli güçleri ağın içine toplayacak bir KUŞ(!).. Evi yanan bu tuzağa koştu. Sözü olup söyleyemeyen bu tuzağa koştu. Ergenekon tertibine yakalananların bir kısmı bu tuzağa koştu. Dayatılan yeni Sevr’in, bölünmenin karşısında durdukları için esir alınanlar, bebek katiline af isteyenlerin ağına takıldı.

TGB çok güzel başladı. Pırıl pırıl bir gençlik çıktı ortaya. Eğitimli, akıllı, dikkatli… Siyasal İslamcılar Soros’un sivillerini çıkardı karşılarına. Öncüleri Gül tarafından Cumhurbaşkanlığında ağırlandı. Bu durumu gören milli unsurlar daha bir sahip çıktı TGB’ye… O da ne? Bir de baktık TGB’nin boynuna İP geçmiş. Sloganlar bir anda değişiyor. 19 Mayıs Gençlik Bayramını “küresel bayrama evirecek” bir sloganla çıkıyorlar ortaya. Kürt-Türk kardeştir diyerek, bölücü bir slogana imza atıyorlar. Bu gençleri yönlendiren kafes kuşları işini iyi yapmıştı(!).. Ve ne gariptir ki, bu süreçten sonra Soros’un sivilleri birden sırra kadem basıyor(!)… Neden acaba(!)?.

Ergenekon, Balyoz, Casusluk gibi kurmaca davalar sayesinde milli direnç noktaları tespit edildi. Milli direnç noktalarını kırmak için sahte Atatürkçüler öncü rolünde piyasaya sürüldü. “Halklara özgürlükten” Atatürkçülüğe hızlı bir geçiş yaparak, bağımsız her milli unsura çengel atıldı. Aralara sıkıştırılan “Kürt-Türk kardeştir” sloganı gerçek niyeti apaçık ortaya seriyordu. Türk bir milletin adıydı. Oysa Kürt bir milletin içindeki etnik bir yapının adıydı. Bir milletin karşısına etnik bir adı koyarak milletleştiriyorlardı.
İstihbarat haberciliği yapan ekip, 2013 yılı sonunda Öcalan’ın sorgulandığı kasetleri gazete ve televizyonunda yayınlamaya başladı. Operasyon başlamıştı. 18 Aralık 2013 günü yazdığım “KOL-BASTI(!)..” başlıklı yazımda haberi kısaca şöyle yorumlamıştım:

“Aydınlıkçılar, İP’liler durur mu? Büyük resme bir yerden girmeye çalışıyorlar. Öcalan’ı PKK’nın gözünden düşürmek maskesi altında; uyuşturucu baronu sapığı masumlaştırıyor. “Öcalan’ın açıklamalarını yayınlıyoruz” bahanesi ile Türklere hizmet eden bir Öcalan figürü ortaya çıkarılıyor. Tam da bu günlerde AİHM’de Öcalan için yeni bir karar sürecine geçiliyor.”
Bu kısa yoruma çok kızdılar. O gün kimseye cevap yazmadım. Zamanın az kaldığını, açıklamanın asıl sahiplerince yapılacağını tahmin ediyordum. Yapıldı da. Perinçek gerekli açıklamayı yaptı(!).. Cüneyt Özdemir’in 5N1K programında genel af istedi. “Kanunlar herkese uygulanır, Öcalan’da çıkar” dedi.
Aydınlık gazetesinde Öcalan’ın açıklamaları neden yayınlandı şimdi anladınız mı?

Sorgulamada Öcalan yalakalık yapıyor. Devletime hizmet etmek isterim diyor. Bu bilinmeyen bir durum değil ki. Yakalandığında “fırsat verilirse devletime hizmet etmek isterim” dediğini herkes biliyor. Tabii PKK da…
Yayınlanmasını nasıl lanse ettiler? PKK ve Kürtler’e Öcalan’ın gerçek yüzünü gösteriyorlardı değil mi? Oysa Öcalan’ı PKK da, Kürtler de herkesten iyi tanıyor. PKK ele geçmiş, içeri tıkılmış bir lideri olan örgüt olmaktan çıkmak için, güçlü görünmek, devlete diz çöktürdüm demek için Öcalan’ı dışarıda istiyor. PKK uluslararası alanda güç gösterisi yapmak için Öcalan’ı dışarıda istiyor. Öcalan dışarıda olsa belki de önce PKK temizler. O zaman asıl amaç ne?

Siz Türk tarafını ikna etmek için bu yayını yaptınız. Devletine hizmet etmek isteyen bir Öcalan resmi, AKP’nin Öcalan ile yaptığı pazarlıkları halk nezdinde haklı çıkarır. Millet Öcalan üzerinden PKK’nın raptu zapt altına alınabileceğine inanır. Yani operasyon Türk Milletineydi. Hepsi bu.
Örgütlü mücadele diye bağıranlar, örgütlü ağların nasıl düğümlendiğini de izah etmelidir artık.
Milli, dini, ulusal… Her sahaya kafeslerde saka kuşları kondu. Onlar ötüyor. Öttükçe özgür kuşları tuzağa çekiyor.

Bir de sağda-solda hiçbir gruba yakalanmadan mücadele edenleri kontrol altında tutmak isteyenler var. Herkes çok dikkatli olmalıdır.
Ordu yeniden yapılandırıldı. Milli refleks zincire vuruldu. Meclis dumura uğradı. “Özel Güvenlik Şirketleri” vasıtasıyla ülkede bilmediğimiz sayıda silahlı bir yapı oluşturuldu. Bu güvenlik şirketlerinin birçoğunun sahibi yabancıdır. İçlerine Hizbullahçılar dahil, birçok yasa dışı militanın sızdığı söyleniyor. Ve yakında “paralel” yapı bahanesiyle büyük bir operasyon geliyor. Operasyon ve çökertilme sırası emniyette… Yeniden dirilen milli güçlerde. Bu konuyu da yeni yazımızda ele alacağız.
Cengiz akınları Selçukluyu 1250' lerde yıkar, 
bu kadar Türk devleti kurulur
“-Bizim milletimiz, milliyetinden tegafül etmenin çok acı cezalarını gördü. Osmanlı İmparatorluğu dahilindeki milliyeti muhalif, hep milli akidelere sarılarak, Milliyet Ülküsünü kuvvetiyle kendilerini kurtardılar.” (Gazi Mustafa Kemal Atatürk)

Çıkaracağımız ders: Bütün millete ait değerler bir gruba, bir partiye mal edilemez. Mal edilirse millet o değerler üzerinden tuzağa düşürülür. Ötekileşen simgelerimizin, değerlerimizin operasyona uğraması kolay olur. Dinimiz, milli simgelerimiz, milli değerlerimiz kimsenin tekelinde değildir. Bu millete aittir.
Milletçe kendi değerlerimize, geçmişimize, kültürümüze sahip çıkarsak, köklerimiz üzerinde ülkemizi yeniden inşa edebiliriz.


Zahide Uçar

10 Nisan 2014 Perşembe

SELEFİLİK VE GÜNÜMÜZ SELEFİLERİ

YAZIDAN ÖNCE UYARI;

Hiç kimse, doğuştan sahip olduğu dini, ırki kimliği yüzünden suçlanamaz, aşağılanamaz. Hiç kimse de bu sebeplerle kendinden olmayanlara düşmanlık edemez. Bu yazım da diğer yazılarım da "bu sebeple kendinden olmayanlara düşmanlık edenleri" teşhir etmektedir.

Bu diplomanın başlığına iyi bakın.  İşte "Selefilik" böyledir. Bunlar, "Müslüman olduk" deyip İslam toplumunun üyesi sayılmışlardır ama Kur'anın Tevbe suresinde dediği gibi "kalplerine iman yerleşmemiş" olan müşriklerdir.
Kendine Müslüman diyen müşriklerin başında "Allah'la konuşan 20 kişiden biriyim. 65 milyondan 5 milyonu cennete gidecek"  diyen İskender Evrenesoğlu adlı sapkın kişi vardır. Televizyonda canlı yayına Allah ile görüşüp şakirtlerinin imanlarının onaylanıp onaylanmadığını bildirmektedir. Hatta "University of Allah" (Allah Üniversitesi Tıkla" adlı bir üniversite kurup, 100 BAD dolarına diploma vermesi, hatta bütünleme sınavları da yapması de basına haber olmuştur.

Bu insanların ülkemizdeki temsilcisi olan ve Mısır Müslüman (Müşrik) Kardeşler örgütünün destekçisi, sırasıyla kendisini "Asrın peygamberi", "Mesih" ve sonunda Düzce Milletvekili Fevai Aslan'a "Allah ilan ettiren Recep Tayyip Erdoğan'ın AKP'lileri, onları eleştirdiğinizde size anında "Müslüman insanları eleştirerek İslam düşmanlığı yapıyorsunuz" diyerek anında sizi din-i İslam düşmanı ediverirler.
Usta tartışmacı değilseniz, uygun cevap veremediğinizde tartışmayı kaybetmiş sayılırsınız.
Siz istediğiniz kadar Müslüman olun. Tayyipçi değilseniz Müslüman değilsiniz. Aynen IŞİD siyaseti.
AKP,ülkemizde, Selefi, Yahudi-Vehhabi siyasetinin temsilcisidir.Hiç bir Müslüman, bir siyasinin Allah olduğuna inanmaz ve bunu iddia edeni de onaylamaz.
İşte, bozguncu Selefiliği bu açıdan okuyunuz.








Selefilik Nedir

Sünni/Hanefi Osmanlı şeyhülislamlarının ve ardılı olan cumhuriyet dönemi Diyanet İşleri Başkanlarının yazdıkları kitaplara göre “Selefilik” diye bir mezhep yoktur.

Ancak, Selefilik, dini yorumlama şekillerinden birisidir. Bu da, İslam dininin yorumlanmasına Tasavvuf, Hristiyanların tasavvufuna da Teoloji denir.
Selefi Örgüt IŞİD

Tasavvuf ihtiyacı, İslam , peygamberin ölümü sonrası, dinin peygamberinin amcası ve dininin düşmanı olan Ebu Süfyan ve soyu olan Süfyanilere geçmesi üzerine, dinin, ”okuryazarlığı yasaklayan, dini sadece ruhbanların ve onların soyundan gelenlerin bileceklerini öğütleyen” eski putperest Mecusilik, Sabilik değerleriyle karıştırılarak açıklanması da sayılabilen ilk yorumlama şeklinin adıdır.

Süfyani Emevi hanedanının çöküşünden sonra ortaya yeni düşünce tarzları çıkınca onlar da kendilerini evrimleştirerek sınıflandırmışlardır.

Bunların sekizinci yüzyılın ortalarına kadar olanlarına “Birinci Selefiler”, bu tarihlerden sonra aklı biraz daha öne çıkaranlarına “ikinci Selefiler”, üçüncüleri de, 18. yy başlarında İstanbul’a gelen, Kars’lı Safii bir imamdan el alarak Ahmet adını alarak gittiği Basra’da Sabi kökenli din ulemalarından ders almaya gelmiş Necd çölleridnen gelmiş, Selefi Mehmet Abdülvehhab’ı kandırarak Vehhabilik dinini kurduran İngiliz rahip ajanı Hamper’in dini Vehhabilik(Tıkla), ondan doğan Hintli Ahmed Kadıyani’nin Kadıyaniliği (Kadıyanilik daha eskidir, bu Ahmet de adını ondan alır), İran’ın 19. yy. da çıkan Bahailiği, Mısır’ın Cemalettin Efganiliği, Kürtlerin Nurculuğu, Gregoryen Ermenilerin Gülenciliği ve bunların yazar çizer tayfalarıdır. Bunlar apaçık Mason localarının üyeleri, dini bozan, insanı dinden imandan edenlerdir.

Tasavvuf yolunun ikincisi Maturidilik(Tıkla), üçüncüsü de Eşariliktir(Tıkla).


Konumuz Selefilik olduğundan diğer ikisini kısaca açıklarsak;

Maturidilik, İmam Ebu Hanife’nin yolundan giden Özbekistan Semerkant şehrinin Maturid kasabasında doğmuş, Muhammed bin Mansur el Semerkandi El Maturidi El Hanefi tarafından kurulmuş, en akılcı İslami tasavvuf okuludur. Bu yüzden kurduğu tasavvuf akımı da onun adıyla anılır.

Bu düşünce akımına göre, sorunları çözmekte esas kaynak Kur’an’dır, onu hadisler ve kıyas takip eder. İman da, kalp ile inanmak ve dil ile söylemektir. Kişinin, kalbindeki imanı ile yatıkları farklı olabilir ve günah işleyen kimse, kalbindeki imanını bozmadıkça dinden çıkmış sayılmaz. Talak Suresi 11. ayette geçen “Allah’a iman eden ve yararlı iş işleyen” ayrımına dikkat çekmektedir. Günah ve sevap da zaten bunun için vardır.

Eşarilik, imam Ebu’l Hasan El Eşari tarafından 935’te kurulmuş, Irak, Suriye, Mısır ve Fas’ta yaygındır. Selefilik ile Maturidilik arasındadır. Dine kayıtsız şartsız imanı esas olan bu anlayış, Selefilerin gericiliğinden iyi, Hanefi Sünnilerin akılcılığından geridir, ortadadır. Dinden ve şeriatten haberi olmayan insanı dinen sorumlu tutmaz. Bu da okuryazarlığın, kitabı okumanın öne çıkartılması demektir.

İslamiyetin tebliğinden önce Mecusi (Mecüc/cüce şeytanlara tapınan, Zerdüştlüğün Hicaz uyarlaması olan dinin adı) olduklarını, Kâbe’de oturan insan şekilli cüce/mecüc tanrı dedikleri Kâbe’nin Allah’ına tapındıklarını unutmuş, Türkleri “aşağılık mecüc cinlerinin soyundan gelen, cennete bile giremeyecek, kıyamette şeytanın askerleri” olarak gören Arapların, İmam Ebu Hanife ve yolundan giden imam Muturidi’nin akılcı tasavvufunu kasten görmezden gelerek, Gazze’li Rum olan imam Eşari’yi öne çıkartarak ırkçılık yaptıkları bir gerçektir.

Sayılan tasavvuf anlayışlarının tümü temellerini Kur’an ayetlerine dayandırırlar. Aşağıda ben de bu konuda bazı Kur’an ayetlerini yazıma almayı uygun gördüm. Kur’an’ın temel alınmasına rağmen dört mezhepten imamların her birinin bir diğerinin dikkat edip öne çıkarttığı Kur’an ayetini görmezden gelmesi sebebiyle dinde bölünmeler ortadan kaldırılamamaktadır.

Oysa Kur’an, “Siz Kur’anın işininze gelen ayetlerini gerçek sayıp gelmeyenleri yok mu sayarsınız. Siz büyük bir günah işlemektesiniz!” diye uyarmasına rağmen bu ayrılıklar, ırkçılık, takiyecilik ya da cehalet gibi sebeplerle sürdürülmektedir.

Gene Nahl Suresinin 23. ayeti böylelerine ne güzel ders verir de anlamazlar;

16:23. “Hiç kuskusuz Allah, onların sakladıklarını da açıga vurduklarını da biliyor. Hiç kuskusuz, O, büyüklük taslayanları sevmiyor.”

Şimdi gelelim bu Selefilere.
Selef kelimesi, Mehmet Kanar’ın Osmanlıca Türkçe Büyük Lügat, Osmanlı Türkçesi Sözlüğünde aşağıdaki gibi açıklanmıştır;

““İtikadca Ehl-i Sünnet Mezhebi üzerinde olan Sahabe ve Tâbiîn'in gittikleri yol. Ve bu yolda giden fakihler, muhaddisler ve bu mezhebden olanlar. * Cenab-ı Hakk'ın varlığında ve diğer hususlarda Kur'an-ı Kerim aşikâr ne söylemiş ise aynen kabul edenler. Bunlara "Eseriyye" de denir.””

Dini anlamı dışında “heyet” anlamına gelir. “Halef” yani “yerine bakan” kelimesinin de karşıtıdır.

Peygamberin ölümünden sonra din işlerine bakan devlet başkanlarına “halife” denilmiştir. Bu açıdan bakıldığında, Selefilerin, peygamberin bıraktıkları mirasın “halefileri”, onun koruyucuları olmayı kabul etmedikleri de düşünülebilir.
Bu tasavvuf anlayışı, Kur’an ayetlerini esas ilke kabul etmesi bakımından değerlendirildiğinde doğru bir mezhep olarak kabul edilir. Ama, Allah’ın emirleri olan Kur’an ayetlerini (cümlelerini) akıl yürüterek yorumlamayı ret etmesi bakımından ise gericidir.

Çünkü, Kur’an ayetlerinin akıl ile yorumlanamayacağına, akıl ile anlaşılamayacağına hükmederler.
Akıl ile Kur’an’ın anlaşılamayacağını savunmak ise Kur’an’a aykırıdır. Çünkü, Kur’an ilk emri “Oku/İkra” dır.
Peygambere ilk vahyedilen sure “İkra” diğer adıyla da “Alak Suresi” dir. Alak Suresi Yaşar Nuri mealine göre ilk beş ayet ayet şöyle der;
96:1.””Yaratan Rabbinin adıyla oku/çagır!
96:2. İnsanı, embriyodan/ilişip yapışan bir sudan/sevgi ve ilgiden/husûmetten yarattı.
96:3. Oku! Rabbin Ekrem'dir/en büyük cömertligin sahibidir.
96:4. O'dur kalemle ögreten!
96:5. İnsana bilmedigini ögretti...”

Bu ayetler Hicaz Araplarından “okuryazarlık yasağını” kaldırmış, onları Yahudi ve Hristiyanlar gibi “Kitap Ehli/Kitap okuyan” seçkin kavimler arasına sokmuştur.
Okuma konusunu geçtikten sonra da “aklı kullanma, akıl yürütmeyi” emreden Kur’anı tanıyalım.
İçkinin güzel bir rızık olduğunu anlatan Kur’an’ın 16. suresi olan Nahl Suresi 67. ayeti ise içkinin nimetlerinin anlaşılabilmesi için “aklı olanlara” seslenmektedir. Okuyalım;

16; 67. “”Hurmalıkların meyvalarından, üzümlerden de sarhos edici bir içecek ve güzel bir rızık elde edersiniz. İste bunda, aklını isleten bir topluluk için kesin bir mucize vardır.””

Bu ayet gereğince, Müslümanların çoğu, içkiyi “içmeseniz daha iyi olur. Kötülükleri faydasından çoktur” diyen Bakara 219. ayeti indikten sonra da içmişlerdir. Halen de bu ayete göre içenler çoktur. Çünkü Allah’ın ilk verdiği emir tartışılmaz, diğerleri, Ömer ve Muaz gibi Sabilerin içkiyi yasaklayan mezheplerinden olanların peygambere gelerek “İçki aklı gideriyor, Allah’a tekrar danış, bizi içki konusunda aydınlatısn” şeklinde baskı yapmalarından sonra indiğinden, akılcı Müslümanlar bu ayetleri “siyasi” bulurlar.

Oysa bu ayet içkiyi överken aklı kullanmayı da öğütlemektedir. Aklı olanlar doğrusunu anlarlar zaten.

Kur’an’da “aklı öne çıkartan, akıl kullanmayı öneren daha bir çok ayet vardır.
Aynı Surenin 11. ayetinde de “derin düşünmeyi” yani kafa yormayı, tasavvufu över;
16: 11. “O suyla sizin için ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve her çesitten meyvalar bitirir. Hiç kuskusuz, bunda, derin derin düsünen bir toplum için gerçek bir mucize vardır.”
Hatta, Kur’an “aklı olmayanları, kararlarını uygulama şansı olmayan köleleri” dinen sorumlu da tutmaz. Bu ayetlerin tümünü vermeye kalkışsam yazı konusu dışına çıkacağından bu kadarı yeterli görmekteyim.

Durum böyleyken selefilerin “akıl yürütmeyi, akılla düşünmeyi, aklı kullanmayı” men etmeleri ya da geri bırakmayı şart koşmaları Kur’anın mantığına terstir.
Selefilerin yoluna girerek Kur’an’da Allah’ın emrilerini okuyup öğrenmesi,aklı ile yorumlaması yasaklanmış olan müminin, Allah’ın emrilerinin ne olduğunu bilmesi engellenmiş olmaktadır.

“Allah’ın emri böyledir” diye fetva veren din adamlarının gerçekten Allah’ın emrini mi yoksa, işbirliği yaptıkları, kendilerine iyi bir dünya hayatı yaşama olanağı sağlayan başta hükumetler dahil, dahili, harici meçhul güçlerin istedikleri mi olduğunu da bir müminin ayırt etme şansı kalmayacak, din adamı denilen, sarığı, cübbesi içindeki ilmi kendinden menkul zatın sözlerini esas alacaktır.

Yukarıdaki ayetler Selefilerin aslında Kur’an ayetlerinin öğrenilmesini yasaklayan, dinin, başta İkra/Alak Suresindeki Allah’ın emirlerine karşı gelenler olduğunu bize göstermektedir.

İşte, selefilerden olan, 1979’da derin NATO teşkilatınca İran’da yapılan “sahte devrimin” başına, Fransa’da eğitildiği ortamından kaldırılıp getirilen Ayetullah Ruhullah Humeyni de böyle bir kişiliktir ve her şeyiyle Kur’an dışı bir kişiliktir.

Adamın kendisine aldığı çakma adları bile, putperestlik döneminde yaygın olarak inanılan, tanrının insan bedeninde yaşadığı ve bedenin öldüğünde tanrının da öldüğü, belirli bir zaman sonra bir çocukta mucizeleriyle göründüğü inancının adı olan “Ölen Tanrı” kültüne uygun olarak özellikle alındığı ortadadır.

Şöyle ki, ilk adı olan “Ayetullah” ayet ve Allah kelimelerinin bileşimidir ve “Allah’ın kelamı, sözü, Kur’an ayeti” demektir. Bu sıfattan anlaşılması gereken Humeyni adlı bu adamın adamın her dediği “Allah’ın sözü” dür, anlamına gelir.

Diğer adı olan “Ruhullah” ise Ruh ile Allah adlarının bileşimidir ve “Allah’ın ruhu” demektir. Yani, Humeyni denen adamın sözü “Allah’ın sözü” ruhu da “Allah’ın ruhu” olan, “ölümlü bedende yaşayan bir tanrıdır”.

Yani, doğurulmuş, doğmuş, yiyen, içen, giyinen, şehevi ve yiyecek içecek gibi insani, hayvani ihtiyaçları olan bir tanrıdır.

Bu kavram karmaşasını, peygamber Muhammed’e iki kızını vererek, iki kez kayın babası olmuş olan, İslam’ın ikinci halifesi olan Hazreti Ömer’e peygamber Muhammed’in hilafeti/imameti vermeme olayında da tanık olmaktayız.

Peygamber Muhammed ölüm döşeğindeyken Ömer de savaşa giden İslam ordusundadır. Yoldayken gelen peygamberin ölüm döşeğinde olduğu haberi üzerine ordu geri dönme kararı alır. Dönerken yolda, Ömer, peygamberin Kur’an ayetlerinden birisini yanlış tefsir ettiği için tekrar insan kılığında aralarına döneceğini ve kendilerine önderlik edeceğini iddia eder. Bu iddiası tamamıyla İslam’ın düşmanı olan müşriklerin, kâfirlerin eski dinine göre peygamberi “yaşayan/ölen tanrı” kabul ettiğine işaret ettiğinden öteki komutanlar Ömer’e karşı çıkarlar.

Ömer bu iddiasında ısrar edince kılıçlar çekilir. Ordunun komutanı kavgayı ayırır ama Mekke’ye dönüldüğünde Ömer aynı konuşmayı peygamberin ölümü beklediği evinin önünde topladığı kalabalığa yapar.

Peygamber de karısı Ayşe’den babası Ebubekir’i çağırmasını ve namazda onun imamlık etmesini ister. Görevin ağırlığını bilen Ayşe, babasının huzuru bozulmasın diye büyük sorumluluğu olan görevden onu af etmesini ister. Peygamber sonunda “Yusufun karıları gibisiniz, durmadan konuşuyorsunuz!” Diyerek azarlar ve Ömer’in harisliğini kast ederek “Bırakın haris olan öyle kalsın, Ebubekir’i çağırın cemaate imamlık etsin” emrini verince Ebubekir çağrılır, geldiğinde de peygamber imameti verir vermez vefat eder.

Kapının önünde aynı konuda konuşmalarını sürdüren Ömer’e seslenmesine rağmen Ömer onu dinlemeyince o da omuzundan kenara çeker ve cemaate seslenir;

Her kim peygambere tapıyor idiyse, biliniz ki o insandır ve ölmüştür. Her kim Allah’a tapıyor idiyse bilsin ki o bakidir, her zaman diridir” Der ve hicret esnasında mağaradayken inen ve peygamberle ikisinin bildiği ayeti açıklayarak cemaati cenaze namazına davet eder.

Bu olay gerçek Sünni imamlar tarafından her cenazeye okunan mevlide gelen imamlarca halka tekrar edilir ki ölümün ne olduğu anlaşılsın, peygamberin de ölümlü olduğuna cenazeyi anmaya gelenleri ve ailesini ikna ederek, ölümün daha kolay hazmedilmesini, dövünmeyi engellemeyi sağlarlar.

Selefilerin en çok sevdikleri halife de Ömerdir. Çünkü, peygamberin ölümünden sonra devleti ele geçiren Süfyani Emeviler, dini geriye döndürecek bu adamları dinin de devletin de başına getirmeleri Ömer ve Osman zamanında gerçekleşmiştir.

Selefiler de İslam öncesi “Mecusiydiler.” Mecusilik, İran dini olan Zerdüştlük’ün Arap uyarlamasıdır. Bu dine göre İranlılar, boyları kırk metre kadar olan insan şekilli dev cinlere tapınıyorlardı. Allah’ları olan Ahura Mazda güneş tanrısıydı ve erkekti. İranlılar bu dev cinlerin soyundan oldukları için o zamanın Yahudiler gibi “seçilmiş” kavmiydiler.

İran idaresinde olan Hicaz Arapları yani peygamberin kavmi Kureyşliler de dev tanrıların çöllere ve dağlara sürdüğü, asayişi bozan cüce şeytanlardan seçtikleri kendi tanrıları olan cüce /mecüc tanrı Allah’a tapınıyorlardı. Bu yüzden Kur’an’da ne “Allah” adlı bir sure vardır ne de Besmelede.

Besmele “Er Rahman” ve “Er Rahim” olan tanrının adıyla”” ifadesindeki “El Lah” sözü “İlah“ anlamındadır, Allah değil. Araplar Muhammed’e “Biz Allah’tan vaz geçmeyiz” diye diretince, “İster Rahman deyin ister Allah deyin, en güzel adlar onundur” ayeti de bu diretmeden sonra gelir ve “Allah” adı Kur’anda kalır.

Tevrat ayetleri İngilizce yazılmış.Lut'un kızlarıyla
birleşmesi resmedilmiş
Kâbe’ye Suriye’de yaşayan Lut peygamberin kendi kızlarıyla ilişkisinden üreyen ve adları Tevrat’a göre “babadan” anlamına gelen Moab(v)i kavmiyle akraba oldukları için, Cürmühiler zamanında getirilmiş bir bereket tanrısı heykeline Allah (El Lah) diyorlardı. Diğer adı da Hubel’di ve “hububat tanrısı” demekti. Allah’ın, Menat, Lat ve Uzza adlı üç kızı ve karısı vardı. Kâbe onların oturmaları için yapılmıştı.

Onlardan üreyen toplamı 360 olan tanrılarının heykellerinin Allah dahil 180 tanesinin putu Kâbe’nin bahçesinde bulunurdu. Diğer 180’i de Taif Nahle (Hurmalık) ovasında Uzza putunun yanındaydı.

Kabe’de bulunan oturan Allah heykelinin sağ kolu kırıldığından kırmızı akik taşından yapılan bir kol eklenmişti.

Allah'ı bu şekilde tanımlayan Araplar, kendi dini efsanelerini İran diniyle birleştirdikleri Mecusilik (Cüce cinlere tapınma) dinine inanıyorlardı. Çünkü, Arapların kitapları yoktu, tarih boyunca uyarılmamışlardı (Yasin 36:6). İran dinine göre de “köle/kamber” Arapçasıyla “mevali” sayıldıklarından dev cinlere tapınamıyorlardı. Bu yüzden de İranlılara vergi ödüyorlardı. Bu gelenek, İslamiyetle Hicaz Araplarınca da uygulandı.
İslam öncesi Kabe. Etrafında
putlarıyla resmedilmiş

İslamiyetin yayılmasıyla Hicaz Araplarından olmayan kavimlerin tümü “Surre/Rüşvet” denilen bu vergiyi verdiler. Arapların bizi sırtımızdan vurduğu Çanakkale savaşları sırasında bile bu vergiler “Surre Alayları” denilen yüzlerce deveye yüklenmiş yiyecek, giyecek, değerli taşlar, madenler olarak hacdan önce götürülür Araplara dağıtılırdı. Arapların duasını almadan cennete girileceğine inanılmazdı.

İnsan bedeninde yaşayan, ölen ve gene insan bedeninde dirilen, Manda, kara eşek, kara keçi, kara köpek gibi şekillerde de görülebildiğine inanılan Hicaz şeytanı Allah inancı İslam ile yıkılmıştı yıkılmasına ama bazıları bundan şüpheliydi.

Ömer örneğinin bir başka yansıması da Selefilerin “Allah’ın elinden” bahsedilen Fetih suresi 48:10. ayetinde geçen “Allah’ın eli” ifadesine dayanarak Allah’ın zati sıfatının insan olduğu vurgusunu da yapıyorlardı. İşte o ayet;
48:10. “O seninle el tutusup sözleşenler var ya, onlar gerçekte Allah ile bey'atlesiyorlar. Allah'ın eli onların ellerinin üstündedir. Kim ahdi bozar, döneklik ederse kendi aleyhine döneklik etmiş olur. Ve kim Allah'a verdigi sözde vefalı davranırsa, Allah ona büyük bir ödül verecektir.”

Kur’an’ın 49.ayeti olan Hucurat suresinin 14. ayeti, Bedeviler için inmiştir. Bedeviler, Mecusi ve Sabiydiler. Onlar da tereddüt içindeydiler;
İşte o ayet;
49: 14. Bedeviler: "İman ettik." dediler. De ki: "Siz iman etmediniz. Ancak 'Müslüman' olduk deyin. İman sizin kalplerinize girmemistir..."
Bu ayet aslında yeni tartışmaları da getirecek bir ayettir. Çünkü, imanı olgunlaşmamış olanlara “Müslüman” dendiğine işaret etmektedir. Neyse konuyu dağıtmayalım.

İnsan şekilli ölen tanrı kavramı, İslam hariç, Hristiyanlık dahil bütün eski dinlerdeki tanrı tanımına uyar. Örneğin, Yunan İncil’ine göre de İsa peygamber Allah’ın kendisidir.

Oysa İslam’ın Kur’an’ı, Allah’ın belirli bir şeklinin olmadığını, bizim bilgimizle onun gerçek şeklinin kavranılamayacağını, her şeyden önce var olan, evren dahi her şey yok olduktan sonra da var olup, tekrar her şeyi var edecek, hüküm gününün adil yargıcı olacak, kötülüklerin karşılığını cehennemiyle cezalandıracak, iyiliklerin karşılığını da cennetiyle ödüllendirecek bir tanrıdır. Allah’ın bu özelliklerini de içeren İslam’ın altı, İman’ın beş şartı, Fatiha ve İhlas surelerinde sayılmıştır.

“Kur’an ayetlerine bağlı ama halkın okumasını yasaklayan selefiler, Kur’an’ın Arapları “Kitap Ehli Kavim (Din kitabını okuyan ve düşüncelerini yazan)” yapmak için inmiş olmasına da muhalif olduklarını görüyoruz.

Çünkü, Kur’an’ın “Kitap Ehli” saydığı kavimler Tevrat, Zebur’un indiği Yahudiler ile bu iki kitabı da okuyan İncil’e inanan Hristiyanlardır. Yeryüzünde başka hiçbir dinde müminlerin kitap okuması söz konusu değildir. Peygamberlik gelmeden önce Muhammed’in de inandığı Sabi dini dahil bu böyledir.

Yaptığımız bu tespitler ışığında, selefilerin, eski putperestlik dinlerinin korkularını üzerinden atamamış ama Kur’an’ı da inkâr edemeyen, her iki itikadı birlikte yaşamayı ilke edinenler olduklarını söyleyebiliriz. Bunu İslam’ın devlet olarak hakim olduğu zamandaki eski Selefiler için söylemek daha doğrudur.
Günümüz Selefilerinin çoğu, Sürgün ve 

kıyımlardan kurtulmak için Müslüman olmuş, 

eski inançlarını İslamla karışık halde
tarikat olarak yaşayanlardır. Sabilik, Sabiliğe geçmiş
Yahudi, Sabi Hristiyan temelli tarikatlardır.
Rum Araplar, Ermeniler, Rumlar ve Yhaudilerden 
oluşurlar.

Bu günkü Selefiler olan İran’lı Bahaullah, Humeyni, Mısır’lı Mason Cemalettin Efgani, Muhammed Abduh’u, bu son ikisinin de selefi olduğunu söyleyen Bitlis’li Said-i Kürdi/Nursi Bediüzzaman, onun yolunda olduğunu söyleyen Fethullah Gülen de aynı putperestlik içine düşmüş, İngiltere ve Amerika’nın Mason localarında İslam ile karıştırılmış öteki dinlerin bileşimi olan putperest bir Mason İslam’ıdır.

Emerpyalist yani sömürgeci batılılar, I. Dünya Savaşı ile iki yüz yıldır gerileyerek “yarı bağımsız” hale düşürdükleri Osmanlı Devleti dahil bütün Türk, Müslüman ve gayrimüslim doğulu devletler ile Avrupa dışındaki kıtalardaki devletleri işgal etmişlerdir.

İşgal ettikleri devletlerdeki hakişm dinleri de yavaş yavaş Hristiyanlaştırarak evrime sokmuşlardır. İste son üç yüz yılın selefileri böyle dinleri halklarına benimsetmekte aracılık edenlerdir.

Halkından “okuryazarlık yasağını” kaldıran ve “Kitap Ehli Kavim” eden Kur’an’ın emirlerinin tersine, halkın ya da Arap dili konuşmayan Müslümanların Kur’an’ı kendi dillerine çevirerek okumalarının yasaklanmasının ardında halkları “Allah adıyla aldatma, soyma, sömürme, dinden imandan etme, Hristiyanlaştırma, putperest sapkın ahlaki yaşama sevk etme planları” vardır. Kim bilir belkide Müslüman milletlerin tümünün batılıların köleleri olmaları dinlerine sahip çıkamadıklarından dolayı Allah tarafından lanetlenmiş olmalarındandır. Bilemeyiz ama dine göre başka açıklaması da olamaz.

İşte bu Selefilerin dini okunamaz, anlaşılamaz, yorumlanamaz hale sokmalarını, nerdeyse her şehirde farklı bir İslam yaratımıştır. Bu farklılıkları düzene sokmak isteyen mezhepler sekizinci yüzyılda doğmaya başlamıştır. Bunun ilki de köken olarak bir Türk olan İmam Numan bin Sabit Ebu Hanife’dir. Kur’an’ı akılcı yorumlamayı savunarak bu Selefilere savaş açmış, ancak bunu da yaşamıyla ödemiştir.

Hanefilik ya da Sünnetleri de ibadete dahil ettiğinden Sünnilik olarak da bilinen mezhep, karşılaşılan sorunların çözümünde Kur’an’ın esas alınmasını,şart koşar. Zamanın şartları nedeniyle Kur’an’da yönlendirici bir ayet yoksa peygamberin sözleri olan Hadislerin örnek alınmasını, o da olmazsa, sorunu Kur’an’ın mantığı içinde, soruna benzer olayları açıklayan ayetlerle, hadislerle, peygamber zamanında uygulanan sorun çözme teknikleriyle aklı yürüterek,din dışına çıkmadan çözme tekniğidir.
Şeriat Hukuku da böyle doğmuştur.


O zamandan beri ortaya çıkan dört temel mezhep kabul edilen Hanefilik, Malikilik, Hanbelilik, Şafilik, bunlardan türeyen, her birisi İslam ile diğer dinler kadar birbirine zıt olan ve hatta biri diğerini Müslüman bile saymayan yüzlerce tarikat kurulmuştur. Bu tarikatların çoğu da Müslüman görünen ama özünde kendi eski dini ilkelerine göre İslami yaşamını düzenlemeye çalışarak, kendini gizleme gayretinde olan kavimlerdir.

Bu takiyeci/kendini gizleyerek,Müslümanmış gibi yaşamaya gerek duymalarının tek sebebi ise, bütün din devletlerinde uygulanan temel kuraldır. O da, hakim devletin dinini tebasına kabul ettirmek zorunda olmasıdır.
Tarih boyunca kurulan bütün büyük devletlerin yıkılmasının arkasında azınlıklara zorla kendi dinini dayatma zorunluluğu yatmaktadır. Bütün ihanetlerin sebebi de budur.

Yirminci yüzyıl başında batı işgaline uğrayarak parçalanan Osmanlı ve İran Safevi Müslüman devletlerinin yıkılmasında azınlıkları olan Yezidi, Sabi, Süryani, Yahudi, Hristiyanların “Müslümanmış gibi yapan” takiyecilerine batılı güçlerin devlet idaresini teslim etmesi bundandır.
Pedofilik (Çocukla ilişki) sapıklıkları
teşvik ederler.

Bu takiyeci idarecileri Müslümanları din ve imanlarından ederek Allah ve İslam adıyla köleleştirmişler, batılıların yenilmelerinin imkansız olduğuna, onların koruması olmazsa komünizmin gelerek dinlerini yasaklayacağına, dinin de koruyucuları olan batılıların sevgisini kazanmak içinmde dinde yenilikler (!) yaparak onlara şirin görünmek gereğine halkları inandırmışlardır.

Günümüzde Nurculuar ile Işıkçıların yürüttükleri “Ilımlı İslam; Dinler arası Diaylog” gibi yeni dinlerle, din özünü yitirmiş, fark ettirilmeden İslam öncesi dini anlayış “çarşaf-peçe’den sarık-çarığa” şeklinde kıyafetlere, cami, kilise ve sinegogların birlikte inşaasından herhangi birisinde ibadetin sakıncası olmadığına alıştırılmaya kadar değiştirilmiştir.

Putperestliğe dönüştürülmüş Mason İslamının ilk uygulandığı İran’ın “yaşayan tanrısı” olan Humeyni’nin ölmeden önce yazdığı “Küçük Yeşil Kitap’” şeri bir “medeni hukuk kitabıdır. Bu kitapta Humeyni, Sabilerin, Zerdüştlerin, Hindu, Brahman ve Budistlerin “sapık ahlaki yaşamlarını” İran Müslümanlarına ve ileride İran dini rejimini benimseyecek toplumlara emretmesidir.

Nedir bu sapıklık?
İki yaşında sütten kesilmiş bir kız çocuğuyla, vajinal yoldan ilişkiye girilirse ızdırap vereceğinden, anal yola ilişkiye girmeyi(Tıkla)” emretmesidir.

Bundan beş yıl kadar önce Suudi Arabistan Evlendirme işlerinden sorumlu bakanı Ahmet El Mubi ise “ailesi izin verdiği takdirde bir günlük bir çocukla ilişkiye girilebileceğini(Tıkla) emreden fetva vermesi bütün dünya kamuoyunda Müslümanlar cinsi sapık olarak takdim etmiştir.

Oysa peygamber Muhammed’in bu sapkınlıkları önlemek için arkadaşı Ebubekir’in kızı olan Hazreti Ayşe ile “altı” yaşında evlendiği, “dokuz” yaşına kadar ebeveyni yanında bırakıldığı bilindiğinden, Müslümanlar bu tür sapkınlıkları terk etmişlerdir.

Ama, İslam öncesi Arapların yaygın dini olan Sabilik dininde, kendi öz kız ve erkek çocuklarıyla doğar doğmaz “oral yolla” ilişki, sütten kesilme yaşı olan “iki yaşından” sonra da her türlü yoldan ilişki vardır.

Süleyman peygamber zamanında, Habeşistan, Hicaz ve Yemen bölgesine hükmeden eski Sabi devletinin melikesi Belkıs ile olan dostluğunun nişanesi olarak, Sabi dinine inanan Saba ülkesi olan Habeşistan’a yerleştirilmiş on ikinci Yahudi Kabilesi olan “Beyt Şemeş (Güneş Evi)” Yahudileri de aynen Müslümanlar gibi Allah’a inanır, güneş tanrıçası, kızı ve karısı olan bilge şeytan El Uzza’ya tapınır, Kâbe’de hac yapar, kadınları çarçaf-peçe, erkekleri de Sabilerin kutsal kitabı CİNZA D RBA (Öğretmen Z Cini) kitabında emredildiği gibi, meleklerin başında görülen ışık halelerinin temsili olan “Sarık” bağlar ve cübbe giymeyi kutsal sayan, Sünni Müslümanlar gibi ibadet eden, kendi kız ve erkek çocukları ile cinsi münasebete giren, beş yaşına geldiklerinde de “bir dönüm arazi” karşılığında satan, borç karşılığı köle veren bir kavimdir.

Bu kavimden olan Amerikalı Yahudi Kathy O’Brien adlı resmi fahişe, Amerikan devletinin “zihin kontrolü” yaparak kendisini istihbaratta nasıl kullandığını, Amerikan devlet adamlarının düzenledikleri gizli ayinlerde kız çocuklarını, kadınları kurban edip her türlü sapkın ilişkilerde bulunduklarını anlattığı “Baykuş İmparatorluğu” adlı kitabında, kendi babasının kendisini aynen bu Sabiler gibi kullandığını da yazmıştır.
Cathy O'Brien 
Bu kitabı gazeteci Mine Kırıkkanat dilimize çevirmiş, İnternet’te “Scribd.com” da herkese açık okunabilir haldeyken, yakın zamanda mahkeme kararıyla bu site kapatıldığından kitapçılardan temin edilebilir. Kitabın yazarı Kathy O’Brien, olayları yaşadığı dönemdeki Amerikan başkanları arasında Ronald Reagan’ın, baba George Bush’un, Clinton ailesinin ve nicelerinin kendisini ve altı yaşına kadar kendi kız çocuğunu sapkın cinsel ayinlerinde kullandıklarını yazmaktadır.

Son iki yüzyılın Selefilerinin Kur’an’ın sadece lafını etmeleri dışında İslam ile bağlantıları yoktur. Bu Selefiler “antik çağ dinlerinin sapkınlıklarını” benimsemiş, halklara, İslam devletlerinde Müslümanlık, Hristiyan devletlerinde Hristiyanlık diye benimsetmektedirler.

Yerli, yabancı sermaye destekleriyle ellerine geçirdikleri görsel ve yazılı basın sayesinde “Kur’an okuma yasağını” cahil halka benimsetmeyi başarmışlardır.

Selefilerin İslam ve Kur’an ile bağlantısı olmayan sapkın fetvalarından birisinin sonuçlarından birinin en açık örneğini dün yani 08.Nisan 2014 günü görsel ve yazılı basında yer alan iki haberde gördük.

Birinci haber, Suudi Arabistan’ın selefi şeyhülislamlarından biri, 11 Eylül 2001’de zamanın ABD başkanı George Walker Bush’un oğlunun güvenliğini sağladığı New York Ticaret Merkezi olarak bilinen İkiz kulelere, yine aynı ABD başkanının ortaklarından olan Suudi petrol zengini Ladin ailesinin oğullarından Usame Bin Ladin’e Kurdurdukları “El Kaide Köktendinci terör Örgütüne” yaptırdıkları iki kuleye uçak çarptırılmak suretiyle yakarak yıkma operasyonunun “Müslümanların Hristiyanlara cihat ilanı” şeklinde yorumlanmasının ardından başlatılan Haçlı Seferi halen Suriye üzerinde sürmektedir.

İkiz kulelere operasyon yaptıktan sonra Amerikanın resmi düşmanı ilan edilen El Kaide Örgütü ve onun barınmasına izin veren ülkelerdeki devlet idareleri, kendileriyle asırlardır işbirliği içinde oldukları Selefi Vehhabiler, Bahailer, Efganiler ve Nurculardan oluşmaktadır.

Amerika’nın Selefi Vehhabilere kurdurdukları örgütle hiçbir bağlantısı olmayan Müslüman ülkelerini de İkiz Kule Operasyonu bahanesiyle düşman ilan edip Afganistan, Irak ile başlattıkları Müslüman coğrafyasını işgal savaşlarında, Yemen, Somali, Etiyopya, Tanzanya, Sudan, Tunus, Cezayir, Libya’dan sonra sıra Suriye’ye geldiğinde Amerika’nın düşmanı olan El Kaide onun Suriye’deki paraleli El Nüsra, Irak’taki paraleli İŞİD örgütleri, Amerika’nın yerine Suriye’deki Esad rejimine karşı Amerikan paraları ve silahlarıyla savaşmaktadırlar.

İşte Müslüman coğrafyasını işgal eden Haçlı ülkelerinin yanında Müslüman ve Türklere karşı savaşan bu “İşbirlikçi, takiyeci Selefi örgütlerin” militanlarına giderek gönüllü olarak onların cinsel ihtiyaçlarını karşılamak için görev alacak her yaştan kadını “Cihat Savaşçısı ve cennetlik” ilan bir fetva aylar önce yayınlanmıştı.

30 Ağustos 2013 tarihli Yurt Gazetesinin Şam kaynaklı haberinde, Selefi şeyh Nasır el Ömer'in, Beşer Esad rejimine karşı savaşan sözde cihatçı teröristlerin, aile dışı kız-kadın bulamıyorlarsa, kız kardeşleri, anneleri, kendi kızları, teyze, halaları dahil bütün akrabalarıyla ilişkiye girebilmelerinin caiz olduğuna dair fetva verdiğini yazmaktadır. Aynı şeyhin daha önce de Aleviler ile İran Şiilerinin başlarının kesilmesine dair de fetva verdiği bilinmektedir.

Selefi Vehhabilerin sapık imamlarının verdiği bu fetvaya uyarak Suriye’ye gitme işine de basın “Seks Cihatı” adını vermişti.
Seks Cihadını peygamber Muhammed'in tasdikiyle başlattığını savunan sapık Vehhabi imam 
Suudi Arabistan’dan “15” yaşında genç bir kadın (bizde çocuk sayılıyorlar) bu cihada katılmış ve “1000” kadar erkekle beraber olarak cihat savaşçısı” olmuş ama, babası belli olmayan karnında bir “piç” ile evine dönünce Mısır’lı gazetecilerin dikkatini çekmiştir.
Haberin basınımıza yansıması şu başlık ve alt yazıyla yansıtıldığını görüyoruz;

“”Seks cihadına katıldı 1000 militanla oldu

“Suriye'de seks cihadına katılan15 yaşında Ayşe El Bekri,
15 yaşındaki Suudi Arabistanlı Ayşe Al Bakri, Suriye’de “Cihad El Nikah”a yani “Seks Cihadı”na katılmak için 3 ay önce ayrıldığı vatanına geri dönüyor. Geri dönüş sebebi ise 1000’den fazla militanla birlikte olan genç kadının hamile kalması.
Azeri Faktxeber.com sitesinin Mısır basınına dayandırdığı habere göre Ayşe, Riyad’a uçmak için geldiği Beyrut havalimanında, çok tartışılan “din” adamı Muhammed Al Arifi’nin fetvasını duyduktan sonra Suriye’ye gitme kararını aldığını anlattı. Genç kadın, “Allah’a daha yakın olmak için Suriye’de savaşan cihatçılarla Cihad Al Nikah’a girmek gerekir” dedi ve Suriye’de 1000’den fazla mücahitle cinsel ilişkiye girdi. Ayşe çoğunlukla Cezayir,Pakistan, Somali, Irak ve Etiyopyalılarla birlikte olduğunu doğruladı.

Şu anda hamile olduğunu ve doğacak çocuğun babasının kim olduğunu bilmediğini ifade eden Ayşe, babasının Al Nusra Cephesi liderinin olduğunu düşünüyor...””

Din diye her sapıklığı cahil Müslümanlara
yaptırıyorlar

Şimdi ülkemizle ilgili haberi görelim;


Seks cihadına Türkiye gönderiyormuş!

Suriye'ye kızların seks cihadına gönderilmesinde Türkiye'nin de yardım ettiğini iddia etti!
"Seks cihadı" iddiasını ortaya atan Tunuslu bakanın sözlerinin üzerine kızların Suriye'ye ulaştırılmasında Türkiye'nin aracı olduğu iddia edildi.

Rusya'nın Sesi'ndeki habere göre Tunus İçişleri bakanı Lotfi bin Ceddu Tunus Ulusal Meclisinde yaptığı konuşmada Tunuslu kızların Suriye’deki “seks cihadı”na katılarak İslamcı savaşçıların seks ihtiyaçlarını karşıladıklarını iddia etti.

Bakanın söylediğine göre Tunuslu kızlar 20, 30 ve 100 cihatçı ile seks yapıyor. Ondan sonra çoğu hamile olarak yurduna dönüyor. Bakan ne kadar sayıda Tunuslu kızların Suriye’den böyle durumda geri döndüklerini detaylaştırmadı. Yerli medya grupları ise bu sayının en az 100 olduğunu duyurdu.

Tunus’ta çıkan “Aş-Şuruk” gazetesi baş yazarı yardımcısı Safiyan al-Asvad, Rusya’nın Sesi radyosuna verdiği demeçte hükumetin gösterdiği bu tepkiyi geç verilen ve yeteri olmayan tepki olarak nitelendirerek şunu söyledi:
Suriye krizi başladıktan sonra islamcılar Suriyeli teroristler için kızlarımızın gönderilmesini organize ediyorlardı. Onlar zavallı kızları ağlarına kandırıp çekiyorlardı. Bugün hamile olarak geri dönen kızlar ne ailelerine ne de topluma lazım değildir. Anababalar çoğu zaman onları reddediyorlar.

Yönetimin eylemsiz kalarak bu sosyal probleme dikkat göstermemesi, Tunusluları öfkelendiriyor. Tüm insan hakları örgütleri acele olarak bu konuyu görüşüyor ve bu tür fuhuş ile ilişiği olanlar hususunda soruşturmanın başlatılmasında ısrar ediyor. Söz konusu sadece birisine gelir sağlayan “gezici genelev” değil yalancı islamcılar tarafından legalize edilen örgütlü bir sistemdir. Sırası gelmişken kaydetmek gerek ki Suriye’deki savaşa katılanlar arasında Tunuslular oranı çok yüksektir. Suriye’de 2 bini aşkın Tunuslunun öldüğü tahmin ediliyor.


TÜRKİYE'DEN SURİYE'YE ULAŞTIRILIYOR
”Seks hizmeti” veren kızlar sayısı da her halde resmen kabul edildiğinden kat kat daha büyüktür. Aralarında ergin olmayan kızlar da, çok yetişkin yaşta kadınlar da var. Onlar evvela Libya’ya, sonra Türkiye’ye gönderiliyor ve Türkiye’den Suriye’ye ulaştırılıyorlar.

Niçin asıl Tunus, savaşçılar ve “seks cihatçıları” ihracatçısı haline geldi? Bunlar Suriye’ye daha yakın bulunan her hangi başka bir ülkeden daha kolay ve daha çabuk ulaştırılabilirdi.Safiyan al-Asvad sözüne devamla şunu söyledi:
Suriye'de satılan esir kadınlar

Bu, 2011 devriminin sonucudur. O zaman Tunus'ta radikal islamcılar iktidara geldiler. Tunus’a Selefiler akımı başladı. Onlar savaşçılar ve “geçici karılar” Suriye’ye gitmeye kandırmak için faaliyete başladılar. Her gün Tunus uluslararası havalimanı pekçok yabancı vaızları kabul ediyor. Halbuki önceleri bize yaz elbiseler giymiş turistler geliyorlardı. Resmi yönetimin normal iç politikası yokluğu koşullarında yabancı vaızlar kendi politikalarını uygulıyorlar. Resmi istatistiklere göre 2011 devriminden sonra 100 bini aşkın çocuk okula devam etmiyor ve alternatif öğrenimi yapmıyor. Böylelikle öğrenim görmemiş 100 bin ergenin aşırıcıların etkisi altına düşmesi olasılığı var. Yönetimin eylemsizliği Tunus’taki durumun daha da kötüleşmesine neden olabilir.

Tunus İçişleri bakanı Lotfi bin Ceddu’nın bildirdiğine göre bakanlık kadın ve erkeklerin Suriye’ye gitmelerini engellemek için havalimanlarında daha sıkı kontrol uygulamak talimatını verdi. Bakanın iddia ettiğine göre kendisi bu yılın Mart ayında görevine başladıktan sonra hükümetçe yaklaşık 6 bin Tunuslu’nun Suriye’ye gitmesi engellendi.

KIZLARIMIZ SEKS CİHADINA GİDİYOR
Tunuslu kadınlar IŞİD kamplarında
Tunus İçişleri Bakanı genç kızların kandırıldığını ve "seks cihadı" için "takas" edildiğini; ülkelerine hamile olarak geri döndüklerini söyledi. “”

Bu ahlaksız, para düşkünü Selefi imamlar bu kadarıyla da kalmadılar ve 30 Ağustos 2013 günü yayınlanan Yurt Gazetesinin haberinde, "Namahrem/evlenilmesi helal kadın bulamayan cihad savaşçıları, anneleri, kız kardeşleri ve en çirkini kendi kızlarıyla ilişkiye girebilirler" şeklinde fetva vermeleri oldu.
Sabi, Yezidi, Şemsi Yahudi, Mason, Zerdüştlerin yaşadığı antik ahlakından ne farkı kaldı ki? Ne Kur'an emri kaldı ne de İncil emri. İki dinin getirdiklerini birden götüren fetvalar vermek bu şerefsiz, kansızlara mı kalmış?
Bunların lafına uyan insan mıdır?

Şimdi haberi okuyalım;
Cihat nikahında son nokta: Kız kardeşle evlilik caiz

Nasır el Ömer, Suriye'de “cihat nikahının kıyılması” ve yaygınlaştırılması için her yerde konuşmalar yapan ve bu nikahı savunan önde gelen bir Selefi Şeyhi. Şimdi de Suriye'de savaşan muhaliflerin “kendi kız kardeşleri ve mahremleri ile nikâhlanabileceklerine dair bir fetva” yayınladı!

ŞAM- Selefi şeyh Nasır el Ömer, Şia karşıtı yayınlar yapan "Visal" kanalında yaptığı açıklamada şunları söyledi: Silahlı mücahitler, namahrem mücahit (!) kadınlar bulamıyorlarsa, o zaman kendi mahremleri (anneleri, kız kardeşleri, kızları, teyzeleri, halaları…) ile evlilik akdi kıysınlar...”

Tekfirci Selefi Şeyh Nasır el Ömer, konuşmasını şöyle sürdürdü: Yorgunluk bilmeyen mücahitlerin küfür karşıtı ve Suriye - İran zulüm rejimlerine karşı savaştıkları için kendilerine teşekkür ediyorum.
Bazıları, Suriye'deki kardeş mücahitlerin hizmetine yönelik yayınlanan fetvaları eleştirmekte ve tepki göstermektedirler. Ancak kadınların ve çocuklara yönelik cinayetlerden bahsetmiyorlar”
Selefi Şeyhi Nasır el Ömer daha önce de yayınladığı fetvasında Şia ve Alevi kızlarının esir alınarak cihatçı gruplar arasında adil bir şekilde paylaşılması fetvasını” vermişti. (Ahlulbeyt Haber Ajansı)""

Böyle bir cihat örneği ne peygamber zamanında ne sonrasında hiçbir ülkenin tarihinde de yer almamıştır.
Bir başka haber de Sözcü Gazetesinin verdiği haberde Nur cemaatinden böyle gönüllü kadınların bu cihata gönderildikleri yolundaydı.

Böyle bir "cihat fetvası" İslam tarihi boyunca verilmemiştir!
Düşününüz, ilk haçlı seferi Türklerin Anadolu'da Bizans topraklarını ele geçirmesi üzerine, Bizans imparatorunun Vatikan'daki papadan yardım istemesi üzerine 1096 yılında başlatılmıştır. Üç yıl sonra ikincisi başlatıldı. Haçlılar Kudüs'ten 100 yıl sonra Selahattin Eyyubi tarafından çıkartılmıştı. Gene böyle fetvalar verilmedi.
Osmanlılara karşı düzenlenen bütün haçlı seferlerinde Mısır'da "Devlet El Türkiye" adlı bir devlet vardı ve halife Kahire'deydi. Osmanlı hiç bir yardım almadan bu seferleri tek başına göğüsledi, Evladı Fatihan olan Balkanları fetheden Osmanlı Türkleri 450 yıl Balkanları korudular. Viyana kuşatmamıza direnen sadece Avusturya değildi, bütün Hristiyan dünyası ortak savaştı, o da bir Haçlı seferiydi.

1774 Küçük Kaynarca Anlaşmasıyla Ruslara kesin yenildiğimizi kabul etmemiz üzerine Osmanlı'daki gayrimüslimler isyanlara teşvik edildi ve Osmanlı Anadolu'da çıkartılan Ermeni, Süryani, Yezidi isyanları yüzünden 1863'e kadar Ankara'dan öteye geçemedi, bu da Haçlı seferiydi.
1774'ten 1918'de Osmanlı'nın teslim olmasına kadar geçen 144 yıl boyunca Anadolu ve Balkanlarda on milyonlarca vatan evladının şehit verildiği yüzlerce savaş ve isyanlar hepsi haçlı seferiydi.
1919'da Atatürk'ün başlattığı Kurtuluş Savaşında Yunanlılarla savaştırılmamız da nüfusumuzun kırılması bakımından yaptırılan son haçlı seferinin son darbesiydi.

En son Haçlı Seferi de 09 Eylül 2001 New York'taki İkiz Kuleler adıyla bilinen Dünya Ticaret Merkezine El Kaide kanalıyla yaptırılan uçaklı saldırının ardından ABD başkanı yavru G.W.Bush'un ilan ettiği Haçlı Seferinin içindeyiz.
Müslüman dünyasına karşı açılan bu Haçlı Seferinde, Müslüman ülke olarak biz Türklerin, Arabistan'ın, Mısır'ın ve NATO ile birlikte hareket eden Müslüman ülkelerin saldıracağı hedefi Suriye mi, Irak mı, İran mıi Libya mı yoksa Avrupa, Amerika Birleşik Devletleri mi olmalıdır?

İşte bu tezatları çözemeyenler için bu çelişkileri gözler önüne sermeye gayret ediyorum ki, ilan edilmiş bir Haçlı Seferinde resmen ve alenen Haçlı saldırılarına öncülük ettiğimizi görelim, görünüz.
Başımızdakiler Müslümanmış gibi yapan geçmişin intikamını Haçlıların destekleriyle almaya çalışan işbirlikçilerdir. Hiç bir Müslüman devletinin başına o ülkenin gerçek Müslümanlarından ve soyundan olan bir devlet idaresi yoktur.

İşbirlikçi, takiyyeci Selefi imamlarının, putperest Sabi kitaplarında anlatıldığı haliyle, Allah katında nurlanarak ilahi bilgi ile donatılmış ilahi varlıklarmışçasına inandırılmış kitlelerin doğal olarak bu dini önderlere güvenmeleri sağlanmıştır.
Gregroyen Ermenilikten devşirme F.GÜLEN

Bu da ruhbanlık demektir. Nitekim, Selefi görüşten doğmuş, Hanbeli, Maliki, Şafi mezhepleri ile Alevilikte şeyhler, şıhlar, imamlar, pirler vardır.
Şeyh, Arapların beylerine verdikleri addır. Şıh da bu adın bozulmasından elde edilmiş Kürtlerce kullanılan bir sıfattır.
Şeyhler, İslam öncesi çöl şeytanlarına tapınan Arapların inançlarına göre, Adem peygamberin oğlu Şit peygamberin soyundan gelen Nuh peygamber soyundan geldiklerine inanılan ve Arapların da babalarıdır.

Ölen kimsenin ruhunu cennete götürecek rehberdir. Bunlar Allah katında nurlandırılmış, onun nuruyla aydınlatılmış yani ilahi bilgiye kavuşmuş doğal önderlerdir.

Bunun kaynağı, Lübnan, Hicaz, Yemen, Irak, İran ve Türkiye coğrafyasına yayılmış, özellikle de Arapların El Cezire, batılıların Mezopotamya (İki nehir arası) dedikleri Dicle ve Fırat nehirleri arasındaki büyük ada üzerinde yaşayan,bataklık/Ay Tanrısı kültüne ait, peygamberlik gelmeden önce de Hazreti Muhammet Mustafa’nın da inandığı Sabi dininin kutsal kitabı “Gin Ze D Rba (Öğretmen Ze Cini)” kitabıdır.
Okuyalım;
“”Ginza d Rba
Konu 2

Aydınlanmış ve aydınlatıcı olan Zihrundur, nurun Büyük Bilinmeyeni, ışık ve nurun Manda d Hayya’dan (Allah’tan) çıkmış ve ondan kendi soylu çocuklarının gücünden ve devam eden Ulu Yaşamdan (Allah) yayılmıştır. Kendi shkintash’ına yerleştirip sağ ve sol eliyle Üstra’ları yarattı ve onlara ışık saçan görkemli elbiseler verdi ve onları Yaşamın (Hay’ın) evinden taşıyan bilge babaları onlara şöhret verdi. Ve öğrencileri üzerinde sorumluluğu olanlar, onların anne-babaları gibi sahipleri olacaklardır. Böylece, Üstralar onların üstünde nurlarıyla parlayacaklardır. Işık ve nurları ve taçlarını başlarından çıkartıp parlayan ışık ve nurun tacını yerine koyacaklar ve “Öğretmen anne-babadan üstündür!” diyeceklerdir. Babamız, duaya kalk, gerçeğin eli olan, şifa veren sağ elini üzerime koy! Ve Yaşam (Hay/Allah) övülmeye layıktır! “”

Allah’a hem Allah hem de “Hay” adıyla, asıl şeklinin Erkek Manda olduğuna inanarak tapınan, Sünni mezheplerdeki Müslümanların ibadetleriyle birebir ibadet eden, adlarıyla, kutsal aylarıyla her şeyleri aynı olan Saabilerin bu kitabına baktığımızda ruhbanlığın kökenini görmekteyiz.

Oysa, Kur’an bunları ret etmiş ve tümünü batıl kılmıştır.

Kur’an-ı Kerim Hadid suresi:
27. “Sonra onların eserleri üzere, resullerimizi art arda gönderdik. Meryem'in oğlu İsa'yı da onların ardınca gönderdik. Ona İncil'i verdik; ona uyanların gönüllerine sefkat ve merhamet koyduk. Bir bid'at olarak ortaya çıkardıkları ruhbaniyeti, onlar üzerine biz yazmamıştık. Allah'ın rızasını kazanmak için ortaya çıkardılar. Ama ona gerektiği şekilde saygılı olmadılar. Onların, iman edenlerine ödüllerini verdik. Onlardan çoğu yoldan çıkmış olanlardır.”

Elmalılı Hamdi Yazır, Kur’an Maide Suresi 69. ayetin tefsirinde, İslamın yayılmasıyla “Müslüman olduk” diyen ama kalben olmayan Sabilerin dinde mezhepleri ve tarikatları çıkartanlar olduklarını yazması peygamberin ardından dinde bozulmaları göz önüne getirmektedir.
Peygamberin ardından devleti ele geçiren Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye ve torunu I. Halife Yezid, peygamberin sürgüne gönderdiği ya da merhamet edip canlarını bağışladığı kim varsa devletin başına getirmişlerdir.

Böylece peygamberin dediklerini anlayan kafası çalışan, önceden okuryazar olan bazı sadık sahabeler bunlara karşı direnişe geçmiş ama cahil, okuryazarlığı peygamberle savaşlar esnasında öğrenmiş ya da din geliştikten sonra dine girmiş okuryazar olmayanların kolayca itibar ettiği takiyeci Ebu Süfyan, ailesi ve yandaşlarının dinde tartışmaları başlattığı ve geriye dönüşü teşvik ettikleri bütün Müslüman din adamlarınca tespit edilmiştir.
İste bu dil ile Müslüman olup, kalben eski itikatlarına bağlı kalmış takiyeciler, dinde Selefilik denilen ilk akımı başlatmışlardır. Yoksa din de kitabı da birdir. Her şey ortadadır.
Ermeni Mason Locası Sembolü 

Bu Sabi putperestlerinin kitabının ayetleriyle, Selefi İmamlar olarak bildiğimiz, her gün bize televizyonlardan, gazetelerden hatta son 12 yıldır okullarda öğretmenlerden methedilen, Muhammed Abduh, Cemalettin Efgani bu ikisini tanımadığı halde “selefleri” olduğunu belirten Said-i Kürdi Deliüzzaman ve onun günümüzdeki uyarlaması Fethullah Gülen’in, kendilerine tabi kıldıkları Nur Cemmati ve Işık Evleri öğrencilerine aynı Süryani ve Gregoryen Hristiyanlarının dedikleri gibi “şakirt” demeleriyle, kendilerinin, şakirtlerinin üzerinde “anne-babalarından” ileri olduklarını öğretmelerini hatırladığımızda, “Selefi Müslüman” geçinen bu kişiliklerin kesinlikle Müslüman olmadıklarını kavramamız zor olmayacaktır.

Said-i Kürdi Deliüzzaman’ın Bitlis’li bir Süryani, Fethullah Gülen’in de Erzurumlu Habeş İnciline inanan gene namaz kılan, aynı kitaba inanan Gregoryen Ermeni olduğunu, kendisini putlaştırmasından, anlaşılmaktadır.

İslam devletlerinin güçlü olduğu dönemlerde, “Kur’an ayetlerine bağlı ama konuşulmasını, tartışılmasını, akıl ile inanılmasını yasaklayan, halkı kendi putperest dini yorumlarına tabi kılmayı başaran bu müşrikler, kafirler, I. Dünya savaşından sonra bağımsız, işgal edilmemiş tek Müslüman toprağı kalmadığı zamanda, işbirlikçileri olan Haçlılardan ödüller almışlardır. Said-i Kürdi 1952’de, Fethullah Gülen de 1992’de Katolik Hristiyanlığın dini merkezi olan İtalya Roma’daki Vatikan şehir devletinde yaşayan papadan takdirname almışlardır.

Hristiyanlığa hizmetlerinden dolayı Deliüzzaman-ı Said-i Kürdi’nin Vatikan’a gömüldüğü bilinmektedir.
Bunu bilen Fethullah Gülen de alenen basın yoluyla geçtiğimiz yıl Vatikan’a gömülmek istediğini açıklamıştır.

Kur’an “5.” Suresi olan Maide Suresi 60’ncı ayetinde böylelerinden maymunlar, Tağutlar yarattık diyen Allah devamında bunları şöyle tanımlıyor;
5:61. Size geldiklerinde "İnandık!" derler. Gerçekte ise küfürle girmiş, yine onunla çıkmışlardır. Neler saklıyor olduklarını Allah daha iyi bilir.
5:62. Onların bir çoğunun günahta, düşmanlıkta, haram yemede yarışıklarını görürsün. Ne kötüdür o yapmakta oldukları!” (Yaşar Nuri Öztürk Meali)

İşte gerçek Sünni mezhep Müslümanları ile Alevilerin katline göz yuman, eskiden beri sakladıkları, güçlerinin zirvesine çıktıklarından bu günlerde rahatça gerçek yüzlerini açıklamaktadırlar.
Büyük İskender. 

Köken olarak Büyük İskender’în Grek imparatorluğu döneminde, erkeklerinin öldürülerek, Grek askerlerin kadınlara tecavüz ettiklerini, o tecavüzlerden doğan “piçlerin” soyu olduklarını böylece İskender zamanından beri Rum/Grek/Yunan olduklarını, Süryani İncil’inin de adını Grek dilinde “Pşitto” koyduklarını, tapınaklarında Grek dili öğrettiklerini, bu soy bağları nedeniyle Haçlılarla işbirliği yaptıklarını açıklamışlardır.

Bunlar, yani günümüz selefileri, Haçlılarla gizli-açık işbirliği yapmalarını önlemek için II. Abdülhamit döneminde çıkartılan bir fetva ile, Kur’an-ı kitap, Muhammed’i peygamber saymayan ama Allah’a inanıp namaz kıldıkları için “Selefi Müslüman” sayılan, Yezidi-Yahudi Kürtleri, Gregoryen, Ortodoks Ermenileri, Sabiliğe dönmüş Şemsi Yahudileridir.

Ayrıca, Sabilikten Hristiyanlığa geçip Süryani adını alanlardan olup, Selefi Müslüman takiyesi yapan Nurcu AKP hükumeti, eşiti Mısır’daki Cemaleddin Efgani’ci selefi Mursi hükumeti, Selefiliğin en az hasar görmüşü olan Suudi Vehabileri selefilerdir.
Anadolu’nun Müslümanların ellerinden çıkması için haçlılarla asırlardır işbirliği yapanlar bu üçüncü dönem Selefileridir.
Bunlar, kendilerini gizleyen, yanında kim varsa onun dininden görünen ama evde başka ibadet eden sahtekar, hileci, hain kimselerdir.

Değillerse Afganistan’dan Filipinlere, Irak’tan Fas’a, Mısır’dan Somali’ye, Fas’tan Nijer, Orta Afrika Cumhuriyetine kadar olan geniş coğrafyada milyonlarca Müslümanın kıyımlarına bir Müslüman olarak nasıl göz yumduklarını, idarecisi oldukları devletleri neden yağmaladıklarını, tasfiye ettikleri devleti neden kendi soylarından olanlara peşkeş çektiklerini, selefilerden oluştuturulan PKK, El Kaide, El Nüsra, ÖSO gibi “kendilerinden değil diye kadın-çocuk ırzına geçip kellelerini kesen katiller ordusunu neden desteklediklerini de mantıklı şekilde açıklamak zorundadırlar.

Selefi Nurcu başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Düzce milletvekili Fevai Aslan geçen yıl içinde başbakanın “Allah’ın sıfatlarının çoğunu taşıdığını” söylemesine başbakan tepki göstermemiştir. Oysa gerçek bir Müslüman’ın sıfatlarının Allah ile özdeşleştirilmesine her Müslümanın karşı çıkması, o milletvekilinin de dersini vermesi gerekir. Yetmedi, geçtiğimiz Mart ayında kapatılan Twitter paylaşım sitesinin yasaklanmasından sonra Tunceli Çemişkezek Süryanilerinden olan Nurcu başbakan yardımcısı Bülent Arınç ise “Allah isterse Twitter açılır” diyerek Fevai Aslan’ın tespitine gönderme yapmıştır. Bu eski AB’den sorumlu devlet bakanı ve rüşvet ses kayıtları Twitter’da, Youtube internet sitelerinde yayınlanan Egemen Bağış Ermenisinin “Cumaları google’dan Bakara, makara bir ayet sallıyorum” diye Kur’anla alay etmesi de başbakanca “montaj” olarak değerlendirilmiştir.

Kur’an’ın 36. Suresi olan Yasin Suresi “6” ayetinde “36:6-“Babaları uyarılmamıs, tam gaflet içinde bir toplumu uyarman için gönderildin. “ geçtiği gibi “babaları uyarılmamış, başka milletlerin dinlerine tapınarak onların kölesi olmuş bu toplum olan Hicaz Arapları, Kur’anla yapılan uyarıyı da daha peygamber ölüm döşeğindeyken unutmuşlardır. Eski putperestliklerine bir şekilde dönmüşlerdir.

İslam’ı yaşatan bu günü tümü Selefi Vehhabi olan Arap yarımadası Arapları değil, “mecüc şeytanlarının askerleri” olmakla lanetledikleri Türklerdir.
Gerçek Müslümanların, dinlerini bozan, takiyeci, kendini gizleyen işbirlikçileri tespit ve ifşa etmeleri dinen görevleridir.

Bunu emreden Hucurat Suresinin 10. ayetiyle sözümü bitiriyorum;
“49:10. “Su bir gerçek ki, müminler sadece kardeştirler. O halde kardeşleriniz arasında barısı sağlayın ve Allah'tan sakının ki, size merhamet edilebilsin.”

Takdir okuyucularındır.



Alaeddin Yavuz
keykubat /adilyargic/ adilyargicc



Selefi başbakanımızın Siirt Süryani'si eşleri Emine hanım Mardin Süryani kilisesinde (Sol)

Şimdi, Selefileri, “kibarca” tanıtıp eleştien bir alıntı yazıyı sizlere sunuyorum.

SELEFİYE NEDİR?
(Alıntıdır-İslam.tr.com)

Selefîlik hicri üçüncü yüzyılın başlarında teşekkül etmeye başlamış ve bazı aşamalardan geçmiştir. Selefîliğin ilk aşamasına 'eski selefîler' (mütekaddimûn) denmektedir. 'İcmal devri' de denilen bu ilk dönem, Mutezile, Mürcie, Şia ve Haricilerin dışında kalan, sahabe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn yolunu benimseyen, bid'at saydıkları Cehmiye, Mutezile ve Kaderiye'nin yeni yorumlarını toptan (icmalen) reddeden hadisçi ve fukahânın benimsediği mezheptir. '

Eski selefîler' kendi içinde iki gruba ayrılmaktadır. İlki, henüz Eş'arî ve Maturîdî mezhepleri zuhur etmeden önceki selefîler olup, bu dönemde ehli sünnetin tamamına 'selef mezhebi' denmekteydi.
Eş'arî ve Maturîdî mezhepleri teşekkül ettikten sonra, onlardan ayrışan sünnîlere selef adı verilmişti ki, bu da, 'icmal devri'nin ikinci dönemi sayılmaktadır.
Mamer b. Raşid (ö.770), Evzaî (ö.774), Sufyan es-Sevrî (ö.778), Malik b. Enes (ö.795), Sufyan b. Uyeyne (ö.814), önde gelen bazı selefî âlimlerdir. Hanefî, Şafî ve Malikî mezheplerinin ilk âlimleri de selefden sayılmışlardır.

Fakat bilhassa Ebu Hanife belki sözcük anlamıyla 'selef' sayılsa da, 'selefî' olmadığı kesindir.

Kuşkusuz selefiye denince akla, selefiyenin îtikaddaki imamı olarak bilinen, Hanbelî mezhebinin kurucusu Ahmed İbni Hanbel (ö.241/855) gelir. Musned türünde bir hadis kitabı tedvin etmiş olan İbni Hanbel, Bağdat'ta yaşamış, Kur'an'ı hıfzetmiş, hadis rivayeti ve fıkıh alanında tedrisat yapmıştır.

Abbasî hükümdarları tarafından, "Kur'an mahlûktur" görüşünü kabul etmeye zorlanmış, kabul etmediği için işkenceler görmüş, öğrenci okutmaktan, halkın arasında bulunmaktan men edilmiştir. Kısacası, fikirlerinin çilesini çekmiş bir insandır. Ahmed İbni Hanbel Kitap ve sünneti delil olarak alır, sahabenin icmaını kabul eder, kıyasa ise hemen hemen hiç başvurmazdı. İtikadî konularda akla yer vermezdi. Çünkü aklın dalalete sevk edebileceğine inanırdı. Ona göre Allah'ın sıfatları konusunda tartışmaya girmek doğru değildi.

Selefiyenin ikinci dönemi, 'sonraki selefîler' (müteahhirûn) olup, bu döneme tafsil devri de denmektedir. İbni Teymiyye (ö.1328) tarafından başlatılıp, öğrencisi İbni Kayyım el-Cevziyye (ö.1350) tarafından sürdürülen hareket, geniş ölçüde eski selefîleri takip etmiştir. İbni Teymiyye Ahmed b. Hanbel'den beş asır kadar sonra yaşamış, onun sıkı bir takipçisidir. Öncekilerin, dalmayı uygun bulmadıkları için icmalen zikrettikleri konular bunlar tarafından tafsilatlı olarak işlenmiş, böylece selefîlik sistemleşmiştir. Ne var ki, bu sonraki selefîliğin hızını, güçlenen sünnî kelam ve tasavvuf hareketi kesmiştir.

Bugün Vahhabîlik olarak bilinen akımın kurucusu Muhammed b. Abdülvehhab (ö.1792), İbni Hanbel-İbni Teymiyye çizgisinin bir devamıdır. Ne var ki, Muhammed b. Abdülvehhab, İbni Teymiyye'nin ictihad canlılığını almamış, tutuk bir İbni Teymiyyecilikle yetinmiş, basit bir selefî hareket olarak kalmıştır. Muasır bir düşünürün deyimiyle, İbni Teymiyye'yi ezberlemiş fakat ezberini bir adım ileriye götürememiştir. Yine de Vahhabîlik, Senusîlik gibi bazı hareketleri etkilemiştir

Selefiyenin üçüncü dönemi, yeni selefiye hareketidir. Mısır'da Kavalalı M. Ali Paşa, İstanbul'da Tanzimat Fermanı ile başlayan batı tesirleriyle uyanan bazı Müslümanlar, geleneksel kelam ve tasavvuf ekollerinin Müslümanların derdine derman olamayacağı düşüncesinden hareketle yeni bir selefiye anlayışı geliştirmişlerdir. Cemaleddin Afganî (ö.1897), Muhammed Abduh (ö.1905), Reşid Rızâ (1935), Muhammed İkbal (ö.1938) Mustafa Meraği, Seyyid Kutub, Muhammed Kutub, Mevdudî, Nedevî, Mustafa Sibai, Muhammed Ebu Zehra, Yusuf Kardavî gibi düşünür ve âlimler 'yeni selefiye'den sayılmaktadır.


Mehmed Akif, Kâmil Miras ve Ahmed Naim mutedil selefiyenin Türkiye'den birkaç temsilcisidir. Yeni selefîler akla, ilme ve teknik gelişmelere çok önem verirler. Önceki selefîleri aşan bazı yorumları vardır. Reşid Rızâ bunun en tipik örneğidir. Yeni selefîler, muhalifleri tarafından mezhepsiz, modernist, din tahripçisi gibi ithamlara maruz kalmışlardır.
Hemen her düşünce akımı gibi, selefîlik de yekpâre bir düşünce ekolü değildir. Sadece tasavvufa ya da sadece kelama yakın selefîler bulunduğu gibi, her ikisine de yakın ya da her ikisine de uzak selefîler bulunmaktadır.

Selefiye Kur'an'ı 'olduğu gibi' alma, tevil ve tefsire girişmeme taraftarıdır. Koyu bir selefî için, "Allah öyle diyorsa öyledir!" Bu açıdan selefiye ile zahirîleri birbirinden ayırmak müşkildir. Selefiyenin Peygamber'e ilişkin tutumu tam bir taklit anlayışıdır.

Selefiyenin en belirgin özelliği, nassları ve nakli kutsallaştırmasıdır. Selefiye müteşabihat konusunda Kur'an ayetlerini tefsir ve tevil etmeye şiddetle karşı çıkar. Hiç kimse aklına dayanarak Kur'an'ı yorumlayamaz der. Adından da anlaşılacağı üzere, gerek Kur'an'ı ve gerekse sünneti anlamak için başvurulacak merci, selef, yani ilk üç nesildir. Dinde sahabenin örnek alınması esastır. Çünkü kalbi en temiz, ilmi derin, hidayet açısından en güvenilir, yapmacıklıktan uzak, ahlak bakımından en sağlam kişiler sahabe neslidir. Allah, dinini tesis etmek için, Rasûlü ile birlikte bu insanları seçmiştir. Onlara benzemeye çalışmak ve izlerini adım adım takip etmek gerekir. Onların yolundan azıcık sağa ya da sola sapmak insanı dalalete düşürür.

Ayet ve hadislerin manası, sahabenin anladığı kadardır. Sahabe nasslardan ne anlamışsa İslam odur. Bunun dışında re'y, kıyas, tevil, tefsir, icma ve ilham gibi yöntemler dinden değildir. İmam Şafi'nin, "ilim, kâle haddesenâ (bize felan nakletti) ile başlayan sözlerdir. Geriye kalanlar şeytanın vesvesesidir" dediği rivayet edilir. Onlar ilmi, "nass ve naklin dışında kalan şeyleri bilmemek" diye tarif etmişlerdir.

Kısacası selefiyeye göre Peygamber'in sünneti Nuh'un gemisidir; ashab ise hidayet yıldızları olup, gemiye bindikten sonra, selamet sahiline inmek için bu yıldızların rehberliğinden yararlanmak şarttır. Bu bağlamda "ashabım gökteki yıldızlar gibidir…", ya da "en hayırlı nesil benim zamanımda yaşayanlardır…" gibi hadislerin ne kadar büyük bir işlev gördüğü kolaylıkla anlaşılmaktadır.

Selefiye nazarında tâbiîn ve tebe-i tâbiîn sahabe ile aynı değerdedir. Çünkü İslam'ı en doğru, en iyi, en güzel şekilde anlayan ve anladığını en uygun biçimde yaşayan, bu ilk üç nesildir. Sonrakilerden hiç kimse İslam'ı onlar kadar mükemmel anlayamaz. Onların anlayış ve yaşamları tenkit edilemez.

İbni Teymiyye, filozofların, kelamcıların ve Eş'arî, Maturîdî gibi ehli sünnet imamların metotlarını özetledikten sonra, selefin akla itimat etmeyip, itikadî delilleri sadece Kur'an'dan almayı savunduğunu, zira aklın insanı saptırabileceğini ileri sürer. Ona göre esas olan nakildir. Akıl, idrak ve tasdik edicidir. Kurtuluşun yolu akıl değil, faydalı ilim ve salih ameldir. Felsefe ve kelamın akli metotlarıyla Allah hakkında bilgi sahibi olunamaz. İtikadî ve diğer meseleleri hakkıyla anlamanın yolu, Kur'an ve sünnettir. Kur'an ne hüküm koymuşsa, sünnet nasıl açıklamışsa, olduğu gibi kabul etmek gerekir, asla reddedilemez. Aksi takdirde İslam inancından çıkılmış olunur.
Selefiye, ilk nesilleri ve onlardan gelen nakilleri kutsallaştırırken, aklı da o oranda küçümser.

Hadis dururken re'y ve kıyasla hüküm vermek, selefiyenin asla kabul edemeyeceği bir yöntemdir. Bu sebebe binaen, re'y ehlinden olan Ebu Hanife selefiyenin şiddetli hücumuna maruz kalmış, ilmi bilmeyen, insanları dalalete düşüren biri olarak görülmüştür.

Eserine 'ehli sünnet' kitlelerce, Kur'an'dan sonra en sahih kaynak payesi verilmiş olan Buharî, "halkdan biri" tabiri ile atıfta bulunduğu Ebu Hanife'nin adını anmaya bile layık görmemiş ve kendisinden bir tek hadis dahi rivayet etmemiştir.
Selefiye, büyük oranda re'y ve istidlâle dayanan kelam ilmine hücum etmiş, kelam bilmeyi cehalet, bilmemeyi ilim saymıştır. Hatta kelamla uğraşmayı zındıklık sayanlar olmuştur. Ahmed b. Hanbel'in, kelam âlimlerini (aklı yücelttikleri için) zındık saydığı bilinmektedir. İmam Şafi'nin de kelam günahını, Allah katında şirkten sonra en ağır günah saydığı ileri sürülmektedir.

Selefiye ile diğer kelam mezhepleri arasında en fazla cedelleşme Allah'ın sıfatları üzerinde yaşanmıştır. Selefiye, Allah'ın sıfatlarını 'Kur'an ve sünnette zikredildiği gibi', zahirine göre almakta, tevil veya tefsire girişmemektedir. Dolayısıyla Allah'a sevgi, gazap, kızma, çağırma, konuşma, bulutların gölgesiyle insanlara inme ve arş üzerinde istîvâ etme gibi sıfatları isnad etmektedirler. Onlara göre Allah'ın eli ve yüzü vardır ve bu hususta tevil yapılamaz. 'El' keyfiyetsiz olarak Allah'ın sıfatıdır. Fakat diğer sıfatlarda olduğu gibi, el sıfatının da künhünü idrak edemeyiz. Tafsilatına girmeden, mücmel olarak Allah'ın eli sıfatını tasdik ederiz. Allah'ın eli, aslı itibariyle malum, vasfı itibariyle müteşâbihtir. Vasfın keyfiyeti (nasıllığı) bilinemez. İmam Malik'in, "istiva malumdur, keyfiyeti meçhuldür, ondan soru sormak bid'attır" sözü, sıfatlara ilişkin selefî tutumu özetleyicidir.
Selefe göre Allah'ın sıfatları, yaratılmışların sıfatlarına benzemez. Dolayısıyla O'nun sıfatlarının keyfiyeti tayin olunamaz, tevil ve tahrif edilemez. Allah'ın şanına yakışmayan teşbih ve temsil (benzetme ve örneklendirme)ler toptan reddedilir. Hayat, ilim, irade, kudret, semi, basar gibi sıfatlar nasıl ki Allah'ın zatî sıfatlarından ise, vech, yed, ayn gibi sıfatlar da O'nun zatî sıfatlarındandır. Yaratma, diriltme, öldürme, rızık verme ve affetme nasıl Allah'ın dileme ve kudretinin taalluk ettiği fiili sıfatlarından ise, istivâ, nüzul ve gelmek gibi sıfatlar da O'nun fiilî sıfatlarıdır.
Selefiye nasslar üzerinde tevil yapmayı bir nevi dini değiştirme ve tahrif sayar. Kur'an ve sünnette belirtilen esaslara, akıl ve reye müracaat etmeksizin, tevile başvurmaksızın, olduğu gibi inanırlar. Müteşâbih ayetlerin tevilini Allah'a havale ederler. İlimde rüsûh sahibi olanlar, onlara iman eder, hepsinin Allah'dan olduğuna teslim olurlar, ama ayetleri tevil etmezler.

Selefiye yolunun şu yedi esasa dayandığı belirtilmektedir:

1.Takdis: Allah'ı, O'nun azametine layık olmayan sıfatlardan tenzih etmek.
2.Tasdik: Allah'ın, Kur'an'da ve sünnet-i seniyyede varid olan isimleri ve sıfatlarının, Allah'ın kemaline layık bir anlamı olduğuna kanaat getirmek. Allah, kendisini ve Peygamber (a.s) Allah'ı nasıl vasfetmiş ise, murad edilen anlamın velev ki künhünü kavrayamasa bile, öylece iman etmek.
3.Aczin itirafı: İnsan, müteşabih konularda murad olunan ilahî maksada tam olarak ulaşamaz.
4.Sükût: Cahil kişi, müteşabih meselelerden soru sormamalı, âlim de cevap vermemelidir. Avam müteşabih meselelerden sorarsa men edilir. Mesela Rasûlullah (sav) kader meselesine dalanları bundan men etmiştir. Hz. Ömer, "Rahman arşa istiva etti" ayetinin manasını soran kimseyi sürgün etmiş, Kur'an'ın mahlûk olup olmadığını soran kimseyi de bundan sakındırmıştır.
5.İmsak: Kur'an nasslarını, zahirî anlamlarının dışında başka manalara tevil etmekten kaçınmak gerekir. Allah'ın eli 'kudret' ile açıklanamaz.
6.Kalbin bozulmasına sebebiyet vermemek için, tartışmaktan men olunan işleri kalpten de tefekkür etmemek gerekir.
7.Peygamber (a.s) ve sahabe, derinlikli konulara dalmıyorlardıysa bu, o konulara vakıf olmadıkları anlamına gelmemektedir.

Selefiyenin, tecsim ve teşbihe varan yorumları, bizzat ekolün kendi içinden eleştiriler almıştır. Bu eleştiriyi yapanlardan biri olan İbnül Cevzî, selefî âlimlerin görüşlerine katlanamamış, bunların Ahmed İbni Hanbel ve selefin görüşleri olmadığını savunmak, bu görüşlerin mezhebi lekelediğini ileri sürmek zorunda kalmıştır. Mesela, "Allah Âdem'i kendi sûretinde yarattı" (Buharî, Müslim, İbni Hanbel) hadisine binaen Allah'ın şekli, yüzü, ağzı, dili, dişleri, yüzünün nuru, iki eli, parmağı, avuçları, küçük parmağı, başparmağı, göğsü, baldırı, bacağı* ve iki ayağı bulunduğunu iddia eden selefîleri İbnül Cevzî, Allah'ı yaratılmışlara benzettikleri için şiddetle eleştirmiştir.

İbnül Cevzi'nin eleştirilerini, yine bir Hanbelî âlimi olan ve "Hanbelî mezhebinin, denizlerin suyuyla bile temizlenemeyecek kadar kirletildiği" tespitini yapan Ebu Ya'lâ sürdürmüştür.

Selefîler tasavvufa sıcak bakmazlar. Kimi selefîlere göre İslam açısından en zararlı iki zümreden birincisi kelamcılarsa, ikincisi de sûfîlerdir. Ancak bütün selefîlerin tasavvufa aynı şekilde bakmadıkları da bir gerçektir. İbni Teymiyye gibi bazı selefîler, meselenin daha ziyade akidevî (ideolojik) yönüyle alakadar olurken, kimileri daha ziyade sûfî çevrelerde yayılan bid'at ve hurafelere yoğunlaşmışlardır. Bazı sûfîlerin yazdığı tasavvufî tefsir kitapları, bazı selefîler (mesela İbni Salah) tarafından küfür olarak nitelenmiştir.
Sûfiyeyi en çok tenkid edenlerden birisi İbni Teymiyye'dir. İbni Teymiyye'nin bilhassa Hallac ve İbni Arabî gibi teorisyenleri eleştirisi meşhurdur. O, İbni Arabî'nin vahdet-i vücud teorisini, Yahudilerin, Hristiyanların, Mecusilerin ve hatta putperestlerin bile savunmadığı, ancak Karmatîlerde görülebilen Firavunî bir teori olarak görür. 'Enel hak' nazariyesini ve vahdet-i vücudu hulûl ve ilhad hareketi, hatta İslam karşıtı cereyanlar olarak değerlendirir.
Selefiyenin ekseriyeti sûfiyeyi daha çok, kabir ziyareti, şeyhlerin/evliyanın ruhlarından yardım dilemek, sema, toplu zikir, evrad, ezkar ve musikî gibi konularda tenkit etmiştir. Toplu halde vecd içinde okunan ilahilere selefîler "şeytanın Kur'an'ı" nazarıyla bakmışlardır. Şeyhlere olan aşırı bağlılığın, insanların dine ve nassa bağlılıklarına engel olduğunu savunmuşlardır.

Selefiye oldum olası 'bid'atlara' şiddetle karşı çıkmıştır. Gerek Peygamber ve gerekse ilk üç nesil tarafından her şey en güzel bir şekilde söylendiğine ve icra edildiğine göre, Kur'an ve sünnette bulunmayan, sahabenin hayatında rastlanmayan şeyler bid'at sayılır. Her bid'at dalalet, her dalalet de cehennemliktir. Selefiye, bid'atın hasene ve seyyie gibi çeşitlendirilmesini kabul etmez. Said b. Cübeyr'e (ö.714) atfedilen bir görüşe göre, "Bedir savaşında bulunan sahabenin bilmediği şey dinden değildir." İmam Malik ise, "Maide suresinin 3. ayeti nazil olduğu gün dinden olmayan şey bugün de dinden değildir" demiştir. Kemâle erdirilmiş İslam'a yeni bir fikir getirmek, yeni bir tefsir yapmak kabul edilemez. İslam'a yeni bir şey ilave etmek de, ondan bir şey çıkartmak da ona eksiklik atfetmektir. Demek ki en doğru söz söylenmiş, en güzel amel işlenmiş, bitmiştir. Geçmişte ideal toplum oluşmuştur. Yenisi kurulmak istenirse, kesinlikle o ilki esas alınacaktır.

Eleştiri;

Tarihte Vahhabîler ve benzeri farklı selefî zümreler oluşmuş, bazen bid'at tepkileri onları bağnazlık derecesinde tepkisel hareketlere sürüklemiştir. Selefiye, diğer dinî zümreler gibi, kendi seleflerinden gelen görüşleri kutsayıp dondurmak yerine, hiç değilse İbni Teymiyye ayarında ictihad müessesesini işletebilseydi, belki daha iyi bir konumda olabilirdi.
Osmanlı devletinde 17. yüzyılda, Birgivî Mehmed Efendi’nin çizgisini sürdüren Kadızade'nin (ö.1635) Sivasî Mehmed Efendi'ye tepki gösterirken ulaştığı 'ilmî seviye', donmuş bir selefîliğin tipik bir örneğini teşkil eder. Kadızadeliler'in söylemlerinin özünü, kahve ve tütünün haram olduğu; ezanı ve Kur'an'ı güzel sesle (tegannî ile) okumanın caiz olmadığı; resmin haram olduğu; bazı din büyüklerine 'radıyallahu anh' denmesinin bid'at olduğu gibi tartışmalar oluşturuyordu. Hatta Kadızadeliler, camilerin "Peygamber zamanında olmayan bid'at" minarelerini yıkmaya bile teşebbüs etmişlerdi. Bağnazlık derecesindeki bu 'selefî' tutum, yakın zamana kadar bir şekilde varlığını sürdürmüştür. Bundan birkaç on yıl kadar öncesinde, Türkiye'de hoparlörden Kur'an ve ezan okumanın caiz olup olmadığı, en 'zevkli' tartışmalardan biriydi.
Din'in amaçsız bir nakilciliğe indirgenmesi, Kur'an ayetlerinin tamamen zahirine göre yorumlanması, hadislerin ise sanki Peygamber eleştiriliyormuş zehabına kapılarak herhangi bir tenkid süzgecinden geçirilmemesi, traji-komik dini yorumlara sebebiyet verecektir. Peygamber zamanında mevcut olmadığı için minareyi yıkmayı düşünenler, Peygamber zamanında olmayan, motorlu taşıtlar ve savaş araç-gereçlerinin yerine, Peygamber zamanında var olan ve hatta Kur'an'da bizzat zikredilen atlar ve develer beslemeyi öneriyorlar. Kısacası, bid'atın ne olduğu iyi tespit edilemezse, din adına hayatı dondurmak işten bile değildir.
Din'in en ideal biçimde ilk üç nesil tarafından yaşandığını iddia etmek, büyük çelişkilere yol açabilir. Her şeyden önce, ilk üç neslin İslam'ı yaşama biçimini bize 'nakil' haber vermektedir. Fakat naklin sahih şekilde geldiğinden yüzde yüz nasıl emin olabiliriz? Yani isnadı nasıl 'din' sayabiliriz? Din'in aslının Kur'an'da bulunduğunu, onun en ideal yaşanmış örneğinin Rasûlullah'ın sünnetinde mevcut olduğunu iddia etmek en doğru bir tezdir. Fakat Kur'an'ı ve sünneti anlamak için de, Allah'ın verdiği akıl nimetinden istifade etmek şarttır. Aksi takdirde çelişkilerden kurtulmak mümkün değildir.
Örneğin günümüz Suudî Arabistan Vahhabîleri, Peygamber'in ve sahabenin ilahlaştırılmaması adına, onların türbe ve mezarlarını yıkmayı, hacerül esvede hacıları yaklaştırmamayı dinî bir görev bilirken, Kabe'nin etrafını kraliyet sarayları ve batılılara ait devasa otellerle işgal etmekte, Kabe'yi adeta kuşatma altına almakta bir beis görmemektedirler. Buradaki ikiyüzlülük, "selefe bağlı kalmak"la açıklanamaz. Öte yandan, 'selefîlik/Vahhabîlik', ilk üç neslin İslam anlayışına bağlı kalmak adına, birtakım tarihî eserleri yok ederek şehirleri, özgeçmişi betondan öncesine uzanmayan modern hapishaneler seviyesine düşürme anlamına gelmemelidir.
Selefiyenin, nihayetinde Allah'ı tesbih ve tenzih etmenin en iyi yolunun yine Kur'an olduğu, Kur'an'dan şaşmamak gerektiği, Kur'an'dan başka bütün yolların (kelam-felsefe-tasavvuf v.d) çıkmaz yol olduğu mealindeki tutumu fevkalade önemlidir. Bir selefiye âliminin (İbni Kayyım), "Bütün kelamî yolları ve felsefî ekolleri araştırdım. Hastaya şifa dertliye deva olacak bir şey bulamadım. Hakk'a giden yolların en doğrusu Kur'an yoludur…" sözleri, geçmişte, hâlde ve gelecekte ihtiyacımız olan yegâne reçetedir. Fakat unutmamalı ki, selefiye Kur'an'ı yegâne kurtuluş yolu gibi gösterirken, aklı o oranda küçümsemekte, akla güvenilemeyeceğini, aklın insanı saptırabileceğini savunmaktadır. Aklı, rasyonalistlerin yaptığı gibi, hakikatin ölçüsü olarak almak da mümkün değildir, selefiyenin yaptığı gibi, nakli yüceltip aklı değersizleştirmek de mümkün değildir. Nakli ancak akıl tartar, nasslar akılla anlaşılır. Aklı olmayanın dini de yoktur. Ebu Hanife türü bir 'akılcılık' rasyonalizm değildir ve insanı dalalete düşürmesi için bir sebep de yoktur. Aklı küçümseyip, nakli yücelttiğimiz zaman, Kur'an'la çelişen yığınlarca rivayeti, sırf 'nakildir' diye masuniyetini muhafaza etmek ve onları dinde önemli bir mevkie yerleştirmek gerekecektir.
'İlk üç nesil' klişesi altında sahabe, tabiîn ve tebe-i tabiînin kutsanması mutlak surette yanlıştır. Her şeyden önce ne sahabe ne de diğer halkalar, yekpare bir kuşak değildir. Onlar da insandı ve her insan zümresi gibi, anlayış ve kavrayışları, zekâ, akıl ve hafıza düzeyleri farklı farklıydı. Sahabe denilen o ilk kuşağın hepsinin bir tek kalıba sokulması, insan fıtratına aykırıdır. Zaten kimi sahabelerin bilinen şöhreti ile kimilerinin adının bile bilinmeyişi bunun bir göstergesidir. Peygamber (a.s) etrafında kenetlenmiş o ilk Müslüman neslin yerine göre Kur'an'da açıkça Allah'ın övgüsünü hak etmiş olmaları, onların tamamının bir bütün halinde algılanıp, her dedikleri ve yaptıklarının kutsal olduğu anlamına gelmez.
Allah Müslümanlara, ilk üç nesli değil, Peygamberi üsvetün hasene olarak göstermiştir. Bununla, ilk üç nesil içinde bulunan pek çok müslümanın örnek hayatının bulunduğu gerçeği yadsınmış olmaz. Şu var ki, ilke bellidir: üsvetün hasene Rasûlullah (sav)'dir. Başka bir şahsın güzel örnek olup olmadığının ölçüsü de yine, Rasûlullah'ın hayatıdır.
Geçmişte İbni Teymiyye benzeri birçok örnekten hareketle, selefîliğin İslam düşmanlarına karşı müdahanesiz bir duruşu temsil ettiğini söyleyebiliriz. Fakat her şeye rağmen, İslam'ın bir bütün halinde, gerçekten de o ilk nesil, yani sahabe içinden birçok müslümanın anladığı gibi doğru anlaşılması gerektiğini kabul etmeliyiz. Biz Müslümanları şimdi ve gelecekte çelişkilerden kurtaracak olan, Kur'an'ı, Allah'ın verdiği değer ölçeğinde bir akılla okumak, akılla vahyin arasını ayırmamaktır. Akletmeyi ve tefekkürü vurgulayan ayetler Kur'an'ın yaklaşık olarak altıda birini teşkil etmektedir.
Dünya siyasetini iyi takip etmek, figüran değil, oyun kurucu bir irade olabilmek için, aklın eşliğinde vahiyden ve sünnet-i Rasûlullah'dan sapmamak gerekir. Aksi takdirde dünya siyasetine yön veren kâfir güçlerin nesnesi olmak sıradan bir iştir.
Günümüzde İslam karşıtı batılı devletler, bilhassa 11 Eylül 2001 tarihinden itibaren, hem halkı Müslüman olan ülkeleri bir biçimde terörize etmekte, hem de oralarda savunmaya geçen insanların yaptığına 'selefî İslam, cihadçı İslam' gibi isimler takmaktadır. 'Cihadçı İslam' tanımlamasında aslında hiçbir sakınca yoktur, çünkü bu, malumu ilam etmekten başka bir şey değildir. Zira İslam zaten cihadçıdır. Yeter ki cihad gerçek cihad olsun. Şu var ki, batılıların bu isimlendirmesinde şöyle bir 'gizli' nifak bulunmaktadır: Sözde uzlaşmasız, 'dik duruşlu' ama ne idüğü bilinmeyen birtakım eylemci gruplar 'radikal', 'selefî' olarak anılarak, İslam'ın bizzat kendisini şaibeli hale getirmek, İslam'ı bağnazlık ve terör dini olarak kirletmek istemektedirler. Çünkü sözünü ettiğimiz ve "ne idüğü bilinmeyen" dediğimiz (sanal veya gerçek) örgütler, mesela 'darul harp fıkhı' gibi bazı kavramlara yaslanarak, birtakım haramları helalleştirmekte veya en azından, hiç beklenmedik bir zamanda, mücadele ettikleri devletlerle bazı uzlaşma oyunlarına girişebilmektedirler. Böylece bir taşla birkaç kuş vurulabilmektedir.
İslam, illa ki 'selefî', 'ehli sünnet', 'şia' gibi kategorilere göre anlaşılmak zorunda değildir. Bu düşünsel kategoriler ciddi olgularsa da, İslam'ı anlamanın yegâne yolları değildir. İslam'ı anlamanın yegâne yolu, Kur'an ve sünnettir. 'Selef' olarak anılan ilk üç nesil Müslümanlar bizim kardeşlerimizdir. Biz Müslümanların, mü'min seleflerimizle, sevgi, velayet, şükran ve hayırla anmak dışında hiçbir problemimiz olamaz. Onların bıraktığı her türlü güzel mirastan faydalanırız. Lakin onların şahsında ve adlarına, İslam'ın dondurulması, kendilerinin de istediği bir şey değildi. Selefin sırf bizden şu kadar asır önce yaratılmış olması, bizleri onlardan değersiz kılmaz. Hucurât suresinin 13. ayeti kıyamete kadar bakî kalacaktır ve bu süre zarfında herhangi bir müslümanın, ilim, ahlak ve salih amel açısından ilk üç neslin seviyesini yakalama, hatta geçebilme imkânı vardır.

* Nitekim Kalem suresinin 42. ayetindeki "bacak" (es-Sâk) kelimesi, hadislerde "Allah'ın bacağı"na dönüşmüş ve Buharî ve Müslim gibi hadis mecmualarında, kıyamet gününde "Allah'ın, bacağını açacağı" haberlerini işleyen rivayetlere konu olmuştur.

Kaynak; http://www.islam-tr.com/forum/konu/selefilik-nedir.7221/

Sex Cihadı Tunus Tv Haberi; http://www.huffingtonpost.co.uk/2013/09/20/sexual-jihad-tunisian-women-return-syria-pregnant-rebels_n_3960370.html

Mehmet Şevki Eygi'nin konuyla ilgili yorumu;
http://www.internethaber.com/eyginin-yazdigi-o-fetva-gercek-mi-658876h.htm

El Arabia Haber ajansının Sex Cihadı Haberi;
http://english.alarabiya.net/en/variety/2013/09/20/Tunisia-says-sexual-jihadist-girls-returned-home-from-Syria-pregnant.html
Bir başka Selefi sapkınık haberi için,
http://www.yurtgazetesi.com.tr/dunya/turk-askerinin-eti-lezzetlidir-h50880.html