Blog başlığındaki "+40" UYARISINI GÖRDÜNÜZ MÜ?

Ey Türk Milleti!
Birinci vazifen seni İslamcılık ve Türkçülükle benliğinden koparan, Araplaştıran din, devlet, ticarette sana yer vermeyen, seni küçük dereceli askeri görevlere vererek ölüme süren, sana hocalık, başbuğluk eden hainlere giydirdiğin tacı geri almaktır. Bunu yapabilmen için seni uyandıracak her türlü bilgi ve belge mevcuttur. Ya özgürlüğünü kazan ya da öl. Kölelikle atalarının kemiklerini sızlatma. Arap Rumların ırkçı kinci ensest sapık dinlerinden çık. Kurtuluşun başlangıcı burasıdır. Aklen kurtulmadıkça saltanatın da olsa kölesindir unutma. Sen özgür birey olmadıkça kardeşliğin önemi yoktur. Devletin her yüksek kademesine göz dik yerini al. Tırsma. Çabala, savaş ve kazan! Birlikte yaşadığın kavimlerle kardeşlik o zaman daha güzel olacaktır. Alaeddin Yavuz

Tarih boyunca atalarımız günümüzdeki kadar, her türlü bilgiye ulaşabilecek böyle bir çağ yaşamadılar.

Bizler tümünden şanslıyız. Buna dayanarak, blog içerikleri binlerce yıldır doğru bilinenleri sorgulamaktadır.

Tedbir olarak yanınızda sağlık ekibi bulundurunuz veya çıkınız! +40 :))

İster bu bloğda, ister okulda, camide veya başka yerde hiçbir yazılanı, öğretileni “sorgulamadan, araştırmadan” doğru kabul etmeyiniz!

Blog yazılarının telif hakları-copyright © “adilyargic; adilyargicc; keykubat.blogspot.com ve keykubat.blogcu.com” rumuzlarıyla yazan Alaeddin Yavuz’a aittir.


Vatan-Millet davası,hiçbir kurum veya kuruluşa havale edilemez, milletçe sahiplenilmedikçe hiç bir dava milli değildir.
Davasına sahip çıkmayan halk da millet değil sürüdür. Adilyargıç/Keykubat.

Yazılarımı ırkçı, etnik,dini ayrımcı bulanlar, Atatürk'e yapılan 26 Kürt isyanı, 25 suikastın arkasında ve 30 yıldır, 50.000 insanımızın ölümünde Kürt Yezidiliği ardında saklanmış gayrimüslüm azınlıkların olmadığını ispatlasın.

Hala okumak istiyorsanız buyurunuz.

Saygılar, sevgiler!

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

22 Mayıs 2012 Salı

EVLİYA ÇELEBİYE GÖRE DOĞU ANADOLU VE CELALİ-KÜRT İSYANLARI

EVLİYA ÇELEBİ’YE GÖRE DOĞU ANADOLU ve YEZİD KÜRT İSYANLARI

Evliya Çelebi’nin (1611-?) seyahatnamesinde, Melek Ahmet paşa, Murtaza Paşa gibi paşaların eşliğinde ve onların verdikleri görevlerle yaptığı elçilik görevl eri ve askerleri ile birlikte yaptığı ziyaretleri, “Seyahatname” kitabında toplamıştır. Ancak verdiği bazı bilgiler abartılı olduğu gibi mezhep ayrımcılığı konusunda da Sünnilik dışındaki bazı mezheplerin kollarına ait dini inanç gruplarını çıldırtacak sözleri vardır. Evliya ayrıca mezhep ve dinlerine bakmaksızın bazı Kürt aşiretlerine çok değer verirken bazılarına karşı da çok açık aşağılamalar yapmaktadır. Bu abartmaları ve ayrımcılığı yüzünden kitabı değerini bulamamaktadır. Ancak “abartma özelliğinin”  bazı mantıklı gerekçelerini kendi kaleminden aşağıya aldım.

Evliya Çelebi’nin PALAVRACILIĞININ Sırrı;
“”Haleb’de İşittiğimiz Karşılamalara Ait Fıkralar;
Seyahate başladığımızdan beri, Dokuz hükümdar ve Yetmiş vezir ile şereflenip hepsinin hallerini gördüm. Gördüm ki vezirler, vükela- ayan ve büyükler, hoş söyleyenler ile şakacılara, gammaz ve boşboğazlara oldukça itibar ederler.
Hatta Haleb’de Murteza paşa efendimizin hünkâr bahçesinde havuz başlında yanında bulunuyordum. Bazı sefa düşjkünü kimselerle sohbet ediyorduk. Çok defa konuşma sırasında mübalağa edip, açık açık yalan söylerdi. Söylediği sözlerin yalan veya doğru olduklarını biliyordum. Çünkü anlattıkları seferlerin çoğunda ben de bulunmuştum. Ben onlarla münakaşa ettikçe, paşa efendimiz onların açık yalanlarını tasdik edip pohpohlardı…” (Seyahatname C-3,S-110-114)

İfadeleriyle Evliya Çelebi devlet ricalinin boş konuşma ve palavraya olan ilgisini keşfettiğini ve dört sayfa boyunca bu tür yalan, dolan, hile, palavralara örnekler vermiştir. Sonunda kendisi de bir “Nedim” olan Evliya’nın hediye, ihsan ve bahşişi çok sevdiğini on ciltlik Seyahatname’si boyunca tespit etmek mümkündür. Kendisi “Nedim” kelimesini “padişahın sözlerinden, muhabbetinden hoşlanıp sohbetlerinde bulundurduğu kişi” şeklinde tanımlamaktadır. Oysa “Nedim” sıfatının karşılığı “Erkek köle’dir”. Sohbetlerde bulundurulan kölelere de “Dalkavuk” denilir.

Evliya Çelebi de aslında devşirme olup, kızkardeşi de Topkapı Sarayı haremindedir ve nedimliğini yaptığı Melek Ahmet paşa ile evlenen I.Sultan Ahmet’in kızı Kaya Sultan’a yalvarması ile kız kardeşini haremden çıkardığını yazmaktadır. Ama kendisini Türk görmeyi sever. Bırakalım öyle olsun, bence pek sakıncası yok. Adlarının başına ve sonuna “TÜRK” adı ekleyen vatan hainlerinin memlekete ettiği kötülüklere, bölücü, yıkıcı ve Türk Düşmanı söylem ve eylemlerine her gün tanık olduğumuz 21. yüzyıl içinde Evliya Çelebi gibi birisi baş tacı edilecek adamdır.

Yalnız, Seyahatname’sini okurken nun nerelerde “palavra” attığını anlamak için o zamanın devlet adamları ile halkının kültür düzeyini iyi tespit etmek gerekir.
Bir çok paşanın okuma ve yazması dahi yoktur ve bunlar sadece savaş meydanlarında ve askeri ocakların tekkelerinde “nazari eğitimle” yetişmiş insanlardır. Bazıları da “isyan etmiş, paşa yapılarak siyandan vaz geçirilmiş tiplerdir. Yani resmen eşkıyalaradır.
Savaşa sürülen halktan askerciklerin gönüllü olmalarını sağlamak için, yanlarında “ölmüş atalarının, derviş, evliya, ulema gibi din büyüklerinin ruhlarının yanında olduklarına, öldüklerinde şehit, kaldıklarında gazi olacaklarına inanmalarını sağlayan “dini taassubun” devlet eliyle gerçekmişçesine savunulması ve telkin edilmesi boşuna değildir.

Devletler, din adamlarınca halka sürekli telkin ettirdikleri ve herkesçe inanılması için her türlü devlet gücünün kullanıldığı bu dini taassup sayesinde, vatandaşlarının çocuklarını kolayca askere almayı başarmaktadırlar.
Evliya’nın gezdiği yerlerde sürekli evliya, yatır, nebi, peygamber, sihir ustalarının mucizelerini vurgulamasının nedeni onun da bu kültürde yetişmesinden ve devlet erkanının bu işi teşvik etmesindendir.

Yalancılık ve palavracılığın devlet adamlarınca sevilmesinin nedeni ise işin aslını herkesin bildiğinden zaten anlatılana kimse inanmamaktadır ama, palavra olduğunun bilinmesi de hoşça vakit geçirmeye yaradığındandır. Ayrıca iyi yalan söyleyebilen birisi esir düştüğünde inandırıcı olabileceğinden, doğru söyleyip itirafları, verdiği bilgileri ile devleti zora sokmadan belki hayatını da yalanla kurtarabilecektir. Uygun zamanda yalancılık çok iyi bir silahtır. Başımızdaki siyasetçilerin bizi “bağımsız” olduğumuza ve onları seçtiğimize 80 yıldır inandırmaları yalancılığın en iyi örneğidir.
Evliya Çelebi’yi okurken bu kıstasları göz önünde bulundurduğunuzda yalan, abartı- palavra ne varsa hepsini kavrarsınız.

Maraş Kalesi (Mar-ı İş)

Maraş Kalesi
Bütün ahalisini ejderha yediği için “Mâr-ı İş’ten”  türetilerek “Maraş” derler. Sultan Dahhak’ın şehri idi. Dahhak’ın iki omuz başını şeytan öpünce omuzlarında iki ejderha peyda oldu. Şehir halkının her gün bir kaçını katledip beyinlerini bu iki yılana verirdi. Sonunda Demirci Gave başkaldırıp Dahhak’ı öldürür.
Hicretten sonra Esved bin Miktad (Kara Miktad) fethedip kulesini yıktı. Bütün halkı asi olup I. Selim 1616’da Mısır’a giderken korkularından itaast ettiler. Yine vilayetleri Zülkadriye (Dulkadiroğulları) oğullarıuna ihsan olundu.Kanuni Süleyman zamanında isyan ettiklerinden padişah fermanı ile bir kale yapıldı. Kapılarının dışında birbirlerine bakan dört aslan resmi vardır. Kale içinde bir mahalle yüz ev ve Süleyman Camii vardır.Anadolu eyaletinden sonra gelse de kanuna göre Anadolu eyaletinin üstünde sayılır.
Sancakları, Ayıntap (Gazi Antep), Malatya, Niğde, Kars, Sanusad..
Her evde akarsuyu vardır. Tüccarlık yaygındır, Türkçe konuşurlar, çoğu Türkmendir. v Bağlarında Ergens nehri akar, Nar her yere buradan gider. Suhte takımı biraz eşkıyadır. Bu şehir Türkistan şehirlerindendir.
Bu yeni Maraş’ın kıble  (güney) tarafında ve halen bağların bulunduğu yerde eski Maraş şehrinin harabeleri vardır. Halen kalıntıları görülmektedir. Şehrin harab olmasının sebebi şudur;

Hazreti Ömer’in halifeliği zamanında (7.yy. 650’ler)bizzat kendileri Kudüs’ü alıp;
-Acep Kayser (Bizans) toprağı nasıl ola? Diye birkaç bin gazi ve Allah’In arslan Düldül’ün sürücüsü Hazret-i âli ile Haleb’e Ayıntab’a ve Maraş’a doğru gelir. Maraş kayseri olan Cimcime ile Maraş halkına bir mektup yazarak Esved Bin Miktad ile gönderir.
Mektupta şöyle yazılıdır;
Evvela bir Allah, ikinci olarak resulü Muhammed Aleyhisselam, üçüncüsü Çar-ı yar-ı güzin tarafından olan bu mektubumuz vardıkta, din-i mübini kabul edip kaleyi teslim edesiniz. Haraç kabul eylemiyesiniz!”
Mektup kaysere okunduğunda Maraş halkı derhal şehri boşaltıp Şir dağına kaçarlar. Böylece terk edilen eski Maraş şehri harab olur. Sonraları (13.yy.)Dulkadiroğullarından Alaüddevle Maraş sahibi olup şehri imar etti. Bu şehre Şir dağından bir pınar akar adına “Pınarbaşı” derler.  Gezinti yeridir. Şehrin bütün bilginleri burada eğlenirler. Bu su şehirde sekiz adet değirmeni döndürür. Kıble tarafından bu nehre karışan bir başka nehir de “16” göz değirmeni döndürür. Bu “24” değirmenin hepsi vakıftır…
Maraşın doğusundaki dağların adı Elbistan sahasıdır. O sahradan akan nehre Aksu derler. Nehrin bir tarafı Ayıtab bir tarafı Maraştır.  Arasında Sir dağı vardır, uçları Arafat dağına kadar uzanır. Bu dağlar ve beldelerde hep Türkmenler yaşar. Lisanları kendileri gibi Buhara illerinden gelmedir.

Bütün Türkler “on iki çeşit lisan üzere” konuşurlar.
Bu kavim ilk olarak Maveraünnehir’den çıkıp Danişmendi, Akkoyunlu ve Selçuk adları ile ayrı ayrı Rum ülkelerine ayak basıp her biri birer ülkeye yerleşmişlerdir. Çeşitli lehçeleri vardır.
Türkmen lisanı Tatarca’dan ayrılmaz.

Türkmen Lisanı;

Rakamları bildiğimiz şekilde bir, iki, üç… şeklindedir. Diğer konuşmaları aşağıda gösterildiği şekildedir;
Allah; Çalab,
Yalvaç; Peygamber
Heykel; Tılsım
Ayine; Cami
Mezkit; Mescit
Faki; İmam
Ünlem; Müezzin
Kancride idin?; Nerede idin?
Acarlı; Yeni
İrvana; Dişi deve
Dar çıkma; Darılma
Onatdur; İyi eyle
Kanciri yalıgan bih?; Nereye gidersine bre?
Gömeç; Ekmek
Livaşe; Ekmek (Kürtler Lavaş diyorlar)
Diğer Deyimler;
Ballı gara; Markub
Kekremsi; Şarap
Dotuk; Duvak
Hilat; Hil’at
Mohdi gibik mi?; Ferace giyermisin?
Bargım yavuncidi;  Karnım ağrıdı
Çöngüldüm; Kocadım, yaşlandım
Yağız anulayın düz neccar;  Bu defa şöyle yap dülger
Karanda Şarlı; Taşrada şehirli
Kekremsi hörpüldedir; Şarap içerler
Irmağa çimmen mi uşak? ;  Çocuk suya (Irmağa) girer misin?
Naşi avanla helesi midin hemi? ;  Bilmediğin adamla söyleşirmiydin?
Uşak; Oğlan (Erkek çocuğu)
Ayine daminin faki musallıkıdır; Caminin büyük imamıdır.
Şu kişi; O kişi, kimse
Ham halet; Çerçi elbisesi
Şarkıdi; Şehirli oldu
Çendi; Makas
Emcik; Memem
Dam dazlak; Çırılçıplak
Damla bana; Çadırda bana
Uyan mı dik bi uşak!;  Benzeyeyim mi dersin be çocuk!
Gil ve gışlı şarlı hörpüldedir;  Kinli kibirli şehre gelir kahve içerler.
Alat sımat; Tiz korıca
Öykünün mü kişi; Uyar mısın adam?
Benidin; Bire neylersin?
Suçuli; Şu murdarı
Belki dehliyenin yerden; Belki gözden uzak yerden
El bizi de dakiyeler kişi;  Halk bizi acebliye adam
Gözgü; Ayine
Taşum; Fikrime (aklıma) geldi.
Gökçük; Güzel
Çıllığdırır bağrım; Yüreğim oynar.
Tahil; Buğday
Delile; Gözet
Birikti alan yere; Bir yere geldi meydane (Olgunlaşıp meydana çıktı)
Çu cemaat; Bütün cemaat, cümbür cemaat.
Çok uşımak kızan; Uşmen oğlanlar.
Taraş; Zağar, tazı (hızlı av köpeği)
Gübler tigen; Küçük zaar, tazı
Dolma; Yuvarlandım
Haşat it; Uyuz köpek
Sankı; Yengi, galibiyet

Bunların daha nice garip lisanları vardır. Birbirlerinin lisanlarını tercüman ile anlarlar. Türkçe şubelerinin Çağatayca kolu en açık konuşulanıdır. Moğol, Bogol, Türk, Kozak, Heşdük, Dağistan, Lazki, Komuk, Tatar, Buhara, Noagri, Uromit, Ulu, Nogay, Geci Nogay, Şeydak Nogay, Haydak Nogay, Bardak Kırım, gibi birçok kavimler hep Türk Tatarlarıdır. Türkmen Osmanoğulları dahi onlardandır.
Amma, Kalmak tatarı yani Çin, Hatây ve Hotin ile Moskof arasında karanlık dünyaya varıncaya kadar yayılan bu kavim başka Tatarlardır.

On iki Tay yani şahları olup “on iki” adet lisanları vardır ki birbirlerini anlamazlar. Dünyayı tutmuş bir ala mecuclardır. Moskof kralı Fağfure Kozak taifesi bu Kalmağ kavminden yılmıştır. Yeryüzünde Cenab-ı Hak iki kavmi gereksiz yaratmıştır.
Biri Mısır yarımadasında on iki melik hükmünde olan Karalar yani Sudan kavimleri (Kuşiler) diğeri de Kalmak kavimleridir. (Seyahatname C-3,S,135)
Maraş şehrini iyice gezdikten sonra “Kars Maraş” kasabasına geldik. Osmanlı ülkesinde “ÜÇ KARS” vardır;
Birisi Erzurum Kars’ı, ikincisi Silifke sancağında (Mersin ilçesi) Kara Taşlık Kars’ı ki harap olmaktadır, üçüncüsü ise bu Maraş Kars’ıdır. Maraş toprağında sancak beyi merkezidir. Halkının çoğu Hamalı Türkmenleridir. Oradan Sarıkamış köyünü geçerek Gksun Yaylasına geldik. Bu yayla öyle ulu bir yayladır ki içinde bir milyon insan ve bir milyon hayvan rahatça yaşarlar.
Gece ve gündüz yeryüzünü kara ve denizden dolaşan seyyahlardan Payamonta (Peye Munte) ile Mimor atlası ve coğrafya kitaplarında yazanların doğru anlatışlarına göre yeryüzünde tam yüzkırk aded büyük dağ vardır. Göksun yaylası da bunlardan birisidir.

Kız- Kadın adları;
Zahrofa, Çiğdem, Mavzeniye, Aşide, Câm, Cameb, Gülhan, Susam, Canzar, Düdlüzar, Cubar, Asida, Abişa, Hevcan, Hondi, Döndü

Türkmen Erkek Adları;
Elemşah, Kılıcalp, Dişbudak, Korkut, Boğaalp, Musladin, Yezid, Mezid, Mozud, Merdan, Seyfali

Türkmen Kabilelerinin adları;
Zülkadriye, Karakeçili, Düblü, Akkoyunlu, Memaplı, Pehlivanlı, Kaçarlı, Dümlek, Yuvacık, Keçeli, Avşarlı, Avcılar, Dedeler, Torunlar. Bunlar hep birbirine bağlı olup Arapgir ile Divriği arasında Sarıkeçili dağında yaylarlar. (Seyahatname C-3,S,135-139)
Giyimleri;
Kadife külah üstüne beyaz destar sararlar, kış uzun olduğundan boyalı kuzu derisinden Okçuoğlu Harvanileri giyerler.

Elbistan

(Kayseri, Niğde ziyaretlerinden sonra) Maraş Kars’ını sağ tarafımızda bırakıp Maraş toprağında Elbistan kasabasına geldik. Düz bir sahrada çay kenarındadır, sırtlarında (yamaçlarında) Eshab-ı Kehf dağı vardır. Bağlı bahçeli bin kadar ev vardır. Maraş paşasının hasıdır. Halkın hepsi Türkmendir. Şehrin doğusu gün geçtikçe harap olmaktadır.
Şehri dışında hayli mesafaede Eshab-ı Keyf  (Kur’an Kehf Suresinde anlatılan olay kahramanları) ziyaret yeri vardır. Fakat bu mağaradan öyle köpek sesi gelmez. Ben şimdilik Eshab-ı Keyf’i üç yerde ziyaret ettim. Hangisinin doğru olduğu belli değildir. Yoksa Tekyanos zulmünde hepsi bir yana kaçtılar da mı böyle değişik yerlerde makamları böyle ayrı ayrı görünüyor? Tarsuslularla Maraşlılar kendilerinde olduklarını iddia ederler ama Tarsus’ta olması mantığa daha yatkındır.

Besni
Kaysere bağlı Besni Kavmi yapısıdır. Hazreti Ömer zamanında fetholunmuştur. Karadenizin ıssız karşı kıyılarında yerleşik olan Besni Çerkezleri bunlardır.  Kale tünemiş doğana benzediğinden Sadrıbaz kalesi demişlerdir. Kale ve şehir Toktamış dağı eteğindedir. Halkı Türkmen asıllıdır.

Antakya/ Hatay;

(Yafes Şehri)
Eski şehirlerden olduğu için her lisanda ayrı söylenir. Antakye, Anatakya, Ayn-ı Yakya, Antakiye ve Antekiye gibi. Ama en çok kullanılanı Entakye ve Antakya adlarıdır.
Antakya’ya Kıptiler Ceberyan (Mısır ülkesi) derler. Çok eski bir şehirdir. Nuh tufanından önce kaleyi Sureyd adında bir hekim küçük bir yer olarak yaptırmıştır. Hazreti İdris (Tut/Lah/ Yehuti) zamanında burasının halkı ilahi dini kabul etmediklerinden cehennem ateşine benzer Semum ateşi ile yanarak yok oldular. Tufandan sonra Nuh’un oğlu Yafes aleyhisselam yöreyi düzenleyip yerleşti. Sonra soyu, çocukları çoğalıp dünyaya yayıldılar fakat yoldan saptıkları için bir kere daha Allah’ın azabına uğrayıp kahroldular.
Tarihçiler bu şehre Dar-ı Hacim ya da Kayserler yeri derler.  Hazreti Süleyman zamanında şehrin şahı isyan edince ordu ile isyanı bastırılır ve şahı esir alınır. Şehrin kayserlerinden Takyanos’tan türetilerek “Tekyanos’un Tahtı” demek olan Antakyanos veya Antiyehos’tan bozularak Antakya olarak adlandırıldı.
Hazreti Davud’un Melik Calut ile yaptığı savaşın yerinde I.Selim ile Memluk Sultanı Gavri savaşı oldu. Gavri savaşın sonucunu beklemeden yedi yüz Askeriyle Halep’e kaçtı. Takip eden I.Selim Halep’i de fethetti. Bıyıklı Mehmet paşa Antakya Valisi oldu.

Habib Neccar’ın Menkıbeleri; (Ölü Diriltme)

“Antakya’nın kurucularından Bist’ül- Gassan adlı bir melikin bir oğlu vardı. O da babası gibi Hz. İsa’ya inanan, imanlı Allah’ı kabul eden biriydi.  Allah’ın hikmeti, eceli ile ölüp Antakya şehrinde gömülmüştür. Yedi yıl geçtikten sonra bu Hz. Habib Neccar’dan bir mucize istediler;
-Bizim hükümdarımızın “Ya Vahid” (Ey-Selam Bir) adında adaletli bir oğlu var idi. Yedi sene vardır ki vefat etti. Onu diriltirseniz hepimiz iman edelim! Dediler.
Habib Neccar (Sevgili Marangoz) derhal şehzadenin kabri üzerine vardı. Dua ederek “-Allah’ın izni ile kalk!” deyince şehzade Allah’In emri ile kabirden çıkıp hayat buldu. Yedi yıl daha yaşadı. Bütün Antakya halkı Müslüman (Hıristiyan) oldular. Ve çocuk o kadar hayır ve adaletle hareket etti ki Antakya’da birçok ibadethane ve hayır yerleri yaptırdı.

Habib Neccar geçinmek için neccarlık (marangozluk) ettiği için kendisine Habib Neccar denilmiştir. O zaman dülgerlerin (çatı ustalarının) piri idi. Sonra Habib Neccar, kâfirler tarafından şehir edildi. Saadetli başı yüksek dağdan yuvarlanarak aşağı şehirde mağaraya düşmüştür. Orada merdiven ile inilir nurlu bir tekkenin içine defnolunmuştur. Şerefli vücudu ise, kale içinde yüksek bir kaya üzerinde mesire yeri olan türbede gömülüdür. Şehid olduğundan beri kabrinde mumlar gece gündüz sönmemiştir. Tekkede hizmet edenler devamlı olarak yakmaktadırlar. Allah’ın emri ile dirilttikleri şehzade Ya Vahid de vefat etmişti. Kalenin içinde Habib Neccar’ın yanında defnolunmuştur. Onun için Hıristiyanlar “Bizim kralımızdır” derler.  Fakat ben tarihte gördüm bu şehzadeyi dirilten Hz. İsa aleyhisselam imiş. Buna deli olarak Yasin (Selâm/ Ey Sin) Suresindeki “Vadriblehüm…” ayeti kerimesini göstermiş. Tefsirine bakılsın demiş. ”

Ayıntap Kalesi (Gazi Antep)

Antep Kalesi
Rum Kayseri şehirlerindendir.  Rum padişahı Cimcime’den Hz. Ömerin komutanlarından Esved Bin Miktad tarafından fethedilmiştir. Burayı kaybeden Cimcime Maraş’a gittiyse de ardından orası da fethedilince cehenneme gitmiştir. I. Ve II. Haçlı seferleri ile elden çıktıktan sonra Cengizhan akınlarından Mısır’ı koruyan Baybars zamanında Memluklular elindeydi. I.Selim zamanında Yunus paşa eliyle Osmanlı’ya katılmıştır. Her evden su geçer. Her evde bahçe, havuz ve şadırvan vardır. Bağlı bahçeli şirin bir şehirdir. Her gün daha da mamur olmaktadır. Dizdarı kaleden çıkamaz. Bir top atımlık ayrılsa katl ederler. Bu şehre “Arabistan Gelinciği” derler. Kutsal topraklardan sayılır. Kadınları ayaklarına sarı çizme, başlarına gümüşten sivri takke üzerine çarşaf bürünürler. Çarşı pazara çıkmaları ayıptır. Daima bağ ve bahçelerinde iyş ve işret ederler (İçip eğlenirler)”R” ile “K” harfini söyleyemezler. Şafi mezhebindendirler. Gazazlar ve mutaflar (Türkmen boyları) bizim pirimiz imam Gazali’dir derler. Bütüne İmam Gazali ve kardeşi Ahmet Gazali Ayıntap’ta gömülüdür. Ali Neccar yakınında Topacık Baba, Kurban Baba, Aydın BABA, Henk Baba, Şeyh Tabbak Efendi gibi yatırları vardır.

Kilis

Halep eyaletinde sancaktırt. Valide Sultan hasıdır. Kalesi virandır. Cum Kürtleri korkusundan şehri etrafı kale gibi kerpiç duvarla çevrilmiştir. Camileri otuz mihraptır. Cemaati bol olan Canbulatoğlu Camii kubbelidir. Bir şerefeli minaresinin benzeri Arabistan’da yoktur.
Halkı kereke giyer. Bütün kadınları gümüş takkke giyip beyaz car bürünürler. Halkı fukaradır.

Urfa (Roha, Ruha, Reha)

Urfa Kalesi ve İbrahim'i ateşe atan Nemrut'un mancınığı.
Bu 30m kadar yükseklikteki sütunlara bakılırsa
 İbrahim Adem soyu bir devdi (Amalika kavmi).
Bu durumda M.Ö 1800'lerde ortaya çıkan
 Yahudilerin atası asla olamaz. Mısırlı tarihçi Maneto'nun
"Yahudiler Cüzzamlı Sürgün Kavimdir" tezi doğruluk kazanmaktadır.
Suruç, Emevilerden Haşim bin Abdülmelik zamanında “600.000” (Altı yüz bin) Türkmen ve Arap’ın yaşadığı bir yedir. Halep’e bağlı sancak beyliğidir. Kars Ağaları her yıl beş yüz atlı askeriyle gelip Türkmen ve Kürt aşiretlerinden “40.000” (Kırk bin) kuruş toplayıp Kars askerine götürür. Suruç vadilerinde yaşayan Kürt aşiretleri Dünyay, Berazi, Kunbik ve Cuna’alardır. Dut bağlarında ipek böcekçiliği yaparlar. El Cezire bölgesine dâhildir.
Çar Melik kalesi, Suruç’un batısında iki saatlik mesafededir. Kal içinde Türkler oturur. İran hükümdarlarından dört kardeş tarafından yapıldığından “Çar Melik (Dört Melik) adı verilmiştir, dört köşe küçük bir kaledir. Buradan Urfa’ya varılır.
Urfa, Nuh tufanından sonra kurulan eski şehirlerden birisi de burasıdır. Semud kavminden, Nemrut’tan önce yaşamış Rohay* adında bir hükümdarın yapısıdır.

*Roha/Ruha, Sabilerin soyundan ürediklerine inandıkları Allah’ın kızı dişi tanrıçalarıdır. Cennetten kovulan şeytan odur. Halen birçok dinde dindarlar çocuklarına tanrılarının adlarını koyarlar. Müslümanlar arasında da “Allah adı konulması bazı tarikatlarda varsa da “Abd-ellah_ Abdullah” şeklinde konulması uygun görülmüştür. Bu kralın adı da baş tanrısı şeytanın adıdır. El Roha, El Ruha da okunur. Musa peygamber zamanından önceleri eski Filistin Sabilerinin dua metinleri olan ve Kudüs’te müzesinde bulunan Nag Hammadi papirüslerinde El Ruha’nın babası Allah’a “cennetten niçin kovulduğunu anlamadığına dair yakarışları geçmektedir.
Sabi dini eski Sümer dininden üreme Akad- Babil dinlerinden kaynaklanmıştır, kökenleri M.Ö. 4.000-3.000 yıllarına kadar uzanır. Tevrat’tan da eskidir. Sabiler bunca yıldır “La ilâhe illallah!” demektedirler. İslam öncesi Sabi kaynaklarına bakılsa adı geçen Rohay’ın “Şeytan” olduğunun ortaya çıkacağı inancındayım.
Sonra Nemrut burasının havasından hoşlanıp yaşadığı sürece ilahlık iddiasında bulunarak tam iki yüz sene burada yaşadı. Hazreti İbrahim’i bu şehirde ateşe attırmıştır. İnanışa göre buraları kayserin idaresinde iken Hz. İs burada bulunan bir kiliseye inmiştir. Onun için buraya “Dir-î Mesih” derler. HYalen bilinir. Havariler burada İncil’i gayet hazin bir sesle okuduklarından o makama Rehavi demişlerdir. Muaviye zamanında Emeviler asker göndererek burayı Rumlardan almışlardır. Abbasi halifelerinden Menun bir sebeple buraya gelip İbrahim Halil türbesini onartmıştır.

Birçok hükümdarın eline geçtikten sonra H.922’de (M.1516) I.Selim Mısır’a giderken Hadım Sinan paşa burayı almış ve şehir Osmanlı eline geçmiştir. Urfa vilayeti mirmiranlık olmuştur. Kalenin asıl adı Urfa’dır. Yakınında Raka kalesi olduğundan adını bu kaleden alan Raka Eyaletine bağlı sancaktır. Nahiyeleri Suruc, Harran, Baka ve Samsad’tır. Yurt sdahipleri Türkmenlerle Kürtlerdir.

Dört mezhepten fetva sahibi şeyhülislamı, nakibüleşrafı, ayan ve eşrafı, sipahi kethüda yeri, yeniçeri serdarı, şehir naibi, muktesibi, bacdarı, şehbenderi ile kaban emini vardır.
Nemrut’un Hz. İbrahim’i ateşe attırdığı iki yüksek sütundan ibaret mancınık kalesi içindedir. Yolları Kürt eşkıyaları sebebiyle korkuludur. Şehrin 22 mihraplık camisi vardır. Önemli olanlarından, kalesi içinde Minaresiz Cami, paşa sarayı yanında bulunan Kızıl Cami Nemrud zamanından kalma eski kiliseymiş. Harun Reşit zamanında camiye çevrilmiştir. Hala minarelerinde Erganon hâneleri vardır.

Dil ve giyim;
Ayan ve ileri gelenlerinin hepsi samur, sincap kürkü veya atlas giyerler. Orta halli olanları çeşitli kısa elbiseler giyerler. Türkmenler ve Kürtler kendi dilleri ile konuşurlar.

Nemrut’un İlahlık İddiası ve İbrahim;

Lanetli Nemrut tanrılık iddiasında bulunup kartal kuşları ile göğe çıkarak, “haşa sümme haşa!” Gök Tanrısı ile savaşmaya karar verir. Bu düşünce ile kartalların sırtından göklere oklar atmıştır. Attığı oklardan birisi kartal bağladığı sandukasının içine kanlı olarak Allah’ın izniyle düşmüştür. Bunun üzerine;
-“Gök tanrısını öldürdüm! Hem yer hem de Gök Tanrısı benim!” Diyerek hem yer hem de gök tanrılığı iddiasında bulunmaya başlamış.
İbrahim’in dünyaya geldiğinde bütün müneccimler;
-Ya Nemrud, Bu saatte bir çocuk doğdu. Senin devlet ve dinine ve canına kast eder. Tez onu bulup öldür! Diye haber verdiler.
Nemrud o gün doğmuş nice günahsız çocukları öldürttü. Urfa içinde “İbrahim Makamı” adıyla anılan ağaç kökü o zamanlar büyük bir ağaçmış. İbrahim Nebi’yi annesi  bu ağaç kovuğu içine sakladığında İbrahim başparmağını ağzına koyup emerek Allah’ın izniyle ondan akan süt ile beslenmiştir. Cibril’in öğrettiği söylenilir. Küçük çocukların parmak emmeleri bundan kalmadır.
Cenab-ı Hak İbrahim’i gönderip onu imana davet ettiğinde;

-Hem yer hem de gök tanrısı olan beni imana davet etmen büyük cesarettir! Deyip Hazreti İbrahim’i tutuklatıp Urfa yakınında bulunan Damlacık dağında büyük bir mağaraya açlık ve susuzluk çekmesi için kapatmıştır. Allah’ın hikmeti ile mağaradan ince bir su akmaya başlar. Dağlar kadar odunlar yığdırıp bir ateş yaktırdı. Hala “Nemrud Ateşi” diye meşhur olup Hazreti İbrahim tekkesi zeminindeydi.
Melek Cebrail’in, İbrahim’in tam ateşe düşeceği esnada gelip;
“-Seni kurtarayım mı? Diye sorduğunda İbrahim’in;
-Beni Allah kurtarır, sığınağım odur! Demiştir.
Lanetli Nemrud o ateşe İbrahim’i mancınıkla attırdığında uçarak ateşin tam ortasına düşünce Cenab-ı Hakk’ın;
“-Ya nar küni berden ve selamen Âla İbrahim!” Emri ile ateş gül bahçesi olup içinden hayat pınarı doğmuştur.
Halilullah tekkesindeki balıkları yiyenler zehirlenir. Buradan balık alıp evine götürüp yiyenlerin öldükleri bilinir.

 Adaletsiz Paşanın Rüyası;

Burada hükmeden halka zulüm eden hiçbir hâkim yaşayamaz. Muhakkak bir kazaya kurban gider.
1256 senesinde yaptığımız Urfa seyahatinde burada Trabzon’lu Ketenci Ömer Paşazade Baki paşa buranın hâkimi idi. Bir gün, Hazret-i Halil-ürrahman evkafını teftiş ve tetkik edip halka hak yönünden görünerek nice yerleri tamir eder şekilde para toplama yoluna düşer. O gece rüyasına bir ihtiyar girer. Boyu çok yüksek olup elinde asası, dilinde “Ya Kahhar!” (Allah’ın adlarından) sözüyle gelip masasındaki bir çok emirleri alır. Asasıyla paşayı döverek sorar;
-Niçin benimevkafıma el koymak istersin?
Derken paşa can havliyle uyanıp yaptığı işten vaz geçer.
Sabahleyin rüyasını bana anlatıp yorumlanmasını istedi.. Ona;
-Hayır ola sultanım! Halil fukarasına sadaka ve kurbanlar gönderip ruhu için hatim okutturun! Dedim.
Dediğimi yapan paşan bundan sonra elini eteğini böyle işlerden çekip temiz bir insan oldu. Urfa böyle bir yerdir. Halkı sevimli, iyi kalpli, imanlı ve Allah yolunda kimselerdir.

Malatya

Merkezi, Nahiyeleri  ve köylerinin halkları Türkmenler  ve İzol Kürtleridir ve buranın Kürtleri Şafidir. Şehrin Acem/İran adı Aspozan’dır. Türkmenler ve Araplar Malatya derler. Grekler Rakbe (Dar-I Rakbe) derler. Adını şehrin kurucusu olan Yunus peygamber soyundan gelen kralın adından alır. Aspoz adındaki kızı şehri mamur ettirmiştir. Meram bağlarında bir mağarada baba-kızın mezarları vardır. Şehrin ileri gelenleri “şehrimizin adı Mal Âtya’dır, çünkü Efresyab burada bulunduğundan Efrasyab’a “mal âtiye” (mal geliyor) demişler. Padişah kayıt kütüğünde de Malayta’dır.
Kürtlerin bulunduğu yer olduğundan dilberleri meşhur değildir. Kürt soyu olduklarından on yaşına geldiklerinde çağları geçer.

Giyim;
İleri gelenleri (Ayan) kürk ve renkli suflar, fakir halkı şal, şapek, orta halli olanlar çuka, çeşitli Malatya bezleri ve huftan giyerler.
Kadınların zenginleri ferace ve yassıbaşı, fakirleri beyaz câra ile örtünüp sivri takke, ayaklarına mutlaka sarı veya kırmız çizme giyerler.
Dil Türkçe ve Kürtçe’dir.

Erkek adları;
Bektaş, Ağa, Haş, Kutlu Ağa, Ata Bey, Rıza Bey, Sinan Bey, Şadı Bey gibi.

Kadın adları;
Havva, Huma, Tenzile, Ünzile, Kelime, Alime, Rukiye, Emine, Kezâban, Gülsünme, Fatime, Hatime, Meryem, Ümmühan, Nisakadın, Züleyha, Çolapverdi, Canverdi, Civanmert, Canbezdi…

Giyim, kürklü han kölesi çoktur. Şirvan, Maden yakınlarında Şayakı, renkli çuhadan Serhaddi ve kantuş giyerler. Fakirleri Bogasi giyerler.
Kadınları çarşı pazarda gezmedikleri ve dışarı çıkmadıkları için kadınlarını bilmiyoruz.  Rabia Adviye derecesinde temiz ahlaklı, dindar, güzel hatunları pek örtülüdürler. Bazı arkadaşlarımızdan işittiğimize göre, kadınları beyaz çarşafa bürünüp (Sabi ve Hint Cin dini kadınlarının kıyafeti) yüzlerinde Bürka (Burka) başlarında altın ve gümüş takke bulunurmuş Elbiseleri de hep ipekten (İslam’da haramdır) imiş.

Gürün
Sıvas Eyaletine bağlı (Bu gün Malatya’ya bağlı) Engel toprağında yüz elli akçelik nahiye kazasıdır. Türkmen ağası hükmündedir. Şehir içinden nehir akar. Buradan kuzeye doğru ilerledik ve Darende’ye vardık.

Darende
Darende kalesi, Sıvas eyaleti Türkmen ağası hükmündedir. Kalesi taşlık bir yerde olup Hazreti Ömer’în çocuklarından Malatya fatihi tarafından yaptırılmıştır. Şehir, Karadoruk toprağında nehir kenarında bin kadar hanesi olan bağlı bahçeli yedi mihrap camili, hanı, hamamı ile çarşı pazarı olan şirin bir kasabadır. Halkı Türkmen ve Ermenidir. Debbağhanesi (Tabakhanesi) meşhurdur. Kırk elli drihem kadar ağırlıkta zerdalisi olur ki sulu ve çok lezzetlidir, kurusunu Arap ve Acem’e götürürler.

Sivas

Darende’den kuzeye doğru yol alarak Sazcığaz’a geldikç Gelişmiş bir köy olup halkı Müslüman ve Ermenidir. Bir kayadan hayat suyu gibi su akar. Buradan kuzeye doğru giderek Mancınık köyü ve oradan da Ulaş kasabasına vardık.
Ulaş;
Sıvas toprağında Türkmen ağası Köçümi burada oturur ve Türkmenlerden Yayla hakkı alır. Ayrıca kadısı vardır. Beş yüz hanelidir. Halkı İslam ve Ermenidir. Memi Kethüda Camii Kanuninin emriyle Mimar Sinan yapmıştır.

Sivas Kalesi;

“Hazreti Zekeriya zamanındaki Maraş kayseri Cimcime Maraş’ı kurmuştur ve Sivas’ı da kardeşi olarak kurmuştur. Bazı tarihçiler Sıvas’ı Kiyomers’in bazıları da Dahhak-ı Mari’nin kurduğunu yazarlar. Kiyomers Sivas’ta gömülüdür. Onun zamanında Sivas’ta Kızılırmak kenarına kadar ekilmedik toprak kalmazmış. Bağdad Halifesi Harun Reşit zamanında Seyyid Cafer Gazi yardımı ile İslamların eline geçmiştir. Bunu Danişmendoğullarından Nik Hisar (Niksar) fatihi Sultan Melik Gazi, Selçukluların yardımı ile tekrar almıştır. Yıldırım Beyazıt zamanında Osmanlılara geçmiştir. Sivalılar Timur’a sevgi gösterisinde bulunarak karşılamaya çıkmışlarsa da Timur burayı Osmanlı’dan alıp yakıp yıkmıştır. Bütün bilginlerini ve ulemalarını öldürmüştür. Bu yüzden Sivas halkı arasında bu olay şu deyimler dile getirilir;

-“Sana öyle bir iş eylerim ki Timurlenk (Topal Timur) Sivas’a etmemiş ola!” Derler.

Yıldırım Bayezit’in oğlu Çelebi Mehmet zamanında şehrin imarına başlanır ve iki kale birden yaptırılır. II. Bayezit zamanında  (1495-1520) Acem şahı Erzurum, Kemah, Sivas, Tokat taraflarını “Miras malım, arpa çukurum!” Diyerek ele geçirdi. I.Selim zamanında geri alınmıştır.

Harap olan eski Sivas’ta halen bahçesiz ama suyu olan evlerden ibaret kırk adet mahalleleri vardır. Kayseri Kapısı mahallesi, Ermeni mahallesidir. Ayrıca Rum (Hıristiyan ama ırkı belli değil) mahallesi de vardır. İki adet kalesi birbirinden bir ok menzil kadar uzaktadır. Birisini Çelebi Mehmet tarafından yaptırılmıştır. Camileri, medreseleri, Sıbyan mektepleri (ilkokul), tekkeler, hanları hamamları çeşmeleri boldur…

Divriği

Yenvan tarihine göre ilk yapıcısı Hazreti Süleyman’dır. Divrik adında bir dev varmış. Aydıncık şehrinde Belkıs’a büyük bir saray yaptırırken bu Divrik hizmet etmekte inad edince yakalanıp nice sene bu Divrik kayasında bir mağarada hapis kalmıştır. Sonra Hazreti Zekeriya zamanında  (Yaklaşık 600 ile 800 yıl sonra)Sivas kalesinin sahibi bu Divrik’i yaptırmış ve adına Süleyman Nebi’nin hapsettirdiği devin adından Divriği denilmiştir. (Zerdüşt ve Hindu dinlerinde tanrı soyu olan devlere, Daeva, Div, Dev denilirdi. Buradan bağlantı kurmuşlar. Bölge Ermenileri, Sabiler, Yezidi Kürtler ve İslam öncesi Araplar da bu devlere “Cin, Şeytan, Tanrı” oldukları için tapınıyorlardı.)

Sonra hükümdardan hükümdara geçmiş, Hazreti Ömer evladından Emir Ümran Lokman Danişmendlilerin yardımıyla burayı almıştır. Sonra gene Rumların eline geçmiş ise de Hicri 487’de Selçukluların eline geçmiştir. Çelebi Mehmet döneminde Osmanlı’ya, Bayezid-i Veli (II. Bayezit) zamanında Acem Şahı Tokat’a kadar buraları almıştır. Çıldır savaşıyla I.Selim zamanında Osmanlı’ya dönmüştür. Camileri, hamamları vardır.
Halkı ayan ve büyükleri garip dostudur. Fakirleri bile gece misafirsiz kalmaz. Nüfusu çoğunlukla Rum, Türkmen, Kürt ve başka milletlerdendir. (Pasaport kanunu olmadığından her milletten insan gelip yerleşebilmektedir. Çıplak Hint fakirleri, Arap çileci dervişleri gibi sürekli yurt değiştirenler de her yerde vardır.)

Buranın kedileri başka hiçbir yerdeki kedilere benzemez. Çok terbiyelidirler. Trabzon, Sinop, Mısır evlahının kedileri de meşhurdur ama buranınkiler hiç birine benzemez. Senede kırk elli kadar kediyi insafsızca boğazlayıp derilerinden kürk yaptırıp giyerler. Rusya’nın sincap kürklerinden hiç fark edilmeyen kırmızı renkli bir kürk olur. Batısında bağlar bulunur, havası hoştur.”
Eğin Kalesi/Şehri
Eğin denmesine sebep bu şehri kayserlerden Kisravih’in Eğin adındaki güzel kızının yaptırmış olmasındandır. Ömer bin Lokman burayı almıştır. Tekrar Rumlara geçmişse de Harun Reşit zamanında Seyid Cafer Battal Gazi tekrar fethetmiştir. Bu değiş tokuş Selçuklu, Bizans, Osmanlı arasında sürmüştür. Üç yüz kadar Hıristiyanı örfi tekalüften muaf tutulur. Yağı meşhur olup çarşısı yağcılar ile doludur. Okçuları bol olduğundan “Kemancılar Diyarı” da derler. Askeri sınıfları, Sinekeş, Kemankeş ve Serkeş yiğitlerden kurulur.

Harbid/ Harput Kalesi

Makdisi tarihinin yazdığına göre Hazreti Zekeriya zamanında Buhtunnasr yaptırmıştır. Bazı Hiristiyanlar “eşeğe” taptıklarından dolayı Acem lisanında bu şehrin adı “Harput” tur. Diğer bir deyişe göre, burada havarilere gölge yapmış dikenli bir söğüt ağacı varmış. O yüzden “Harbid” demişler.
Bazıları da buranın toprakları dikenlik olduğundan “Diken getiren” anlamında “Harbirid” demişlerdir. Osmanlı defter kayıtlarında Hasan Zeyyad Ülkesi olarak kayıtlıdır.

Buradan padişahla sefere katılan askerler gece çadırlarını bulmak için birbirlerine “Ya Ahad!” diye bağırırlar.
Sivas’a “Rum, Rum” diye, Diyarbekir’e “Amid, Amid” diye oran çağırırlar. Harput için de “Hasan Zeyyad!” diye bağırırlar. Diyarbekir’e bağlı sancak merkezidir.
Harput kalesinin iç kalesi göğe baş çekmiş olup acaib ve garip bir yalçın kaya üzerine taştan inşa edilmiş dört köşe sağlam bir hisardır. Bir kapısı vardır. Kale içinde bin kadar toprak örtülü ev vardır. Tek minareli eski bir camisi vardır.
Timur ilk gelişinde kaleyi fethedememiş ancak dönüşünde ele geçirebilmiştir. Kalenin çevresinde hendeği vardır. Dış kalesi iç kalenin varoşu durumundadır. Bu dahi eskiden sağlam bir kaleymiş ama tamire ihtiyacı vardır. İç kale ve meydan cami minaresizdir. (Yezidiler minare yapmazlar, binanın üstünden okurlar.) Aslanlı ve zahiriye camiilerinin medreseleri vardır. Azarhatun, Devasudiye, Ağa camileri nazik minarelidir. Altı adet medresesi vardır. Kaleden dışarıda Feth-i Bâp tekkesi büyük asitanedir. Kale, Cemşid ve Dede adlarında üç hamamları vardır ve halka açıktır. Bu kale içindeki evler biçimli ve güzeldir.
Harput (Eski Elazığ) iki yüz elli haneli bir camili gelişmiş bir zeamettir. Bütün halkı, hırsız ve yol kesen İzoli Kürtleridir.
Halkı Türkçe ve Kürtçe’yi güzel konuşur. Bütün halkı Türk ve Kürtlerdir.
Ayanları Büyük Köseler, Küçük Köseler, Karındaşoğullartı ve Munzıroğullarıdır.

Harput Gölü
Şehrin batı tarafında bağ ve bahçelerle çevrilmiş şehirden iki saat (yürüme) uzaklıkta bir gölü vardır. Yılan zehiri gibi acı suyu vardır. İki kişi çevresini bir günde gezebilir. Kaynağı Van gölüdür derler.  Gerçekten Van deryasının balıkları burada da bulunur. Göl içinde bir ada vardır, üzerinde yaklaşık üç yüz haneli bir köy kurulmuştur. Boyacılık ve terzilikle geçinirler. Adada bir kilise vardır. Taptıkları eşek burada ölmüştür. Bütün patrik ve rahipler eşeğin cesdeini mumyalayıp kilisenin zemininde yer altına “dört ayak üzerinde dikilir vaziyette saklamışlardır. Güvenilir kimselerden öğrendiğimize göre, eşeğin şeb çerağ gözlü, altın sırmalı, çullu olduğu anlatılır. Ama ben görmedim. Eskiden Hıristiyanlar bu eşeğe taparlarmış. Yerini kilisenin hizmekârları dahi bilmezler.

Pertek Şehri

Bu ismin verilmesine sebep şudur. Moğol lisanında “Karakuş’a” PERTEK” derler. Buranın kalesi üzerinde tunçtan bir karakuş vardır. Her yıl NEVRUZ GÜNÜNDE KANAT ÇIRPIP BÜTÜN Kürt kavmini şehir pazarına toplamak için işaret verirmiş. Bunun için şehre Pertek denilmiş. Hicri 19.yılda Halid bin Velid bu kale ile Diyarbekir kalesini feth edince bu kuş heykelini yıktırmıştır. O kuş tılsımının yeri hala kale üzerinde bellidir. Şehrin ilk kurucusu Hıristiyanlardır. Molla İdris Bitlisi yardımı ile Bıyıklı Mehmet paşa eliyle I.Selim zamanında kale teslim olmuştur. İstanbul’dan gelen emir ve fermanlarda lakabları “Cem Cenâb” olarak yazılır. Hükümettir. Osmanlı devletinin kurallarına göre beyleri tayin olunur. Kalesi, Murad nehri kenarında yalçın kayalar üzerine kurulu dört köşeli ve küçüktür.

Sağman Kalesi

Halef İdris’in dediğine göre Abbasiler zamanında Kara Amid yani Diyarnbekir meliki bu kayalarda keklik avlarken bir kayadan sağmal sesi gelmiştir. Melik hemen o kaya üzerinde kurbanlar kesmiş ve kaya iki parça olmuştur. Buradan bir gün bir gece Tekyanos altınları akmış, melik de o altınlarla bu kaleyi yaptırmış ve adına da “Sağmal’dan” değiştirilerek “Sağman” denilmiştir.
Bitlis Hanı Abdal Han’ın dediğine göre de burayı Sağman adında bir Kürt beyi yaptırmıştır. Abdal Han ecdadından Şeref Han burada beylik yapmıştır. Halid bin Velid tarafından faeth edilmiş, sonra Bıyıklı Mehmet paşa eliyle I. Selim zamanında Osmanlı’ya katılmıştır. Suru Murad nehri kenarında bir yalçın kaya üzerinde dikdörtgen şeklndedir.
Çemişkezek
Çemşid’in bir kölesi kaçıp bu sarp diyarlara gelmiş ve çok zengin olmuştur. Çemşid korkudan bu kaleyi yaptırınca “Çemşid- Kenzik’ten yanlışlıkla “Çemişkezek” denilmiştir. Diyarbekir eyaleti sancak beyi merkezidir.
Murad nehrinden uzaklarda Ovacık nahiyesinde Munzur Baba Aziz’in dağından doğan küçük bir pınarı olup Murad nehrine karışır. Bu nehir her sene Ağustos ayından başlayıp kırk gün acı ve kırk gün tatlı akar. Nehrin güzel ve lezzetli balığı vardır. Eğer ziyaret yanında avlanırlarsa balıklar pişmez. Pınarın kuzeyinde bir dağ vardır. Orada Munzur Baba’nın diktiği bir ağaç vardır ki gayet siyahtır. Bu ağacı kim keserse zarar görür.

Palu

H. 921 tarihinde Selim Han’ın veziri Bıyıklı Mehmet Paşa’ya itaat edip yine mülkü kendisine ihsan olunmuştur. Hala Diyarbekir eyaletinde hükümettir. Babadan oğula geçerek idare olunur. Emirlerde bunlara “Cem Cenâb” diye lakab yazılır. Savaş halinde hâkimi iki bin askerle sefere çıkar.  Askeri, silahlı, başı saçlı, alaca başlıklı, acaip kılıklı erler olup sefere çıkarlar. Kalesi Murat nehri kıyısında Kahkaha kalesi gibi göğe uzanmış yüksek bir kaledir.  Hiçbir taraftan bağlantısı olmadığından fethi mümkün değildir. Kayalar arasından Murad nehrine inen bir suyolu vardır.
Şattülarab’ın üç kolundan birisinin kaynağı buradadır.  İskender’in burada oturacak bir yeri vardır. Bir kolu da Ergani’de Taht-ı Meşan denilen yerden çıkar, turnagözü gibi berrak, cana can katan bir sudur.
Şattın öbür kolu da Harput ile Ergani arasında Demirkapı ile Çınarlı deresinden gelip sözü edilen üç kol Berdenic denilen büyük gözlü bir köprüden geçer sonra Yecil nehrine karışır.
Murad Nehri kıyısında bin adet toprak örtülü evden oluşan Kürt ve Ermeni köyü olup zeamettir.

Çapakçur

Meşhur İskender Zülkarneyn’in Makdisi tarihine göre iki boynuzu varmış(!). Bundan ızdırap duyarmış. Binlerce hekim bu derdine çare bulamamış. Sonunda suyuaramak için karanlıklara gidip şifa bulayım demiş. Yine şifa bulmak için Basra’da Şattülarap’tan içtiğinde karnının ağrıları dinmiş, boynuzları küçülmeye başlamış. Sonra Şat suyundan içip Diyarbekir’e gelmiş. Faydasını bulamayınca Batman’a geçip orada Kefgender suyundan için haz duymuş. Dere boyunca suyundan içe içe Bitlis’e gelince nehir iki kola ayrılır. On üç deresinden gelen nehirden de içerse de fayda görmez.
Bitlis kalesinin sağ tarafından akan gözelerden içince hemen kale kayası dibinde istirahate geçip safa eder.  Uykudan uyanınca o nehrin doğduğu yere gidip yedi gün içip sonsuz hayatı bulur. Boynuzunun (!) biri düşüp kalır.
-Bre medet, Basra’dan beri içtiğim sular meğer bu saf sudan imiş! Diyerek Bitlis adındaki hazinedarına binlerce kese para verip;
-Çabuk bu yerde bana bir kale yaptır ki ben bile büyüklüğümlew kuşatsam fethinden aciz olam! Diye ferman eder.
Hazinedarı kaleyi yaptırmakta iken İskender hekimlerin isteği ile seyahata çıkarak Bitlis’ten bir günde Muş sahrasına oradan da Çapakçur dağı eteğine gelip çadırını kurar. Burada zevk ve safa ederken diğer boynuzunu (!) da düşürür.  Faydasını gördüğünden Makdisi lisanına göre “Çapakçur”  der ki “Cennet Suyu” demektir.
Bilginlerden Filkos’u çağırıp der ki;

-Bu kadar zamandır benim gözdelerimdiniz. Ağrıma ilaç bulamadınız. Devayı, Cenab-ı Allah cennet nehirlerinden verdi. Çabuk burada benim için bir kale yapıp adını “ÇAPAKÇUR” koyunuz!.

Emir çıkınca inşaatına başlanıp 315 günde kale inşaatı tamamlanır. Murad nehri kenarında göğe yükselen bir kale olup sanki Ferhad yapısı köhne bir yapıdır. Kulelelri ve burçları büyük taşlardan yapılmış beşgen şeklindedir. İçindeki evleri bahçesizdir.
Abbasilerden ve Bitlis hâkimi Abdal Han’ın büyük dedelerinden sultan Evdallah’ın eline geçmiştir. Çıldır savaşından sonra I.Selim zamanında Osmanlı’ya geçmiştir. Vilayetleri kendilerine ihsan olunmuştur. Kürdistan’daki dokuz adet ocaklık sancağından birisidir. Toprakları Mirmiranlık kadar geniştir. Cami ve mescidi vardır. Bingöl yaylasına çıkmak için Çapakçur köprüsünden geçmek isteyen Halti Çekvani, Yezidi, Zaza, Zebari, Lulu, İzoli, Şakağı, ve Kiki aşiretlerinden iki yüz bin insan ile bir milyon koyun ve diğer hayvanlardan Çapakçur beyinin adamları “öşür vergisi” alırlar. Yayladan inerken de “yayla hediyesi” alırlar.

Genç
Bu şehrin hâkimi, H. 911 senesinde Çıldır savaşından sonra şehrin yetmiş adet anahtarını Yavuz Selim’e ayak tozuna yüz sürerek teslim etmiştir. Bu güzel hizmetlerinin karşılığı olarak bütün halkı ağır yükümlülüklerden af olunup idaresi eski beyine bırakılmıştır. Bunlara padişah tarafından yazılan yazılarda “Cenab-ı Meab” olarak hitap olunur. Böyle müstakil olan beş hükümet, Cezire, Eğin, Palu, Hazo ve Genç’tir. Genç hükümeti ikinci derecedir. Şeyhülislam’ı ve nakibi Bitlis’tedir.

Sivas Yenişehiri
Düz bir vadide Sivas nahiyesi dâhilinde bağ ve bahçesiz toprakla örtülü bin haneli, halkı Müslüman olan yeni ve güzel bir şehirdir.
Sıltan IV. Murad Bğadat seferine yöneldiğinde ikinci veziri Kara Mustafa Paşa bu şehri kurdurmuştur. Bir cami, bir hamamı, iki mescidi ve sıbyan mektebi, büyük kâgir yapı hanı vardır. İmaretleri kiremit ile örtülüdür. Sivas, Tokat- Zile yolu üstünde olduğundan günden güne gelişmiştir. Hanın Sivas kapısı içinde Hindi Baba ziyareti vardır.

Zile Karyesi
Türkçe’de halı ve kilime Zili denildiğinden burada da halı, kilim dokumacılığı yaygın olduğundan Zile denilmiştir.
Yapıcısı kayserlerden Avanih’tir. Selçuklulardan Kılıçaslan ile Müslüman toprağı edilmiştir. Timur istilasında burayı harab etmemiştir. Çelebi Mehmet döneminde Türkmenlerden Osmanlı’ya geçmiştir. Yetmiş tane camisi vardır. 12 adet “ebcet” okuyan” sıbyan mektebi vardır. Pazaryer, Tekke, Paşa hamamları yanında yirmi kadar saray hamamı vardır. Halkının hepsi Türktür. Reayası (halk) vardır.

İskilip Kalesi
Selçuklulardan Sultan Alaeddin’in fethidir. H.817’de eşrafı olan Türklerin elinden Çlebei Mehmet almıştır. Timur istilasında bütün eşkıyaları Timur’un tarafına geçmişti. Sonra nice kale vey yerleri ele geçirmişlerse de Çelebi Mehmet hepsini geri almıştır.
Yüksek bir dağın üzerinde burç dişleri düzgün taşlar ile yapılmış altgen yüksek bir kaledir. Varoşu dereli, evleri bağlı bahçeli küçük evlerdir.
Her camide medrese, müderris ve talebesi vardır. Burası zevk ve sefa yeri olmayıp ilim yeridir. Üç yüz kadar Kur’an hafızı, kırk kadar ebced okutan sıbyan mektebi vardır. Çarşısı bedestanı yoktur.
Türk şehri olmasına rağmen halkı birbirinden çekinir. Hatta paşa efendimizi kondurmak istemedilerse de Murtaza paşa efendimiz üç gün kalarak parasızı yiyip içip kondu ve göçtü.
Ziyaret yerleri arasında Şeyh Hz. İskilipli Muhyüddinkaddese, Muslıhiddün Attar, Şeyh Şam’lı Hamza, Şeyh Mısır’lı Abdurrahman, Şeyh İbrahim Tenuri, Şeyh İskilip’li Fahreddin (Şeyh Yaves), Ali Kuşçu’nun damadı Ebussuud Efendi’nin ceddidir.

Muş Şehri (Yedi başlı ejder)

Van eyaleti hükmünde, Van gölü sahilindeki Tahtavan (Tatvan) subaşılığına iki, Bitlis’e bir menzil uzaklıktadır. Şerefname tarihinin yazdığına göre, bu Muş şehri Azerbaycan şehirlerinden eski bir şehirdi. Sonra Van gölünün kuzeyinde Adilcevaz kalesi yanındaki Sübhan dağında mhapus durup, kırk- elli senede bir sesi duyulur yetmiş seksen senede bir kere on günkadar Sübhan kayasından kuyruğunu çıkaran yedi başlı bir ejder, o sırada bütün Nemrutları (Dev insanları) yiyerek Allah’ın emri ile yine Sphan dağındaki mağarasına girip mahpus kalmıştır.
Sonra yine Cenab-ı Hak lanetli Nemrut kavmine Muş sahrasından büyük bir fare yaratıp bütün Nemrutları yedirip Muş halkını yok ettirdiği için şehrin ismine Muş derler. Muş’un çıktığı mağara halen şehirden görünmektedir. Bu mağara içinde olan fare ve sıçan çeşitleri hiçbir yerde yoktur.
İskender’in Filkos adlı hekiminin tılsımı ile Muş sahrasında asla sıçan ve fare olmaz. Timur Osmanlı üzerine yürüdüğünde bu Muş şehrinin kalesini harab, evlerini turab, halkını kebab etmiştir ki halen kalıntıları vardır. Muş sahrasının ağzında bir dağın eteğindedir.

Çanlı Kilise
Bu kilise bütün milletler arasında meşhur olup yılda bir kere yüz bin kişi bir arada yedi gün yedi gece çadırlar kurulup alışveriş yapılır. Yükler bozulup bağlandıktan sonra kervan Revan (Erivan) yoluna koyulur. Van veziri ile Bitlis Hanının ve Atak Beyinin Müslümanları hazır olup tüccarları ve mallarını korurlar. Kilise her ne kadar üç hükümetin arasında ise de Van vilayeti sınırına yakın olduğundan Van veziri daha çok asker getirerek daha çok vergi alır.
Kilise, Muş sahrasının kuzeyinde sık bir orman, bağ, bostan içinde iki yüksek kubbeli büyük bir kilisedir. Yaptıranı bilmiyorum. Dört yanında yüzlerce patrik ve rahip odaları vardır. İmaretinden her gün gelene gidene binlerce kap yemek verilir. Üç yüzden fazla hizmetçileri vardır.
Her birisi İsa kilisesinde dem vurup Rehaviş makanında İncil okuyunca ölü gönüllere sanki Mesih kanı bahşederler. Misafirlere o kadar saygı gösterirler ki, şıra, hurma ve çeşitli nebatlar yedirip her gece yüzlerce diba, şib, zurbaf ve gecelikler serip hizmet ederler. Büyük bir vakıftır. Papazlar Avrupa’ya kadar bütün Hıristiyan ülkelerine gidip bağışlar toplarlar.
Nice binlerce kişi Rum, Arap ve Acem’den toplanıp adaklarını kiliseye getirirler ve ne hayır ve muradları varsa dua edip dşarı çıkarlar. Allah’ın hikmeti günden güne bütün muradları yerine gelir. Nice Müslüman ve Müslüman olmayanlar tanbur, çenk, santur, ney, musikâr, karadüzen ve çökürü bu kilisedeki ziyaret yerine koyup ertesi gün alıp öyle ustaca çalarlar ki sanki Hüseyin Baykara faslıdır.
Buraya gelenlerin çoğu şair ve mahir olup “Bu ilim bize Çanlı Kilise’den verildi” sevdasında bulunurlar.
Kilise içinde karanlık bir köşede bir kabir vardır adına “Sıyp Garabeyt” derler.  Hazreti Yahya’nın amcası olduğunu söylediler. Rumlara sordum, Hazreti İsa’nın halifeleri bulunan havarilerdendir dediler. Garip ve acayip bir yerdir.

Bingöl Yaylası

Önce Çanlı Kilise’den Atabeyi adamları ile kuzeye Uryan dağlarda yedi saat yol aldık. Vardığımız çimenlik boğzada atlarımızı çayıra salıp bir gece sohbet ettik. Oradan kuzeye Bingöl yaylasındaki dağa geldik. Yeryüzündeki yüz kırk sekiz yüksek dağdan birisi olduğu coğrafyas kitaplarında geçen Elbruz dağının bir kolu olan Bingöl yaylasının en yüksek tepesine iki buçuk, üç günde çıkılır. Elbruz dağının tepesi bulutlarla örtülü ve karanlık olup soğuğunun şiddetinden insanlar çıkamazlar. Yolu olan yerlerine Kıtak, Hıdak, Komuk ve Çerkez aşiretleri çıkıp bazı madenleri çıkarırlar. Ama Bingöl yaylasındaki dağın üzeri açık olup yedi adet çimenlik geniş düzlükleri vardır. Yaylanın kuzeyi Erzurum, batısı Sivas, Kıblesi (güneyi) Diyarbekir, doğusu Van ve Acem ülkeleridir. Gayet gelişmiş olan bu yayla yılın yedi ayı boyunca insanlarla doludur. Kış gelince herkes aşağı iner.
Yaylanın mhasulleri beşinci iklimdeki dokuz dağdan en verimli olanıdır. Çeşitli bitki ve otlar arasında kimya otu da vardır. Nice defa yaylada otlayan binlerce koyunun dişlerinin altın ve gümüş gibi parladığı görülmüştür. Sarı, kırmızı, mor tutyalar vardır ki kokularından insanın dimağı kokulanır. Bütün sürmeciler bu tutyaları toplayıp göz ağrısına tutulanların gözlerine sürme ederler. Allah’ın emri ile uzağı görme mümkün olur.

Bingöl’ün Göllerinin Özellikleri;

Bingöl derler ama nice bin göl vardır.
Hızır Gölü, İlyas Gölü, Rul Gölü, Nir Gölü, Movadin Gölü, Belam Gölü, Belam İbn Baur bu gölün kuzeyinde Erzurum’a yaslı Ereğli dağında yatar. (Belam, Tevrat’ta geçen Allah’ın sevdiği bir kâhin’dir.)

Kuş Gölü, bir avcı bu gölde kuş avlayıp gölde yıkarken kuş canlanıp göle dalarak kaybolduktan sonra Allah’ın emri ile etrafında bin göl meydana gelmiş ve hangisinin “Hayat Suyu” olduğu karıştırılmıştır. Onun için Kuş Gölü derler.
Harem Gölü, girip yıkanan kadınlar yağlı ve besili olurlar, doğumlarda güçlük çekmezler.
Er Gölü, Burada yıkanan adam her bakımdan kuvvet bulup cinsi kudreti artar.
Kıllı Gölü, bir çocuk buraya girip üç kere yıkansa kılları artar.
Miskin gölü, bunda yıkanan birisi ya cüzzam hastalığından kurtulur ya da ölür, denenmiştir.
Muhannes Gölü, Bundan içen mutlaka korkak olur.
Cebbar Gölü, bunun suyundan içen insan veya hayvan merhametsiz olur.
Ballı Göl, Şekerden tatlı olup sabah vakti kenarında Diyarbekirin Gezengerisi gibi kudret helvası bulunur.
Kanlı Göl, her sene mutlaka birisi boğulur.
İçme Gölü, üç kere içen on beşe kere ishal şerbeti içimişçesine müshil olur.
Salbaş Gölü, Yedi kere içen bütün hastalıklardan kurtulur, sıhhatli olur.
Bike Gölü, bu gölde bulunan balığı yiyen cima (cinsi ilişki) erbabı olur.
Hatun Gölü, suyundan içen kadın hamile kalır ve ciması bile lezzetli olur.
Sendban Gölü, suyundan içen kötü ahlaklı, hiddetli ve intikamcı olur.
Kasım Gölü, içinde gümüş, altın, mücevher olan küçük bir göldür. Bunlardan almak için giren boğulur. Çobanoğullarından bir melik buranın suyunu başka bir tarafa akıtmak istemişse de gölden sayısız köpek balığı ve başka haşerat çıkıp çalışan işçileri yok etmişlerdir.
Kerkes Gölü, Her yıl birçok akbaba gelip yıkanıp giderler. Suyundan içenin sakalı bembeyaz olur.
Zırnık Gölü, Yezidi ve Halti Kürtleri bu gölde yıkanarak kıllarını döküp, kılsız giderler.
Şur Gölü, suyundan hangi yemeğe katılsa çok lezzet verir.
Diğer göllerinin de suları lezzetli olup yıkanan çamaşırda bile sabuna gerek bırakmaz. Bunlarınbalıklarından hiçbir gölde bulunmaz.

Diyarbakır

Seyahatname C-4 S.430-460
Evliya’ya göre, Yunus peygamber Musul Araplarından ilgi göremeyince buraya gelmiştir ve halk mucize istemeden ona iman etmişlerdir. Amalak (Devler halkı)kızlarından yıldız gibi temiz ve zengin bir kız ona iman etmiş ve Yunus’un ona verdiği bilgiler ile siyah granit taşından bir kale yaptırmıştır. Bu yüzden İranlılar bu kaleye “Diyar-ı Bikr” (Kız Diyarı, Kız Bölgesi, Kız Şehri), Rum tarihçileri, kara taştan yapılan kale duvarlarına atfen “Kara Amid” (Kara Taş) demişlerdir. Padişah defterinde de böyle yazar.
I.Selim zamanında Diyarbakır hâkimi El Melik-ül Muzaffer’dir. Çıldır Savaşına giderken Diyarbakır halkı yol kesip Müslüman askerine Kemah, Tercan, Bayburt, Hanice yollarında epey zarar vermişlerdir. Durumu öğrenen I. Selim (Yavuz) Diyarbakır hâkimine mektup yazıp eşkıyayı yoldan çekmesini ister. Gelen cevap ise “ Eğer Şah İsmail’den intikam alabilirsen benim de Diyarbakır’ımın iki yüz bin tüfekli Kürt’ünden intikam alasın” şeklinde söylenmiş bir savaş ilanıdır.
Şah İsmail’i hezimete uğrattıktan sonra Erzurum’a dönen Selim, Bıyıklı Mehmet paşa komutasına verdiği yüz bin askeriyle Diyarbakır fethine gönderir. Kaleye yapılan yetmiş hücum sonunda Dağ ve Mardin kapıları yıkılır, askerler kale içine yürüyüşe geçtiği anda İmadiye Hâkimi Molla İdris kırk bin askerle yardıma gelir. Yardımı gören Kürtler savaşmadan kaleyi teslim ederler. Perişan bir halde kaleden ayrılmalarına izin verilen “çıplak Kürtler” *Mardin’e giderler orada da barınmalarına izin verilmez.
*(Hindistan Keşmir, Pencap’ta yaygın olan, kadınlarına beyaz çarşaf ve peçe giydiren, erkekleri çıplak gezen Cin inananlarından “Digambaraların= Çıplaklar, Göğü Giyinenler”  Sabi- Yezidi uygulaması olan Şeyh Rumi talebeleridirler. Bağdat seferine çıka Dördüncü Murat’ta karşı çıkmaya yeltenmişlerse, istedikleri vergi indirimlerini alınca vazgeçmişlerdir.)

Kalenin fethini Rum tarihçileri “Feth-i Selim Han bedesti Ebuşşevarib Mehmed paşa bi ianeti Molla İdris” (Bıyıklı Mehmet paşa eliyle ve Molla İdris yardımı ile Selim Han Fethi) şeklinde kayıt etmişlerdir.
 Şehir Üç Tuğlu Vezarettir.  Sekiz sancağı Kürt beylerinindir. Bıyıklı Mehmet paşa zamanında Müslüman oldukları için tanınan haklarla göreve tayin ve görevden azilleri kabul etmezler, ölen beyin yerine oğulları yoksa akrabaları geçer. On iki sancağı, sekiz yurtluk ve ocaklığı vardır. Hükümetler Cezire, Eğil, Genç, Palu, Hızo’dur. Hepsi savaş esansında vezirleri ve emrindeki muhtelif askeri birlikleriyle savaşa gitmek zorundadırlar. Mir Şehri, Mir Pesan, Mir Kançuk… gibi üç yüz kadar boyları vardır.

Çermik
Diyarbakır toprağındadır. Ilıcalı Çermik de derler. Sancak beyi merkezidir. Bahçeli evleri vardır.

Kâhta
Kömürdağı eteğinde, bağları bahçeleri olan eski tarz evlerden oluşan bir kasabadır. Halkı Türkmendir. Fırat nehrine uzaktır.

Giyim
Erkekleri, atırm yapmadan hepsi sanur, libaçe, ve samur kürk giyerler. Atlas, Kemha, ve öteki atlas çeşitleri de giyerler. Fakirleri Levandora, Çuka, orta hallileri Prankona, Saye, Çuka ve Kontuş giyerler.
Kadınları, hepsi beyaz çarşafa bürünüp yüzlerine kıl örtü, başlarına da sivri altın ve gümüş takke giyerler (Beyaz Sabi, Yezidi ve Cin dini kadınlarının kıyafetlerindendir. Sivri başlıklar ise Türklerde de vardır. Ayaklarına mutlaka çizme giyerler. Kadınları çarşı pazara çıkmazlar ve ev hamamlarında yıkanırlar. Kadınları ve küçük kızları dahi sokağa çıkarlarsa erkekleri azarlanır.
Halkı, Kürt, Türkmen, Acem (İranlı)dir. Halkın geneli Ermeni’dir. Dilleri, Türkçe, Kürtçe, Ermenice ve Arapça’dır. Dicle Ceziresinden sayılır. Zira Fırat ile Şatt arasında El Cezire derler.

El Cezire Bölgesi;

Fırat nehri ile Şatt nehri arasındaki bölgeye verilen addır. Bölgenin kuzeyinde bulunan yerler; Diyarbakır, Ergani, Harput, Pertek, Sağman, Çemişkezek, Çapakçur, Gene (Genç), Atatk, Ciska kasabası, Kolp (Kulp) Tercil, Mihraniye, Muş’tur.
Palu Murat nehri dışındadır. Malatya ve bölge dışında sayılır.
Güney Cezire ise, Çermik, Haze, Deyr, Ane, Selme, Merkısa, Rasafe, Raka, Harran, Hisar, Roha (Urfa), Rumkale ve Birecik’tir.
Hizan, Maksin, Tel Cezire, Kefer Susa, Beled el Hatip, Şehr-i Hızır kaleleri ile Hadise Dicle Ceziresinin tam ortasında kalırlar. Hazreti Ali ile Hazreti Ayşe’nin Sıffin Savaşını ettikleri Caber kalesi Fırat’ın doğusunda olmakla beraber El Cezireden sayılır.
Mardin, Hısayn, Keyfa, Hastepe, Sencar, Tel Huvar, Musul, Nusaybin, Cizre, İmadiye ve Akra kaleleri Şatt suyunun doğusunda ve Cezire adasının dışında kalırlar.

Mardin ve Saçlı Kürtler (Cinci Yezidiler)

Uzun saçlı  ÇİLEKEŞ Hint Keşişleri
(İsa bunlardan türetilmiş gibi)
Rum ve Grek tarihçilerinin bu kale hakkında kendilerine göre birçok özellikler yazmalarına sebep olmuştur. Tarihçi Makdisi’ye göre,  kaleyi peygamber Yunus, kışları Beled El Hatip şehrinde oturur, yazları ise Mardin dağındaki büyük mağaraya gelir kalırdı. Bir gün dağlarda bir ejderha (yılan türü) belirdi, Yunus’a inananları ve bölge halkını yemeye başladı. Halk, Yunus’a gelerek onu öldürürse kendisine iman edeceklerini söylediler. Ona da gelen peygamberlik kuvvetiyle vurduğu bir taşla yılanı öldürdü. Üç bin kişi iman edip ona komşu oldular. Dağdaki yılan ejderin adından “Mar(yılan) dağı” anlamında Mardin dediler.

Babil, Asur, Pers, Grek, Roma, Bizans idarelerinde yaşayan şehir son olarak Bıyıklı Mehmet paşa ile Molla İdris İmadi’nin komutalarındaki yüz bin askerle I.Selim döneminde Osmanlı idaresine katılmıştır.
Aşdı, Şakağı Kürt aşiretleri, Türkmen aşiretleri ile çöl bölgelerinde konar- göçer Tay kabilesi Arapları yaşamaktadır. Halı vergi vermeyi pek sevmez ve bilekli, yürekli paşalar olmadıkça buradan gelir sağlamak zordur.
Sincar dağlarında Saçlı Dağ adı verilen yerde yaşayan “kırk beş bin-45.000” Yezidi ve Babiri *Kürdü, Diyarbakır Valisi Firari Mustafa paşadan korkmayıp en ufak hediye bile vermemişler.
*(Yavuz’un Babür Hanlığındaki Himalaya dağlarından getirttiği Kürtler)
Melek Ahmet Paşa, Diyarbakır valisiyken Saçlı Dağı Yezidi Kürtleri Mardin köylerini yağma ve talan etmişler, dağdan inerek tüccar ve çiftçilere eziyet etmişlerdir. Bütün şehir halkı paşaya gelip dert yanınca şikâyette bulunanları dinlemeyi ret etmiştir.

İçinden pazarlıklı olduğundan gizlice hazırlıklar yapıp, asilerle işbirliği yaptığını tespit ettiği Bitlis Hanı Abdal Han’a da yazdığı mektupla onu kızdırır ve ortalık kızışır.  Bölgeden asker toplamaya başladığında bazı Kürt aşiretleri hediyeler getirerek Ahmet paşayı yatıştırdıklarını sanırlar. Ama Bitlis Hanı ile aralarında bir çatışma beklenirken, o,  hazırladığı kuvvetleriyle Mardin’in Yezidi Kürtleri üzerine gizlice gönderdiği Mehmet Emin paşa ile onları bozguna uğratır. Yedi yüz (700) asker kaybına karşılık saçlı Yezidilerden “3.060” üç bin altmış ölü alınmıştır.

Bunlara “saçlı” denmesinin sebebi, kadın gibi uzun saçları olup yıkanmadıklarından her yerlerini bit ve pireler sarmıştır.  Elbiseleri alaca sof, şal ve şapkedendir. Kuşakları ipekten satıkları da alaca serbend ipektendir. Ayaklarına pöçüklü, palsandi, sadisi hezari, kepkepli ve kuyruklu adlarıyla anılan pabuçlar giyerler.
Silahları, kılıç, hançer, tüfek ve cabdır. Cab, bele bağlanan ok ve yay konulan şeydir. Kurşun atmadaki hünerleri “pireyi gözünden deveyi dizinden vuracak derecededir. Tüfeklerinin hiçbir kıymeti yoksa da iyi nişan almaya yarar.

Bunlara öteki Kürtler “Sekiz bıyıklılar” derler. Çünkü ikisi olağan bıyığı, ikisi kaşları, ikisi burun deliklerinden çıkan kılları, diğer ikisi de kulak deliklerinden çıkanlarıdır. Vücutları kara koyun pöstekisi gibidir, ağızlarına pabuç sığar. On yaşına gelen çocukları yirmi yaşındaymış gibi tüylenirler.
Kadınları topuklarına inen uzun etekler giyerler ve “Bir yıl“ taşımadıkça çocuklarını doğurmazlar. Çocuklarına ilk önce “Anne sütü” yerine “Siyah Köpek Sütü” verirler.  Memleketlerinde köpeğe yabancı birisi korkudan bir taş atsa onu sorgusuz öldürürler. Hepsinin evlerinde en az on on beş köpekleri vardır. Yemeği önce köpeğe verirler, onu doyurduktan sonra kendileri yerler. Bin kuruşa, on katıra “siyah köpek” satın alırlar.
Soğan ve peyniri daima koyunlarında gezdirirler. Birisi bunların yanında soğanın başını vurup ezse acımadan onun da başını ezerek öldürürler.

İçlerinden zengin birisi ölse, onu soğan suyu ile yıkarlar ve mezarına da soğan ekerler. Bunlardan birisine;
“-Padişah olsan ne yersin?” Demişler, o da;
“-Soğan cücüğü yerim!” Demiş.
Evliya Çelebinin bu konudaki sorularına gerçek inançlarını söylemeyip “Soğan iyidir! Diye cevap vermişler.
Bu Kürtlerin çevresine bir çember çizsen o çizginin dışına çıkmaları imkânsızdır. Ancak onlardan birisi gelip o çizgiyi bozarsa o çemberin dışına çıkabilirler. Yoksa öleceğini bilse o çizginin dışına çıkamaz!
Bölgede bir köpek doğursa “şenlik” yaparlar. Bir siyah köpek ölse ağıtlar yakarak soğan suyu ile yıkarlar ve kefenleyip köpek mezarlığına gömerler. Ölen köpeğin ruhu için yaşayan köpeklere “koyun kebabı” yedirirler.
Aslana benzer köpekleri vardır ve bunların memleketlerinde asla “kurt” yoktur. Sencar dağında Akli, Kızıllı Mervani, Şeymani ve Nasıri gibi din ve mezhep düşkünleri vardır.

Melek Ahmet Paşanın saldırısından sonra uysallaşmışlarsa da yerine gelen Mustafa Paşa’ya aynı hürmeti göstermemişlerdir. Evliya Çelebi, Mustafa Paşa’nın mektubuna “helvacı kağıdı” kadar değer vermedi , bütün iş adamlarının ortasında okuttu.
-Bizi Melek Ahmet paşa ile korkutmayın, duyduk ki o Van’a gidiyormuş, onun gibi tedbirli bir vezir ne geldi ne de gelecektir! Bu Mustafa paşaya “on katır yüzü veririz başka da bir şey vermeyiz! Demişlerdir.
Öyle de yapmışlardır ve haber ve hediyeleri Firari Mustafa paşaya ulaşınca o da kızıp saldırı fermanları
yazdırmıştır.

Siirt;

Eski tarihçilerin yazdığına göre Yezdicürd Şah (Sasani imp, M.S.200-400) yapısı eski bir beldedir. Hükümdardan hükümdara devir edip sonunda Hazreti Ömer evladından Hz. Abdullah Yezid kavmi elinden fethetmiştir.  1517’de I. Selim’in veziri Diyarbekir valisi Bıyıklı Mehmet Paşaya, Molla İdris’in teklif ve tedbiri ile bu Siirt hanı itaat edince memleketi kendisine ebedi olarak bırakılmıştır. Sonra hanın bütün sülalesi ölünce Diyarbekir’in sancak merkezi olmuştur. Diyarbekir valisi ile memur oldukları sefere giderler. Kürdistan kavmi içinde Siirt askerinin çadırlarını bulmak isteyen teşrifat üzere “Dar-ı Said” diye çağırıp öyle bulur. Arap dilinde şehrin adı “Dar-ı Said’dir”.
Burası Kürdistan ise de halkı Arapça konuşur. Kürtçe, Türkçe ve Ermeni dilini bilirler. Bir Şeriat hâkimi vardır ki şeyhülislamdır. Dört mezhepten müftüleri vardır. (Seyahatname IV. C. S.752)

Bitlis;

Divan dağı ile Uveyh dağı arasında geniş, kayalık bir vadi içinde Uveyh deresinin solunda, İskender deresinin sağında iki nehrin birleştiği yerde yüksek bir kayalığın üzerinde kurlumuştur. Her bir taşı fil kadar olan güzel bir kaledir. Ta tepesine altı yüz adımda çıkılır. Yolu çok sarp olup doğudan batıya uzuanan dört köşe şeklindedir. Doğu tarafında gayet yüksek bir burcu vardır. Aşağısı da cehennem deresi olduğundan öldürülecek kimseleri buradan aşağıya atarlar ve düşen cesed paramparça olur.
Bu yüzden kalenin öteki adı da “Kanlıklae’dir”. Kule dişlerinin sayısı 660’tır. Her kule çifte mazgallı olup bekçi kulübelerine sahiptir. Nöbetçileri gece gündüz görevde tetik olup hiçbir insanın kaleye girmesine izin vermezler. Çevre uzunluğu 2900 adımdır.
Van eyaletinde ayrı bir hükümettir. Şehre gelen kervanların vergileri Han’a, şehirdeki Yakubi ve Arap halkının vergileri ise Van askerine aittir. Her sene bir ağa gelerek vergileri toplar ve askerlerine maaş verir.
Bu kaleye en çok Azerbaycan hükümdarlarından Karakoyunlu Yusuf Celali ile Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan sahip olmuşlardır. Abbasi halifelerinden Evhadullah zamanında İslam toprağı olmuş, devri kısa sürdüğünden Uzun Hasan burayı ele geçirmiştir. Bitlis Han’ı I.Selim’e itaat edince buranın idaresi babadan oğula geçmek şartıyla hanlara verilmiştir. Padişah fermanlarında lakap olarak “Han-ı Âlişan” diye yazılır.
Bitlis’te “110” cami vardır. Cemaati en çok olan, İskender pınarının kenarında köprübaşında bulunan Şerefüddin Camisidir. Yukarı kalede kaleyi yaptıran Bdlis’İn yaptırdığı Mitra tapınağından Kiliseye, ondan da Abbasi’li Evhadallah’ın camiye döndürttüğü Bidlis Camii vardır. Camii medreselerinde öğrenim gören çocukların kafaları karışmasın diye kapı aralıklar bile keçeyle kapatılarak ses yalıtımı sağlanır ve öğrencilerin abdest suları dahi ısıtılarak verilir. Ders dışında stranç oyunu, iki öğrencinin birbirini öldürmesine neden oluncaya kadar yaygınmış. Sultan şeref, Gökmeydan, Versengi, Hacıbey, Huteybe gibi medreseleri, Memidede, Karişi, Alemdar, Şeyh ül Arab, Şeyh İbrahim, Mağara mescidi gibi mescidleri vardır. Yetmiş mektep, yetmiş çeşme, kırkbir sebili vardır.

Yirmi kadar Nakşibendi, Gülşeni ve Bektaşi tekkesi vardır.
Gerçi Kürdistan’dır ama Samur kürklü han kölesi çoktur. Orta halli olanlar Şirvan yakınlarında, Maden kasabasında çıkan şayakı, renkli çuhadan serhaddi ve kantuş giyerler. Fakirleri Bogasi giyerler.
Kadınları beyaz çarşafa bürünüp yüzlerinde bürka, başlarında altın ve gümüş takke, elbiseleri de hep ipekten imiş. (İpek, beyaz çarşaf-peçe, burka Yezidi, Sabi kıyafetleridir.)

Rojiki denilen Bitlis Kürtleri aslında eski Kürtleden olmalarına rağmen lehçeleri diğer “12” Kürt dilini konuşanlarca tercüman olmadan anlaşılmaz. Fakat bunlar diğer “12” Kürt dilini gayet güzel konuşurlar. Bitlis Han’ı Abdal Han, şair, edip, yazar ve bilim sahibi kimsedir. Rojki kavminin özel dillerine göre nice kelimeyi toplayıp bir muhannes şiir yazmıştır. Segâh makamında Semai usu7lünde okunur.

Bitlis’in Efsanesi;

“”Rum ve Acem tarihçilerden Makdisi tarihi sahibi Sultan Sultan Şerefüddin’in Şerefname adlı kitabında bildirdiğine göre meşhur İskender Zülkarneyn’in Makdisi tarihine göre iki boynuzu varmış(!) Bu iki boynuzu yüzünden Zülkarneyn adını almış.
Bir başka söylenişe göre de “32” otuz iki yıla “1 karn” derler. Eflak da (Zodyak, Çark- Felek) 32 yılda bir döner. İskender ise iki kere “felek devri” geçirdiğinden ve hükümdarlık ettiğinden kendisine “Zülkarneyn” denildi.
Bundan ızdırap duyarmış. Binlerce hekim bu derdine çare bulamamış. Sonunda suyuaramak için karanlıklara gidip şifa bulayım demiş. Yine şifa bulmak için Basra’da Şattülarap’tan içtiğinde karnının ağrıları dinmiş, boynuzları küçülmeye başlamış. Sonra Şat suyundan içip Diyarbekir’e gelmiş. Faydasını bulamayınca Batman’a geçip orada Kefender suyundan için haz duymuş, gözü nurlanmış. Dere boyunca suyundan içe içe Bitlis’e gelince nehir iki kola ayrılır. On üç deresinden gelen nehirden de içerse de fayda görmez.
Bitlis kalesinin sağ tarafından akan gözelerden içince hemen kale kayası dibinde istirahate geçip safa eder.  Uykudan uyanınca o nehrin doğduğu yere gidip yedi gün içip hastalıktan kurtulur. Boynuzunun (!) biri düşüp kalır.
-Bre medet, Basra’dan beri içtiğim sular meğer bu saf sudan imiş! Diyerek Bitlis adındaki hazinedarına binlerce kese para verip;
-Ey halis kölem, hasların hassı! Çabuk bu yerde benim paramdan binlerce kese harcayarak bana bir kale yaptır ki ben Çapakçur’dan dönünceye kadar tamamlansın. Ben bile büyüklüğümle kuşatsam fethinden aciz olam! Diye ferman eder.
Bu ferman çıkınca bütün usta, bilgin ve mühendislerin meşhurlarını çağırıp uğurlu bir saatte kalenin inşaatına başlarlar.
Hazinedarı kaleyi yaptırmakta iken İskender hekimlerin isteği ile seyahata çıkarak Bitlis’ten bir günde Muş sahrasına oradan da Çapakçur dağı eteğine gelip çadırını kurar. Burada zevk ve safa ederken diğer boynuzunu (!) da düşürür.  Faydasını gördüğünden Makdisi lisanına göre “Çapakçur”  der ki “Cennet Suyu” demektir.
Bilginlerden Filkos’u çağırıp der ki;
-Bu kadar zamandır benim gözdelerimdiniz. Ağrıma ilaç bulamadınız. Devayı, Cenab-ı Allah cennet nehirlerinden verdi. Çabuk burada benim için bir kale yapıp adını “ÇAPAKÇUR” koyunuz!.
Emir çıkınca inşaatına başlanıp 315 günde kale inşaatı tamamlanır. Murad nehri kenarında göğe yükselen bir kale olup sanki Ferhad yapısı köhne bir yapıdır. Kulelelri ve burçları büyük taşlardan yapılmış beşgen şeklindedir. İçindeki evleri bahçesizdir.

İkender Çapakçur’dan dönünceye kadar Bitlis kaleyi bitirir ve içine yerleşir. İskender Çapakçur’dan döndüğünde kaleye girmesine izin verilmeyince kızar ve kaleyi kuşatır. Ancak bir türlü ele geçiremez.
Kendi söylediği, “ben bile büyüklüğümle fethedemeyeyim!”  sözünü unutmuş olsa gerek ki, Bitlis için;
“Bre kâfir köle bana asi oldu!”  Diye yakınır. Topladığı deniz gibi askeriyle yedi gün boyunca durmadan saldırdıysa da sonuç alamaz ve Bitlis’e;
-“Amandır, suçunu affettim ey köle hadi çık dışarı da gel! Dediyse de Bitlis oralı olmaz ve gönderilen elçileri kabul etmez ve İskenderin ordularının üstüne zemberekli mancınıklarla öyle taşlar atar ki birçok Grek askeri telef olur. Kuşatma ve amansız savaş kırk gün sürer. Kırkbirinci gün kalenin dibindeki mağaradan öyle bir arı sürüsü çıkar ki İskenderin askerini, ordusunu bütün hayvanlarıyla birlikte dağıtır. Boynuzlarına henüz çare bulmuşken birden kelleyi kulağı kaybetme derdine düşen İskender, büyüklüğü bir kenara bırakıp, “Yiğitliğin onda dokuzu kaçmak, onada biri de hiç görünmemektir! “ kuralına uyarak çareyi güç bela Muş ovasına sığınmakta bulur. Ne de olsa iri eşek arılarına karşı askerin bir tedbiri yoktur.
İskender’in kuşatmayı kaldırması üzerine “İskenderin ordusuna karşı kale savunmasını başarıyla yaptığına inanan Bitlis te orduyu takip ederek konakladıkları yerde İskender’in önüne giderek boyun eğer ve yanında getirdiği çok miktarda para ve ziynetin bulunduğu kutuyu da takdim eder.

Şaşıran İskender der ki;
Bre mel’un! Niçin asi oldun da bu kadar askerimi helak ettin?
Bitlis hemen;
-Efendim, bana, “Sağlam bir kale inşa et ki kuvvetli olarak ben bile ordumla muhasara etsem fethinde güçlük çekeyim!” Buyurdunuz. Ben de emrinize uygun olarak böyle bir İskender seddi çektim! Der.
İskender onu af edip, kalenin idaresini de Bitlis’e verir. Onun için bu şehre kurucusu Bidlis’ten alınma “Bitlis” demişlerdir. Acem tarihçileri de bu kaleye İskender’in Tahtgâhı” derler. Yenvan tarihinde “Pezgar Megalo Aleksandre” Denir ki “Büyük İskender Kalesi” demektir (M.Ö.340’lar).””

Evliya Çelebi’nin Bitlis Anıları

Melek Ahmet Paşa’nın Bitlis Han’ı Abdal Han Tarafından Karşılanması;
Kefender Kalesinden ayrıldıktan sonra Evliya anlatmaya başlar;
“Oradan yine paşa efendimizle kalkıp doğuya doğru sarp ve taşlık içindeki Bitlis nehri kenarınca gittik. Zeriki dağı taraflarında Çemende bayırı denilen yerde büyük bir dere içinden Bitlis nehri baş aşağı akıp Keyfa kalesi altında Şatt nehrine karışır.
O sarp yerde Bitlis Han’ı Abdal Han’ın askeri göründü. Baktık ki Abdal han atından inmiş, koşarak paşaya geliyor. Eteğini öpeceği esnada paşa atından indi, birbirleriyle kucaklaşıp öpüştüler. Hayli sohbet ettikten sonra Han dedi ki;
-Sultanım, hemen ata binip ileride kahvaltı edesiniz!
Paşa yine atına binmiş sekizer kat mehterhanesini döğerek gidiyordu. Baktık ki çimenlik bir dere. İçindeki Acem (İranlı/Farsi), Türkmen ve Kürt tarzında obalar, Osmanlı gölgelikleri ve çadırlar ile sanki lâle bahçesine dönmüş. Paşa bu iç açıcı yere varıp çadırında kaldı. Bir anda tamamen altın ve gümüş tepsiler, fağfuri (Çini), balgami () ve mertebani (Dereceli ) kâseler ile bir sofra kurulmuştu. Melek Ahmet paşa efendimizin üç bin askerine üç bin nevgerine ve karşılamaya gelen şehir ayanına etrafta olan Kürtlerin ileri gelenlerine yettikten başka, çimen üzerine binlerce sahan çeşitli yemekler dökülmüştü.

Oradan hareket edilirken Han hemen paşanın huzurunda yer öptü. On iki adamı yetmiş adet hana bağlı işret (aşiret) beyleri de saygı gösterisinde bulunup yere kapandılar. Han dedi ki;
-Efendim, bu istirahat ettiğiniz yedi aded otağ ve çadırlar sultanımın sefa etmesi içindir. Kabul buyurun. Huzurunuza gelen elli aded gümüş sahanlar ve yüz aded fağfuri mertebaniler ile bütün yemek kabları sultanımındır. Dört Çerkez, dört Gürcü ve dört Abaza köleler dahi sultanımın köleleridir.
Sonra el öptü. Paşa da kemerinden Sultan Murad Han hançerlerinden sivri uçlu ve keskin bir hançer çıkarıp hediye etti. Kendi eliyle Han’ın beline bağladı. Bir samur (Samur kürk) Han’a üç kürk de çocuklarına, yetmiş aded kuşaklık altın yaldızlara bulanmış hilatları Han’ın adamlarına giydirdi. Sonra atına binerek mehterhânesini çaldırıp yola çıktı.

Bitlis’li Yezidi Mollasının Sihir/Büyü İşleri;

O dere ve tepeler üzerinden Bitlis şehrine diye giderken Hanın büyün adamları bir adamın başına üşüşmüş gülüşerek, şakalar ederek gidiyorlardı.
Ben;
-Acaba bu hay-huy, anlamsız şakaların ve gülünçlüğün sebebi ne ola? Diyerek ileri vardım.
Garip kıyafetli, çirkin görünüşlü bir Kürt’ün başında kuş yuvası olacak kadar uzun bir sarık vardı. Ancak meşale topu olmaya layık sarı, kırmızı, beyaz, yeşil karışımı bir de sakal vardı ki tâ kemerine inmişti.
Zayıf bir ata binmişti, eline iri bir yılan almış altındaki fakir ata o fukaraya yılan ile kamçı gibi vuruyordu. Fakat beygirin adım atacak hali kalmamıştı. Ağzının salyaları çeşme gibi akıyordu, gözünde ise asla fer kalmamıştı. Dört ayağı sanki nane çöpü gibi (çok ince) olmuş, bütün kemikleri teker teker sayılıyor, sağa sola yalpalayarak sersem gibi yürüyordu. Elmacık kemiklerine ikişer torba asmış, o fakir at ise ahrete ayak basmıştı sanki. Yine böyle iken o fakir atı kamçılıyor, kâh inip kâh biniyor, bu çirkin herif sanki hayvanla oyun oynuyordu. Bütün halk ta bunun için gülüşüyordu.

Hanın Kurban Ali adındaki kölesi herife bir altın verip;
-Canım molla Mehmed, küheylana bir kamçıcık eyle! Dedi.
Ben;
-Hey aşık, bre ol kamçıyı vurup koşturursa o son koşusu ahrette olacak! Dedim.
Hemen yılandan kamçı ile o zayıf hayvana vurdu, dizgin düşürüp o sarp kayalara çıkıp Han ile paşanın yanından yıldırım gibi o at ile öyle bir geçti ki bütün paşalar hayrette kaldılar. Hanın askerleri ise gülüştüler. Yine öte baştan geriye doludizgin kayadan kayaya atını çökerterek şimşek gibi gelerek Hanın askerleri arasına girdi. Hemen herifin yanına vardım atı soluyor mu diye? Atının yüzüne gözüne baktım. Ne gözünde nur var ne solur ne durur. Böyle bir alamet yok.
-Sübhanallah, bu ne sırdır? Derken herif bana gülerek;
-Ne çok bakmışsın satın mı alırsın? Bu at benim büyük dedelerimden kalmıştır. Paşan dahi istese bunu vermem. Dünya halkı buna paha yetiştiremez!

Diye bir takım sözler söyledi. Hanın çaşnigirbaşısı (Yemek tadımcısı) Mustafa dedi ki;
-Evliye Çelebi, sen bu zayıf atı ne sanırsın? Bu Hanın külhanında (çok büyük ısıtma amaçlı mangal) bir tomruk kütük parçası idi. Han bu mollaya alaya binmek için bir at vermediği gibi;
-Melek Ahmet paşa alayına karşı benim alayımı küçültürsün, alaya gitme! Diye tembih etmişti. Hemen bu molla gidip külhanda bu tomruğa bir efsun etti, bu şekilde zayıf bir at oldu. İşte ona binerek burada böyle marifetlerle gösterişte bulundu. Ama Han pek gücendi. Zira sizin paşa bu atın bu şekilde meydana geldiğini öğrenirse;
-Hanın simyacıları ve kimyacıları varmış! Der.
-Bu cihetle Han sonunu düşünerek endişelenip çok üzüldü!
Bu hali öğrenince aklım başımdan gitti ve;
-Bre çaşnigirbaşı, Hazreti peygamberi seversen sen ne dersin? Dedim.
Çaşnigirbaşı;
-Hazreti sultanın temiz ruhu için böyledir. O molla, yârandan ve zevk sahibi kimsedir. Kâh bir sütun parçasına, kâh tekneye, kâh küpe, kâh posta, kâh böyle bir ağaç parçasına binip bir efsun eder. O an binip ne tarafa giderse gider. Kedi, koyun, köpek ve diğer canlı her şeye binse Hazreti Ali’nin düldülü gibi oynattırıp cirit oynatır! Diye yemin etti.
-Ben buna inanmam. Mutlaka bu sırrı öğrenmem lâzım gerek ! Diyerek Çaşnigirbaşına rica ettim.
-N’ola, düş yanıma! (Haydi gidelim!)
Deyip molla Mehmed’in peşinden Hanın bağına vardık. Hemen molla o at ile bağın arka kapısında içeri girdi. Kimsenin görmediğini sanarak külhana doğru gidince yaya olarak üç adamımla kendisini takip ettim. Attan inip elindeki yılanı çakşırı içine koydu ve çömelerek yere oturdu. Yine çakşırından bir uçkur çıkarıp zayıf atın boğazına bağladı ve bir nara attı. Orası hemen karanlık oldu. Benim gözlerim karardı ve bir baktım ki külhan içinde dallı budaklı bir kütük meydana gelmemiş mi? Drhal çaşnigirbaşı dedi ki;
-Ey molla, rüzgâr gibi süratli atı külhana bağladın!

O da;
-Han dedikleri pis bana bir at vermedi. Ben de böyle yaptım. Vallahi billahi saray Frasi Bağdo’ya binsem gerek idi. Amma Osmanlı alayı geldi, beni bağlarla diye tomruğa binmişim!
Diye cevap vererek olanları inkâr etmedi. Sonra;
-Bunlar kimdir? Diye bizi sordu. Bizimle henüz tanışmamıştı zira! Çaşnigir;
-Allah kelâmının hafızı ve paşanın nedimi olup yanında bulunur! Dedi. Bunun üzerine son derece sevinç duyup bizimle dost oldu…”
Evliya Çelebi Molla Mehmet’in başka göz bağcılıkları konusunda başka tanıklıklarını da anlatır. Bunlardan birisi, Bitlis kalesinin kapılarını kapatıp, işeyerek bütün kaleyi sidikle doldurur, herkes anadan üryan soyunup boğulmamak için yüzmeye ve bir yerlere tutunmaya başlarlar. Uzun süren bu hikâyenin sonunda iki tası birbirine vurarak sihri bozduğunda kalenin bir yerinde bir damla ıslaklık bulunmadığına ve soyunup çıplak kalanların da alay edilerek aşağılandıklarına tanık olduğunu anlatır.

Bir başka sihir tanıklığında da çuvaldan çıkardığı bir yılanın kalenin ortasına giderek devleştiğini ve gözlerinden çıkardığı ateşlerle insanları korkuttuğunu, sonunda Molla Mehmet’in bu yılana binerek hızla şehri terk ettiğini anlatır.  Bu gösterilerine başlarken ortaya koyduğu bir çuval vardır. Çuvalı bıraktıktan sonra tamamen soyunur ve Melek Ahmet Paşa önüne gelerek, “Huzurunuzda soyunmam edep dışıdır ama bakınız ki bende uzuv yoktur der. Baktıklarında tenasül uzuvlarının olmadığı gibi dışkı deliğinin bile olmadığını görürler. Bitlis’te buna benzer daha fazla sihir olayı tanıklıkları da kitapta vardır.

Bitlis’li Yezidi Mollasının Sihir/Büyü İşlerinde Kullandığı Sır Çuvalının İçindekiler;

Yılanın sırtında meydanı terk edip dağlara gittiğinde bıraktığı çuvalı açarlar ve çuvalın içinde;
Koyun, deve yününden alaca ince ipler, kendir tohumları, içinde çeşitli ilaçlar bulunan kutular, karaçalı dikenleri, kâfur, balmumu, karagünlük, öd, amber, zift, katran, pelyan, zakkum, mum, eski bezler, alaca bezler, Keşan kadifesi, Şam kutnısı parçaları, hokkalar içinde yağlar, macunlar, tatlılar, kavun, karpuz, hıyar, kabak çekirdekleri, çeşitli tohumlar, kumkumalar içinde rakı, sirke, şarap, neft, tüyleri tuzlanmış koyun, keçi başları, ayakları, sandoloz, bir aslan başı, sayısız yılan, sakankur, kertenkele, akrep ve çiyan ölüleri, birer tane olmak üzere eşek, at, katır, deve, domuz ayakları, dişleri, hokkalar içinde canlı kara sümüklü böcekleri, Van gölünde yetişen çeşitli böcekler, kurumuş adam kafatası, kaplan, aslan, pars kafatasları, çeşitli hayvan derileri, samur, zerduva, kakum ve vaşak derisine varıncaya kadar çeşitli postlar vardı. Ama hiç birisi beş para etmezdi. Çuvalda bulunan ilaçlar eczacı dükkânlarında bulunmazdı.
 Ahmet paşanın; “Bu kadar anlamsız şeyleri, rakısı, şarabı, sirkesi… var! Demesi üzerine Abdal Han;

Melek Ahmet Paşa, Sihir/Büyü Gösterisinden Hoşlanmadığı Açıklıyor;

Sultanım, Billah üç yıldır bizdedir. Ömründe şarap, tütün, kahve içtiği yoktur. Gece ibadette, gündüz oruçludur. Devamlı olarak Davud orucu tutar. Ömründe bıçak ile kesilmiş, kanı akmış, canı çıkmış canlı eti yememiştir. (İslam’ın şartlarının tam tersini yapıyor)
Bir vakit namazını kazaya bırakmaz. Ancak Mağrib diyarında (Fas) Merankuş şehrinde bu simya ilmini öğrenip sultanıma göstermek için benim isteğimle biraz marifet göstermiştir. Yoksa bu uyku hayaldir, halka bir zarar vermez.
Paşa;
-Ya bu hayvan derileri ve canlı hayvanları hapsedip neyler?
Han;
-Evet, sultanım, zor bir soru sordunuz! Onun işlediği bütün işler ve simyanın aslı yine Cenab-ı Hakkın kudreti ile yaratılmış olan eşya ve varlıklardır ve görmüş olduğunuz marifetleri göstermek için araçtır. Mesela, vücuduna hokkasından bir yağ sürüp efsun etti, tenasül uzuvlarını yok olarak gösterdi. Kırağı ve çiy yağı sürüp kendisini havda gösterdi, kumkuma ve ibrik ile halkın üzerine su döküp işediğini sanmamızı sağladı, yere efsunlu suyu döktüğünde halk kendisini boğuluyor gibi gördü, bağrışarak kaçışmaya, soyunmaya, yüzerek kurtulmaya çalıştılar. Çuvaldan çıkardığı yılanı efsunlayarak ejderha şeklinde gösterdi. Sultanımın korkusundan kaçarken çuvalı burada bıraktı. Çuvalın içinde ne kadar hayvan postları varsa onların hepsini canlı olarak gösterir ki, Allah’ın ezeli kudretidir. Onun içindir ki çuvalındaki her bir parçayı canı gibi saklar! Diyerek molla Mehmet’i övdü.
Paşa;
- Şu sihirbazın çuvalını kaldırın ben parende atan pehlivanlardan hoşlandım!
Demesi üzerine pehlivan gösterileri başlar. Pehlivanlar da akrobat, canbaz, ve biraz da simyacılık marifetlerine sahiptirler. Bunu Abdal Han’ın Melek paşaya pehlivanlarını tanıtırken kurduğu cümleden öğreniyoruz;
-“Hizmetinizde birkaç usta pehlivanımız var. Murad-ı şerifiniz olursa meydana bakar yüksek köşke teşrif buyurup seyreder misiniz? Bunların her biri simya ilminde, tayy-ı mekan ilminde (mekan değiştirme) ve pehlivanlıkta pek değerlidirler!”

Han, Elçi huzuruna çıkarken andıkları kutsal kişilikler arasında Grek kökenli filozofların da adları geçmektedir. Bitlis Hanı Abdal Han’ın izniyle Melek Ahmet paşa önünde hünerlerini sergilemeye çıkan Acem bir pehlivan, siyah derili kıspeti ile huzura geldiğinde şöyle dua ederken önce peygamber Muhammedi, dört halifeyi, on iki imamı, Osmanlı padişahını ve Melek Ahmet paşayı, Abdal Hanı ve çocuklarını saydıktan sonra yere yüz sürüp;
-“Destur ey Eflatun tedbirli vezir!” Diyerek Melek Ahmet paşadan gösterisi için izin ister. Cambazlık hareketlerini yaparken de “Ya Hay!, Ya Allah!”  şeklinde nara atar. Eflatun gene Grek filozofudur.
Yukarıda adı ilginç olayları anlatılan Molla Mehmet işlerine başlarken izin almak için;
-“Hayyealessala. Han ocağı daim ola. Melek Ahmet paşa kaim ola. Fisagor, Ebu  Ali Sinave biraderi Ebul Haris’in ruhu şad ola!” İfadelerini kullanır ve Grek bilgini Pisagorun adını anmaları Grek Kültüne de sahip olduklarını göstermektedir.

Abdal Han’a Uyarı ve Van’a Hareket;

Bu kadar “sıcak” bir ortam aslında düşünüldüğünde karşılıklı bir meydan okumadır. Abdal Han’ın sihirbazlarının marifetlerinin savaş zamanında ne şekil alabileceğini, kuvvetli cesur pehlivanlarının ağızları açık bırakan marifetlerini de hesaplamak gerekir. Bu aslında bir çeşit meydan okumadır ve Melek Ahmet paşa da bunu böyle anlamıştır ve Abdal Han’a şu nasihatleri vermiştir;
“…Amma ey Han kardeşim, senden ricam şudur; Biz Osmanlı vezirlerindeniz, özellikle (IV.)Murad Han’ın damadıyız. Nitekim Van Eyaletinin mutasarrıfıyım. Sen de benim eyaletimde “Serbest Hâkimsin ve devamlı ocaklık olmak üzere bu eyaletinde mutasarrıfısın!”

Paşayı hanıma kondurup bu kadar ikram ettim diye yanında olan “”hokkabaz ve maymuncuların sözlerine uyup “KÜRT DAMARLARINI” depreştirip kanuna aykırı uygunsuz bir işte bulunmayasın. Her tarafında kol gezen aşiret beyleri ile hoşça geçinip görevli bulunduğun padişah hizmetlerini yerine getiresin. Bu Melek kardeşin de doğru sözlüdür. Zerre kadar şeriat, tarikat, hakikat ve marifetten taş koparırsan senden de baş kopar! Ben Van’da bulundukça bütün halk ile dürüst geçin.
Eğer “İbşir paşa Melek Ahmed paşayı Van’a sürdü ne haysiyet ve vakarı olsa gerek? Dersen ben de derim ki;”Hala Hatt-ı Şerif ile Serdar-ı muazzam ve tuğrakeş-i düstur-ı mükerremim” Hemen sesini kesip hak yolundan ayrılma. İşte sana nasihatim budur!...”

Buraya kadar Bitlis Hanı Abdal Hanın ve halkının Yezidi, Sabi oldukları konusunda tespitlerimi ve delillerimi yazmaya gayret ettim. Seyehatnameyi okudukça zaman içinde seyahat ettiğimde gördüm ki, yukarıda “avantayı bolca bulduğundan Abdal Hanı meth etmeye doyamayan Evliya Çelebi’nin Bitlis ve Kürtleri hakkında aslında benimle aynı fikirde olduğunu gördüm.
İşin aslı, Melek Ahmet paşanın doğuya tayini de Kürt beyleriyle ilişkileri de geçmişe dayalı bir ince hesaba dayanmaktaymış.
1634’lerde Bağdat Seferinden dönen padişah IV. Murat’a Abdal Han ve bazı Yezidi Kürt hanları “zafer kutlamasına” gelmemişler. Bu da padişaha “hakaret” anlamına geliyormuş. Savaştan çıkan ordusunu yormak istemediği için Melek Ahmet paşaya bunun öcünü alması için vasiyet etmiş. Paşa bunu Evliya Çelebiye bir güzel açıklıyor.
Bu yemekten sonra Melek Ahmet paşa Van’a gidiyor, millet de onu “Paşa Macaristan, Kırım ve Bağdat arasında nice seferlerdeki başarılarına rağmen “doğuya sürgün yemiş” olarak görmeye başlıyorlar.
Yezidi Kürt İsyanlarında Kürtlerin Osmanlı- Yezidiler Arasında Bölünmeleri;
Önce Mardin’de “Saçlılar” ya da halkın, kaşları, bıyıkları, burun kılları ve kulak kıllarını uzatarak bıyık gibi koruduklarından dolayı, “Sekiz bıyıklı Kürtler” dedikleri Babür İmparatorluğundan göç geldikleri için “Babürdler” olarak da bilinen, şeytana tapan, yıkanmayı, okuryazarlığı “dinden çıkmak sayan”, siyah köpeklere tapan, doğan çocuklarına ana sütünden önce köpek sütü içiren, keçe gibi saçları olan, eşkıya, isyancı Kürtlerin işini bitiriyor. Bunu yaparken de Abdal Han’a mektup yazıp onu eşkıyalıklarıyla suçlar, herkes Abdal Han’a saldıracak diye beklerken o Mardin’deki Saçlılara ani bir saldırı yaparak onların işlerini bitirir. Sonra Van’a geçer, orada kalenin imarı ve çevresinin tesviyesi ile uğraşırken Abdal Han da Erzurum’a kadar bölgede dehşet salar, yağma ve haksız vergiler toplamaya başlar.

Olay tamamen bir “Yezidi Kürdistan Kurma Savaşına” dönüşür, bölge halkı Osmanlı ile Abdal Han arasında bölünür.
Melek Ahmet paşaya Vanlılar büyük destek verirler, onların yanında, Malazgirt Beyi Mahmudi Bey, Bargiri Beyi Şeref Han Bey, Erzurum sancağından Hınıs Beyi,  Tekman Beyi, Avnik, Kuzucan, Muş, Pinyaniş, Adilcevaz, Gazikıran, Ahlat kale komutanı, Diyarbakır Beyi bazı kazaları hariç, Beyi Hakkâri Beyleri de destek verenlerdendirler.

Abdal Han yanında olanlar ise, Diyarbakır’dan Çapakçur, Çemişkezek (Şimdi Tunceli ilçesi- Bu iki beyi Diyarbakır beyi yakalatır), Ceska Beyi, Hazo Beyi Murteza (Abdal Han’ın damadı), Van’dan Zeriki Beyi doğrudan Abdal Han’a katılırlar. Ayrıca bölgede, Cengiz, Timur ve Hazar Türklerinden kalan Tatarların bazıları da Abdal Han’ın yanında yer alır. Osmanlı’nın yıkılışında Vatikan ve Moskova yanında, bu gün PKK- AKP yanında yer aldıkları gibi.
Durumun “belirginleşmesini bekleyenler, Van’dan Esbiirt, Kârkâr, Şervi, Hiron, Ağaniş, Keşan, Meksiberda, Lâdik, Erecik, Dalagrer, Çobanlı, Hakkâri’den Ben-i Kutur (Yahudi), Abaguy Beyleri ise askeri yardım göndermişler ama savaşa şahsen katılmamışlar, olayların akışını seyretmektedirler.

İsyancı Yezidi Kürtlerin Gürcistan Bağları;

 Ayrıca Gürcistan beylerinin de Bitlis Hanı ile pazarlık edip anlaşmalarına rağmen Osmanlı ordusuna katılmaları da şüphe uyandırmıştır. Gürcü- Bitlis işbirliğinin 1650’lerde de var olduğunu görmek bana şaşırtıcı gelmemiştir.
Kuşatma esnasında Melek Ahmet paşa bir suikasttan Evliya Çelebi’nin uyanıklığı sayesinde kurtulur. Gelen bir padişah fermanında da Van’dan orduya katılan Sekban ve Sarıca askerlerinin Abdal Han yanında oldukları ve hemen “öldürülmelerini isteyen” ferman da gelir.

Savaşa başlamadan önce iki rekât namaz kılan Melek Ahmet paşanın, gözlerinden akan yaşlarla ettiği zafer duasında da Bitlislilerin Yezidi oldukları vurgulanır;
“-İlahi! Kuvvet ve kudret, yardım ve fesat senindir. Verme, koruma ve doğruluk, iyilik ve büyüklük yine senindir. Dini Mübin gayretine bir fırka Muhammed ümmetini başıma topladım. Elimi yüzüme alıp, kapına dilenmeye geldim. Onu hiç boş döndürmedin. Yine eşsiz padişahımdan dilerim ki, Ahmed’in bu ricasını da kabul edip bu kadar insanı acındırma. BU YEZİDİ HAŞERATINI SEVİNDİRME!

Savaş başlar, Evliya’nın anlattıkları yürekleri parçalar da ben sadece savaşın “barut kokan kısmından” bir kısmı aktarayım;
“…Her iki taraftan binlerce top ve tüfek atıldı. İki tarafın askeri de Nemrut ateşi içinde kaldılar. O an Mahşer gününe döndü. Siyah barut dumanı göğe yükselip dost düşman yerleri seçilince Dihdivan dağlarının tepelerinde olan Çaker Ağa gördü ki, Osmanlı askeri metrisler içinden kılıç vurup geliyor. Kendisi tabyasında kalıp bir hayli cenk etti ise de sonunda Malazgirt ve Mahmudi beyleri onu yerinden çıkardıklarında aşağı Bitlis şehrine kaçtı. Paşa tarafından bütün Van askerine paye verildi…”
Bu savaşta Vanlıların, Malazgirtlilerin, Cilo aşiretinden Hakkârililerin Abdal Han’a özel düşmanlıkları olduğundan çok gönüllü, cansiperane savaştıkları ve zafer sonrasında paşa tarafından da memnun kalacakları şekilde ödüllendirildikleri anlatılır. Abdal Han ise yükte hafif, pahada ağır ne varsa beş altı yüz askeriyle savaşın kızıştığı anda sinsice kaçmayı başarır.

Bitlis kalesine sıkışan Abdal Han’ın askerleri, kale önünden gelip geçen kendi halkları olan Yezidilere de top tüfek atışları ile zarar, korku verirler. Vanlıların özel teşviki ile durumun değerlendirmesini yapan paşa, kalenin fethine karar verir ve teslim olmalar için ferman gönderir. Kale içindekiler ise;
“Kale Hanındır, Osmanlının olsa içinde Osmanlı askeri olurdu. Osmanlının kale ile ne ilgisi var? Biz hepimiz Han kuluyuz!” Cevabını gönderince, gösterilen bu asilik üzerine fetih kararı alınır.
Hazırlıklar tamamlanıp kale hisarı kuşatılıp ordular yerini aldıklarında bir alay Yezidi gece toplanıp meşaleler, çıralar yakarak kale içini aydınlatırlar ve;

-“ Allah birdir, bir!*” Diye feryada başlarlar.
M. 1652(H. 1065) yılının Ramazan ayında Bitlis Kalesi Osmanlı veziri Melek Ahmet Paşa tarafından teslim alınır. Melek Ahmet paşa, Abdal Han’a yandaşlık yapanların büyük çoğunluğunu affeder, bir kısmını da Vanlılar ve savaşa destek veren öteki Kürtler ile birazını da Evliya Çelebinin aracılığı ile afları gerçekleşir. Gerçekten “Müslüman olmayan Yezidilerden Kürtçülük” yapanlar cezalandırılır.

Van

(Seyahatname-IV. Cilt S-513-567)
Süleyman Han (Kanuni) zamanında Van tarafından Acem diyarına padişah sefere gitse Van beylerbeyinin askeri öncülük yapar. Önü sıra Hakkâri Hanı öncü olur. Onun ilerisinde Mahmudiler öncülerin başı olurlar. Onların önünde Bünyaneş yiğitleri sağ ve solda ince karakol olup ileriden baş ve dil almakla görevlidirler. Van paşasının peşinden Osmanlı vezirleri ve sonra da bizzat padişah yahut Serdar-ı Muazzam gider. Ondan sonra da bütün mirmiranlar gidip hepsinin arkasından Bitlis Hanı askerleri ile kazan gibi kalarak artçı olur ki geri kalanları, hastaları, dönüp kaçanları kollamakla görevlidirler.

Giyim
Çoğunlukla erkekleri çuka serhaddi ve çekmandır. Samur kürk giyerler. Kemerlerinde alaca çarık, ipek kuşak üzerine mutlaka birer hançer bulundururlar. Başlarına oldukça büyük kadife kavuklar giyerler.
Kadınları sarı çizmeli olup başlarında altın gümüş, diba bilezikleri ile örtüleri vardır.
Dil, bölge dillerinden hiç birisine benzemez, kendisine has özellikleri vardır.

Van Gölü’nün Efsanesi;
Makdisi tarihinde anlatıldığına göre, Nemrut, Allahlık iddiası ile dünyayı gezerek bütün usta ve dağ delenleri toplayıp kırk yılda bir Nemrut Seddi yaptırmış ki temelinden tepesine işçiler her taşı ancak yedi günde çıkarırlarmış. Sonra, Nemrut İbrahim Aleyhisselamın Urfa vakası ile Allah’a isyan ettiğinden Allah’ın emri ile Cibril-i Emin (Güvenilen Cebrail) o dağın temeline bir kanat vurup havaya uçurdukta üzerindeki bütün işçi ve insanları ile yerle bir etmiş ve Allah’ın emri ile dağ yere geçip orada bu Van Gölü meydana gelmiştir. Çevresinin uzunluğu on bir konaktır (Yaya olarak on bir günlük yol). Suyu zehirden acı olup, insan suyuyla taharetlense abdest yerini yakar.

Göl kenarında oturanlar bu suda giyeceklerini yıkadıklarında o kadar saf, beyaz, temiz olarak çamaşır yıkanır ki bezler pamuk gibi olur. Güney batı rüzgârları estiğinde gölde şiddetli fırtınalar olur.  İçinde elli parça gemisi ile tüccarlar kaleden kaleye taşır. Doğudan batıya uzunluğu altmış sekiz mildir (136 km kadar).  Çevresinin tamamı beş yüz mildir. Kışın çok şiddetli dalga olur. Etrafında dokuz adet kale vardır.
İçinde iki adet ada vardır. Birine “Ahdimvar Adası” derler sağlam bir kalesi ve eski bir kilisesi vardır. Diğerine “Ahtamar Adası” derler, güzel bir limanı vardır. İki adanın da kiliseleri ibadete açıktır. Her tarafında demir tutar yerleri vardır. Gölün ortalarında derinlik yetmiş kulaca varır (70-80 m.kadar).Göle her taraftan küçüklü büyüklü yetmiş kadar nehir dökülür. Güneyindeki Güzeldere Hakkâri Vilayeti dağlarından gelir. Hoşab suyuna yerliler “Hoşaf Suyu” derler, Temmuz ayında ve baharda geçit vermez, suyu tatlıdır. Bu nehre yedi adet su karışır.

Tatvan’da Tuhaflıklar;
Asıl adı “Taht-ı Van” olan bu kaleye Kürtler “Tatvan” derler. Tahtıvan adlı hanın yakınında Rahova nihayetindeki bir vadide garip ve pek acaip bir manzara ile karşılaştık. Söylentilere göre, Nemrut yığma taşlardan dağ yaptırırken Nemrutlular da taş taşırlarmış. Allah’ın emri ile yetmiş kadar develeri, yükleri gibi taş olmuşlar. Halen katar katar düzenli şekilde yükleri ile dizilmiş dururlar. Kimi çökmüş, kimi ayakta, kimi yıkılmış aynı şekilde halen dururlar. Üç bin yedi yüz seneden beri birisine bir parça zarar gelmemiş. Bunları uzak mesafelerden gören, bir kervanın Van tarafına gittiğini zanneder. Hepsi çakmaktaşıdır. Amma garip olan şudur; Develerin taş olduğunu gören devecilerin de boyunlar eğrilmiş, Allah’In büyüklüğüne karşı ellerini kaldırıp yalvarır şekilde taş olmuşlar. Kimi secde etmiş, kimi yere yatmış, kimi yan yatmış gözüyle göğe bakar haldedir. İnsanın bunlara ibret gözüyle bakması gerekir ki ilahi gazabın eserini seyretsin. Ben bunları gördüğümde ilahi gazaptan yine büyük mevlaya sığındım.

Dev İnsan Kalıntısı;

Buradan kuzeye doğru giderken arkadaşlarımız dediler ki;
-Sultanım, eğer isterseniz buraya yakın görülmeye değer bir yer daha var, onu da seyredelim. Ta ki ne kadar acaip göresiniz.!
Ben de cevap olarak dedim ki;
-Ey gözümün nurları, bu seyahatte vücudumuzu yok etmekten murat ve meram Hüda’nın yarattıklarını görmektir!
Yola çıktık, bir saat kadar Muş ovasına giden büyük bir yola gitmeyip, o yerden bayır ve yalçın kaya üzerine doğru çeyrek saat yürüdük.  Şu güzel sanat yapısını gördük;
Minare gibi olan yalçın kaya üzerinde bir adamı zincir ile sarmışlar. Şimdi sadece kemikleri kalmış. Ne uzvu var ne bir şeyi. Zincirler de çürümemiş, usta elinden çıkmışçasına parlaktırlar. Kemikleri gayet beyazdır. İncikleri kol kemikleri yedişer- sekizer arşın (.4,55cm ile 5,30m arası) boyunda uzun ve kalındırlar. Başı küçük halvet hamamları kubbesi kadar var.
Gözlerinin deliklerine bir insan rahatça girergirer ve çıkar. Hatta bu deliklerde kartallar yuva yapmışlar. Söylentilere göre bu kemikler Hazreti İbrahim’e iman edenlerin birinin cesedine aitmiş. Nemrut onu bu kayaya bağlamış, altına ateş yakmış. Allah bu güzel vücudu korumuş ve kemiklerinin birçok kısımları kaya ile birleşip aynı renk olmuş. Sadece incikleri, kolunun yeri ve başı kayadan dışarda görünür. Ahlatlı Şeyh Mustafa da “Bu adam İbrahim ümmetindendir, bir çok tarihte gördük!” Diye buyurdular. Makdisi tarihinde böyle yazıyor. Garip sırdır ki bu kemikler iki bin senelik bir zamandan beri duruyorlar, hala çürümemişler. Cenab-ı Hak her şeye kâdirdir…

(Bu dev adamın zincire vurulması, altına ateş yakılması ve bedeni şekli bana Grek tanrısı Zeus’un Promoteus’u (Ateş getiren Dev) kayaya bağlayıp etlerini her gün gönderdiği kartala didikletmesi,  gece iyileşen yaraların sabahları gene aynı kartal tarafından yenilerek açılması efsanesini hatırlattı. Greklerin bütün tanrı ve din kültlerinin başka kavimlerden çalınma olduğunu artık bütün bilim adamları ve tarihçiler kabul etmektedir. Aslında Zeus- Promoteus, Grek tanrılarının bulutlar üstündeki mekânı olan Olimpos dağı için de en uygun yer Ağrı, Süphan veya Cudi dağlarıdır. Batı Anadolu ve Yunanistan’da böyle yüksek ve vahşi yerler yoktur. A.Yavuz)

Ahlat Şehri

Bu şehre, “Âd’ın tabii’dir” derler. Şiddetli rüzgârın korkusundan şehrin sırtındaki mağaralara sığınmışlardır ki bu mağaraların her birisi üç bin kişiyi alır.
Tarihçiler bu şehre “Dâr-ı Bele” Demişler yani “Oğuz Tayfası Şehri” demektir. Şehri Van Gölü kıyısından takip ettiğimizde öbür ucunun Erciş’e uzandığını görürüz. Bağ, bahçeleri, kafesli bostanları birbirine bitişik olup yaylaları da Süphan Dağıydı.
Eski zamanlarda bu şehir Mahan padişahının idaresindeydi. O tedbirsiz padişah, Semengân padişahı üzerine sefer etmek istediğinde bu Ahlat’ın halkından sefer yardımı olarak “100.000” yüz bin yumurta ister. Ferman halka okunduğunda, “Doğru değildir ama verelim!” derler. Yüz bin yumurtayı  nasıl götüreceklerini, nelerle taşınacağını, kimlerin götürecekleri üzerinde düşünerek fazla zaman harcadıklarını gören Mahan şah bu defa yumurtaları “gümüş”’e  yükseltir. Sonra da “fakirliklerinden dolayı “af mektubu gönderip isteğinden vaz geçmiş.

Toplanan yumurtaların geri dağıtılması sırasında, sahiplerinin adları yazılmadığından herkes “benim yumurtam daha iriydi” diyerek itiraz etmiş. Ortaya çıkan büyük- küçük yumurta kavgası şehirden bed bereketin kalakacğı korkusuna düşmelerine sebep olur ve de öyle olur.
 Önce veba hastalığı yayılır ve bişr gecede “12.000” ev göçe kalkarak Abbasilerden El Kiş kalesi sahibi el Müstekfi Billah’a gelip yurt isterler. O da bunlara Mısır’ın doğusunda Kayıtbay Yaylası denilen bölgede yer verir. Bir senede topraktan sağlam bir şehir yaparlar. O zamana kadar Mısır’da kerpiçten bina görülmemişmiş.
Hala, Kahire’nin doğusunda Tophane tarafında “Ahlat Mahallesi” denilen binlerce ev harab olmuş yatar. Kalıntıları durmaktadır.

Beri taraftan Mahan şahı Ahlat’a eziyet ettiği ve şehri berbat ettiği için Allah, onu da Semelikan kavmi elinde perişan eder. Ahlat’a geldiğinde bir gecede 12.000 evin bir gecede göçtüğünü bir sene sonra o zaman duyar.
Azerbaycan şahlarındansultan Celayir burayı yeniden mamur edince, Osmanlıların atalarından Ertuğrul’un dedesi Kaya Alp Bay, onun kardeşi Bayındır HAN, Ertuğrul’un babası Süleyman Bay, ki Caber Kalesi dibinde Fırat nehrinde boğulmuştur.
Cengiz tatarları derdinden Mahan ülkesini terk edip Ahlat’ta sultan Celayir’e gelir ve boy beyi olarak yerleşirler.

Sultan Celayir Akkoyunlulardan olduğundan bunlara  da “Akçakoyunlu” derler. Asılları Maveraünnehir’de  Mahan diyarıdır. Batıya sefer yaptıklarında hep kazandıklarından Sultan Celayişr Ahlat bunlara mülk olarak verir ve geliştirir. Bunların iyi hallerini duyan yakınları Danışmendliler de yanlarına göçe gelirler, kayser topraklarını yer yer ele geçirerek bölgeye heyecan salarlar. Cengiz’in ve Timur’un Tatar askerleri geldiklerinde büyürler ve sonuncuda Danişmend Beyi olurlar.
Böylece Ahalt şehri de Celayiroğlu Karayusuf’a kalır.805’te Timur korkusundan kaçıp Yıldırım’a sığındı. Bunu geri isteyen Timur’un dileği ret edilince Timur- Yıldırım kapıştı ve Yıldırım’ın sonu oldu. Kara Yusuf’a kızan Timur, Ahlat’ı tekrar harabeye çevirir, halen de harabe bir şehirdir.

Sonradan 867’de Uzun Hasanın eline geçen şehir, Fatih Mehmet’in onu bozguna uğratmasının ardından 17 atlı adamı ile Azerbaycan Tebriz’e kaçan Uzun Hasan orada vefat eder. Cesedini getirip Ahlat’a gömerler. Tekrar İran’ın eline geçen bölge Şah İsmail- I.Selim savaşında İsmail’in yenilmesi ile Osmanlı’ya geçer. Sığınacak yeri olmayan Ahlat halkı Erzurum altına gelerek Sultan I.Selim’in ayaklarının altına yüz sürerler ve ;

-“ Padişahım, atalarının gömülü olduğu yerde bize bir kale yaptır! Derler. Bolca ihsanlar alsalar da Yavuz kale yanlısı olmaz.  Acem’e yardım eden Maraş boy beyi Alaüddevle’nin paşa gönderir. Güneş sahrasında onu yendikten sonra Mısır’a gider, Hicaz’ı da aldıktan sonra İstanbul’a dönüşünde vefat eder. Yerine geçen oğlu Kanuni Süleyman henüz padişah olmuşken, Tahmasb’ın kardeşi Mirza Kafkaslar, Kırım üzerinden dolaşarak Edirne üzerinden Kanuni’ye gelerek yardım ister. Kanuni topladığı ordusuyla Acem (İran) üzerine yürür, Revan (Erivan), Gence, Nahçivan, Tebriz, Hoy, Merend, Rumuye (Urumiye) ve Dumbuli (Dümbüllü) bölgelerini (güney ve batı Azerbaycan ) ele geçirip dönerken bütün Kürdistan beyleri itaat edip boyun eğerlerdi.

 Dönüşte Ahlat’a gelip bütün atalarını ziyaret eder. Koca Zal paşa ve Mimar Sinan’ı burada bir kale yapmaları için bırakıp, Bitlis, Diyarbekir üzerinden istanbul’ a dönerler. Zal paşa ve Mimar Sinan Ahlat halkı ile görüşüp harabelerin güneyinde göl kenarında  sağlam bir kale yapımına başlar.
H.965 tarihinde Kanuniş’nin belirttiği çlçülerde kalenin yapımı tamamlanmıştır. Göl kenarında dörtgen şeklindedir. Çevresinin uzunluğu üç bin adımdır (2.600m kadar). On üç adet kulesi vardır duvarları çok yüksek değilse de sağlam ve dayanıklı yapılmıştır. Duvarları oldukça geniştir. Göle bakan üç katlı kapısı üzerinde celi yazı ile yazılmış tarihin son mısrası şöyledir;
“Acep makam-ı latif,
Zehi bina-yı metin” Sene 963
Süleyman Han’ın bir cami, bir hamamı, bir hanı ve yirmi kadar dükkânı vardır. Kale Van eyaletindeki Muş paşasının hükümet merkezidir.

Ahlat Harabeleri;

Bu harap şehir içinde yüzlerce kubbeli cami vardır ki hepsi harap bir haldedir. Kubeleri taştan olup üzerleri kireç ile örtülüdür. Ancak şehir terk edildiğinden cemaati olmayan bom boş harabe yapılardır.
Emirkay Cami tek başına boş bir meydanda kalmıştır. Kapı duvarları taa damına varıncaya kadar cilalıdır.
Sahibi Emir Kay bu eski şehrin yazarı olduğundan camiinin dört tarafındaki duvarların yüzüne bu şehirde ne kadar camii, mescid, medrese, han ve başka yapı varsa mühüğrü yazısı ile yazmış. Ben bunları imkan nispetinde okuyup buraya yazdım, eğri yerlerini son derece dikkat edip dürbün ile okudum. Bu şehrin dilinde biraz Çağatay ve Moğol diline yakın lehçeler vardır;
Aşun gitmiş vize görünmeze varmış, mize kay gibidir. Bakız, itdi döküli gelir serlerdir. Meni sevincemiştir. Şadbay kişidir. Şol keşi menfarınadır. Savular savuladım (Yani ağalaya kaldım).
Barmız uruşı kişiyiz (Hepimiz cenk adamıyız). Gibi daha nice sözleri vardır. Şehrin yazarı cami duvarında;”Şehir cümle otuz beş bin mihrap” Demiş. Minarelerin çokluğu gerçekten ortadadır ama biraz abartı var gibi geldi bana!

İki bin (2.000) medrese, bin hamam,iki bin han, bin darül hadis, altı bin sıbyan mektebi, sekizyüz tekke, onsekiz bin çeşme, sekiz bin sebil, on bin mahalle,, iki yüz bin ev, yetmiş bin ayan sarayı, üç bin kervansaray, iki bin han, altı yüz bin dükkan, yüz elli yerde kubeli çarşı, yedi yüz imaret, kırk b in mesire, dokuz bin bağ ve bahçe,yetmiş bin ziyaret yeri, altı yüz bin ayan ve bilgin bunlar gibi niceleri varmış. Bu adam bunlar gibi daha nice şeyler yazmış ve şehri pek ziyade büyütmüştür. Gerçeğe göre mübalağalıdır.
Şehrin içindeki bu harabelerde yüzlerce kişi oturu. Bağlı, bahçeli tatlı suyu olan güzel evleri vardır. Güven içinde yaşarlar. Nicelerinin doğduğu yerler olduğundan kendilerine miras olarak kalmıştır. Bu sebeple buralardan ayrılamadıklarından her biri diğerinden yüz mil mesafede kalmışlardır. Son derece dürüst kimselerdir. Hatta mağaralarda kırk elli seneden beri yaşayan kimseler vardır ki ağızlarına canlı mahluktan bir yiyeceği  o kadar zamandır koymamışlardır. Bunlardan Ahlatlı Şeyh Mustafa kırkbir senedir oruçludur. Hanefi mezhebinden ermiş, değerli bir kişidir. Ben yanına vardım selam verdim. Allah biliyor ya;

-“Ve aleykümselam ey seyyah-ı alem hafız evliya” Dedi. Ben;-“Hayır duanızı rica ederim!” dedim.
-“Size elli beş senedir hayır dua olunur., erenlerden feyz almışsın, bize bir aşr-ı şerif oku, biz de size dua edelim. Böylece aramızda bir alışveriş olsun!” Diye buyurdular. Ben hemen diz üstü çökerek Sad Suresinden yüksek sesle ve saba makamı ile “Ve vehebnalidavude…” aşr-ı şerifini okudum. Onlar da bize hayır duada bulundular…
Seyahatlaerim sırasında rastladığım harabeler şunlardır; Acem Irak’ında Kufe, Eski Bağdat, Eski Musul, Meyyafarikin, Arap Irak’ında Antakya, Mısır’da İskenderiye,  Askalan, taberistan, Havran Basra’sı, Tarsus, Anadolu’da Balat, Malahi, Ayasluğ, Aydıncık, Rumeli’de Atine, Kavala, Kırım’da Eski Kırım, İbn Kirman şehri, Elbruz dağı eteğinde Irak Darya ve diğerleridir.
İşte bunlar gibi yüzlerce senedir harabe halinde yatan şehirlerden birisi de Ahlat’tır.  Alemin durumunu bilenler bu söylentilerden vazgeçerler. Lakin dildir ama durmaz. Bu şehirler büyük güçlüklerle meydana gelmiş yerler olduklarından insanın bakınca yazacağı gelir ve “vah, vah, vah!” der. Yoksa dünyanın hali hep böyle olur, bir yanı imar olurken öbür yanı yıkılır.
Merhum Veysi Efendi’nişn eserinde yazdığı gibi;
“Hangi zaman  cihan mamur ve abadan olmuştur?!”

Ahlat Şehrinde Osmanoğulları Sultanlarının Atalarının Ziyaret Yerleri;

Kaya Alp Bay Ziyareti; Ertuğrul Bay’ın dedesidir. Büyük şan sahibi şeci, bahadır bir er imiş. Bunun yanında Hasan Bayındır Han var ki Kaya Alp Bay’ın kardeşidir. Mahan şahının izniyle Ahlat’ta han olmuştur. Şehir içinde eserleri çoktur.
Diğerleri şunlardır; Sultan Abdullah, İzzeddin Han, Sultan Hasan, Sultan meymendi, Sultan Boğa Bay, Sultan Tohta Bay, Korkud Han, Sultan Ali Han, Sultan Kâzım, Sultan Bendi Han, Zorbay Han, İsmail Han, Bedirbay Han, Çıgalı Han, Tohtamış Han, Selçuk Han, İsrail Han, Ma’sum Bay, Kutlu Bay.
Bunların hanımları başka yerde yatar ki şunlardır; Mema Hatun, Sırma Hatun, Can Hanım, Nilüfer Hatun, Serviboy Hanım, Ziba Hanım, Vasfiye Hanım, Hurşid Hurma, Döndü Hurma, Safiye Hurma. Danişmendoğullarından Melik Gündüz, Melik Kıble, Melik Safa, Melik Mukaddes, Melik Ümran ataları yanında Niksar’da yatarlar.
Çobanoğulları Ahlat’a sahip olmuşlardı. Hepsi on iki kişidir. Bunlara halk ağzında “Emir” Derler. Asılları yine Mahan’dan olup Hicri 123 senesinde Emevi hükümdarı Melik Hişam zamanında bunlar ve Dağıstanlılar İslâm dini ile şereflenmişlerdir.
Burada yatanlar şunlardır; Emir Ziyad, Emir Yades, Emir Korduman, Emir İdbar, Emir Kanyan, Emir Saraban, Emir Sultan Veli Şemseddin. İşte bu Bitlis hanlarının en büyük atasıdır.
Karakoyunlulardan yatanlar da şunlardır; Kara Celayir Han, Kara Yusuf Han, Kara Durmuş Han, Kara Bor Han, Kara Şeyhi Han. Bunların hanımları şehir içinde yeraltlarında  sandukalar üzerinde yatarlar. Tarihleri bile üzerlerinde yazılıdır.
Dediğimiz kabirlerde nicesi kadife esvablarıyle, beyaz kefenleriyle, saçları, sakjalaarıyla yatarlar. Bir çoğu kurumuş iskelet halindedir. Hatta bir zenci yüzlü çocuk elinde sopasıyla ayak üzerinde bekçi gibi duvara dayalı durmaktadır. Gayet korkulu bir yüzdür. Türbedarı yoktur. Kapıları revan fatihi Murad Han’ın ziyaret etmesinden beri kapalıdır. Ben bazı açık yerlerinden iple yeraltına inip onları ziyaret ettim ve şu beyiti yazdım;
“Ecel sohani hak eyler hadidi
Cihan içre koyar nice kadidi.”
Arap ve Acem’de Ahlat kadidleri meşhurdur. Gerçi diğer yerlerde de vardır amma bunlar saç ve sakallarıyla taptaze dururlar.
Ahlat Şehri Külliyatı; Bu şehrin dağlarında çeşitli madenler vardır. Bunlardan en meşhuru Kırmızı zırnık madenidir. Sabun ile karıştırılıp insan vücuduna sürüldüğünde hiç kıl bırakmaz ve insanı pamuk gibi tertemiz ve beyaz yapar. Cüzzam hastalığına tutulmuş bir gezgin, bir siyah üzüm tanesi kadar yese, frengi (bel soğukluğu) ve cüzzam gibi hastalıklardan kurtulur.
Sarı Zırnık Madeni; Bu maden Ahlat’ın kuzeyindeki dağlardan çıkarılır. Kuyu toprağı gibi ağır bir çeşit zırnıktır. Rumü Acem, ve Avrupa’ya gider.Kimyacılar bunu halis bakır ve diğer eczalarla karıştırıp halis altın yaparlarmış. Bundan bir kimse yarım fiskal kadar bir fincanda ezip suyundan yatacağı vakit içse, vücudunun belli yerlerindeki kıllar dökülüp beyaz olur. Fazlasından korunmak lazımdır.

Adilcevaz Kalesi
Azerbaycan şahlarından iran şahı Taceddin Alişan tarafından yaptırılmıştır. H.940 tarihinde kaleye sığınmış Acemler, Osmanlı baskısına dayanamayıp Kanuni Süleyman’a kaleyi teslim etmişlerdir. Kalenin ilk hakimi Zal paşadır.
Van gölü kenarında göğe yükselmiş bir kaya üzerinde yontulmuş taş ile yapılmış sağlam bir yapıdır. En yüksek yerine yarım saatte çıkılır. Koca Van gölü bir Haliç gibi görünür. Sabah kuşluk vakti olmayınca mavi bulut arasından kalenin tepesi görünmez. İç kalenin etrafında hendek yoktur, hendek açmak ta mümkün değildir. Çepeçevre etrafı yalçın yalama kayalarla kaplıdır ve tırnak eriştirecek yeri yoktur. Otuz sekiz adet metin kulesi vardır. Üç katlı kuvvetli bir demir kapısı vardır. İçinde Süleyman Han’a ait bir cami v.s. vardır…
Güney tarafı Van gölüdür, küçüklü büyüklü sarayları, reaya evleri ile bağ evleri ve bin yüz (1100) adet güzel ev vardır. Hepsi yedi mahalle, sekiz mihraptır.

Ziyaret Yerleri

Zal paşazade burada hâkim iken bir gece ansızın sekiz bin Acem askerinin bağlar içinde pusuya yattığını öğrenince altmış adet asker ile giderek Acemleri öyle bir kırarlar ki, sekiz bininden ancak elli tanesi kurtulur. Beri taraftan da bir gazi şehitlik şerbetini içer. Bunların her biri bir ziyaret yeridir.
Şu beyit o olay hakkında söylenmiştir.
“Sekiz bin kâfirin ardındanaltmış mert ile yetmiş,
Acep Rüstemlik etti derleroğlu Zal paşanın”
Sonra Acemler yine saldırırlar ve Zal paşazadeyi şehir etmişlerdir. Kabri şehirliktedir.
Kırk Kardeşler Ziyareti;
Bir batında kırk kardeş bir saatte doğduklarından “kırklar ziyareti” derler.

Süphan Dağı

Adilcevaz kalesinin kuzeyinde göğe yükselmiş bir dağdır. Batlamyos’un dediğine göre yeryüzündeki yüz kırk sekiz büyük dağdan birisidir. Buı dağın en yüksek tepesine her sene Türkmen, Çekvani, Zaza, Lulu, Zibari, Pesani ve Kargari Kürtleri yüzbinlerce hayvanları ile çıkıp yayla faslı yaparlar.
Bu yüksek dağ üzerine Yahudi kavmi çıksa Allah’ın emri ile ödleri patlar. Bu dağda otlayan hayvanların çoğu çifte kuzulardır.
Şöyle garip bir şey oldu. Adilcevaz ihtiyarları yakın zamanda bir batında yedi çocuk doğduğunu gördük diye söylediler. Ben de buna karşı çıktım ve Allah’ın adedi böyle değildir diyerek hemen, Savurioğlu, Dizdaroğlu, Meymendioğlu, adındaki ihtiyarlar ile mahkemeye vardık. Kadı Hamid Efendi’ye  bir kuruş vererek, “Canım efendi, Sultan Süleyman Han zamanında Zal paşa sicillerine bakın.” Diye rica ettik. Derhal Adilcevaz kalesi hazinesinden Zal paşanın; “ Ol asırda Süphan dağı yaylasında Movul Secah adında bir adamın karısı dokuz ay on günde bir batında bir saat içinde KIRK ÇOCUK doğurup, yirmisi kız yirmisi oğlan olmak üzere …” Diye Süleyman Han’a böylece arz ettiğini 943 tarihiyle sicilde kayıtlı olduğunu gördük.
Öncesinde bir batında “7” çocuğun doğmasına inanmamışken şimdi bir batında “kırk çocuk” doğduğuna inanmak zorunda kalmıştım. Süphan dağında kurt, andık, sırtlan, tilki, çakal, kaplan gibi bütün yırtıcı hayvanlar yaşar ve bu dağlarda çiftleşirler ama asla belaları olmaz. Kurt ile koyun birlikte gezdikleri halde koyunun tüyüne bile zarar gelmez. Bu yüzden bu dağda çobanların kıymeti pek yoktur.
Buranın tavukları çoğunlukla günde ikişer kez yumurtlarlar…

Şeyh Hadi Türbesi

Dasni Beyi, Dihek toprağında ve Musul idaresinde aşiret beylerinden ulu bir beydir. Musul paşasının mektubunu verdiğimde dünya onun oldu. Olgun bir adam olup emrinde on bin silahlı seçme Yezidi mel’unları vardır. Bunlar fevkalade Hazreti Hüseyin düşmanıdırlar. Bu mel’un kavmin içinde Hazreti Şeyh Hâdi tekke ve türbesi vardır.
Türbe, bir yüksek kubbe ve büyüklerle dolu olup Kürdistan Sünnileri arasında yüzbinlerce ziyaretgâsh vardır. Böyle mükellef ve süslüziyaret yeri yoktur. Dasni Kürtlerinin batıl inanışlarına göre bu Şeyh Hadi Kerbela olayında İmam Hüseyin tarafından yüz çevirip kendileri ile birlik olarak Hüseyin tarafına kılıç vurmuş.
Haşa ve Kella! Bu sultan sahabenin seçkinlerindedndir. Hazreti Ömer evlad-ı Hazreti Abdullah ile Musul cenginde bulunup yaralanarak şehid düşmüştür ve burada toprağa verilmiştir. Türbesini Şam sultanı Nureddin Şehit hazretleri yaptırmıştır. Evkâfnamelerinde yazılıdır. Bu velinin şehid oluşundan sonra hilafet Muaviye’ye ondan Yezid’e geçerek Kufe hadisesi meydana gelmiştir. Bu şeyh Hadi hazretleri Kerbela olayında nasıl bulunmuş olur?

Bütün Yezidiler, “Şeyh Hadi bizimdir! Diye tekkeyi mamur ederek ziyaret ederler.  Bir şey için yemin etseler , “-Şeyh Hadi başı için!”  diye yemin ettikten sonra ona sorgu sual yoktur.
Amma bu da cenab-ı Hak tarafından bu zata bir rahmettir.
Çünkü Hüseyni olduğunu bilseler, Musul’da gömülü Cercis nebi gibi bu azizin de külünü göğe savururlardı. (Seyehatname C-4, S750-751)

Humus Kalesi – (Akrep Adam)

Asi nehrinden doğuya beş bin adım uzaklıktadır. Çöl ortasında yığma bir tepe üzerinde yontma taştan yapılmış sağlam bir kaledir. Yukarı iç kalesinde bulunan Sultan Camii içinde Hz. Osman’ın Küfi yazı ile yazmış olduğu Kur’an-ı Kerim bu camidedir. Hazreti Osman’ın Medine-i Münevvere’de bu Kur’an-ı okurken Ramazan ayında şehit edildiği anlatılır. “Feseyekfiyekühümullahe ve hüve semîı’l-alim..” ayeti kerimesi üzerinde hala kan lekeleri ve izleri vardır. Humus’ta ne zaman su kıtlığı görülse bu Kur’an çıkartıldığında hemen yağmur yağarmış.  Şehrin toprağından alınan bir parça çamurun akrep, çiyan gibi haşerat yaraları üzerine sürüldüğünde iyi gelir. Şehir içinde bulunan bir su kuyusunun suyunda bir kişi gömleğini yıkasa o kişiyi asla akrep sokmaz. Ama gömlek başka suyla yıkanınca tılsım bozulur.
Ahalisinden bir de şunu dinledim; Humus’un bir tarafında bir mescid varmış. Bu mescidin üzerinde acaip bir heykel var. Heykelin yarısından üst kısmı insan şeklinde, alt kısımı da akrep şeklindedir. Heykel ham mermerdendir. Bir adam o heykel üzerine bir parça çamur yapıştırsa o çamur heykelin şekline döner. Çamur kuruduktan sonra bir parçasını ateşe atıp akrep sokan kimseye tütsü yapılsa o yaralı adam çamur kokusunu koklayınca yaranın acısı geçer. Dizdar ağası bana elli dirhem kadar verdi ben de sakladım. Urumiye şehrinde ( Güney Azerbaycan- Urumiye Gölü kenarı) şehrinde bir kölemi akrep soktu. O çamurdan bir parçasını ateşe atıp dumanını koklattığımda derhal acıdan kurtuldu ve yara yerinden sarı sular aktı.”( Seyahatname-C-3-S50-51)

Azrail’in İnsani şekli;

“Hazreti Muhammet’in özel muhasebecisi, asıl adı Ömer bin Ümeyyetü’d Damiri olan Hz. Amr Ayyar peygamberin vefatından sonra gezgin çilekeş bir yaşam sürmeye karar verir. (Muhammed Hz. Osman’ın bu isteğini ret etmiş ve onu kızı Rukiye/ Ürkiye ile evlendirmiştir. Demek ki muhasebecisi buna önem vermeyip eski Yezidi inancına sadık kalmış)
Bu yaşantısında yaptığı seyahat sonunda Humus’a geldiğinde mezar kazan iki adama rastlar. Adamlar aralarında “uzun mu kısa mı?”  diye birbirlerine soruyorlarmış. Amr Ayyar yanlarına yaklaşarak;
-Ölen kimse benim kadar var mı? Diye sorunca “-Evet var” derler.
Amr sıçrayarak mezarın içine girer. Meğer mezarı kazanlardan birisi de Azrail’miş. Amr’ın boynunu tutup ruhunu alır. Oraya defnedilir.”

Nuh Peygamberin Ziyaret Yeri (Tufan olayı);
Lübnan Dağı eteğinde “Kerk Nuh Dağı” adında bir köy vardır. İki yüz haneli, bağlı, bahçeli güzel bir köydür. Ba’albek nahiyesi sınırları içerisindedir.
Bir çimenlik içinde cennet bajçeli bir türbedir. Yüz kadar fukarası (çile çeken dervişi) vardır. Nurlu türbesini Emevi halifelerinden Mervanoğlu Abdülmelik yaptırmıştır. Kabrin üzeri yeşil çuha ile örtülüdür. Çeşitli şamdan ve avizeler vardır.
Peygamberler tarihi yazarı İshak oğlu Mehmet’in söylediğine gore Hz. Nuh  (A.S)’ın ömrü dört yüz seneye vardığında kendisine vahiy gelmiştir. Yüz yirmi sene halkı dine davet etmiştir. Ancak seksen kişi iman etmiştir. Onun için tufan olmuştur. Hazreti Nuh gemisine seksen kişiyi alıp tufandan kurtulmuştur.
Kırkıncı gün Irak’ta Cudi dağı üzerinde kalmışlardır. Delili “Ve kıyle yâ erdu İbla’I mâeki veya semau ekli’î ve gıyde’lmau…” ayeti kerimesidir. Cudi dağında seksen kişi Cudi şehrini kurmuşlardır. Orada yerleştiler. Çocukları ve torunları çoğalarak yeryüzüne dağıldılar. İstedikleri yere yerleştiler. Hz. Nuh’a ikinci baba denmesinin nedeni budur.
ÖnceHâsân ülkesinde Âriş şehri kuruldu. Sonra Balis şehri kurulmuştur. Daha sonra eski Mısır’da Ciyze topraklarında Hz. İdris (A.S) ‘ın öğretmesiyle Surid adlı hekimin yaptığı Ehram dağları (piramitler), sonra Heremin şehri, sonra eski Mısır (-ki o asırda Fustat şehri derlerdi) kurulmuştur.
İşte ilk olarak kurulan şehirler bunlardır. Tarihçilerin anlattıklarına gore Hz. Nuh tufandan sonra üç yüz sene daha yaşamış ve üç oğlu olmuştur.
Bir Ham’dır ki, Zengiler (Zenciler), Firavunlar bunun soyundandırlar. Biri de Sam’dır ki Arap, Acem bütün peygamberler bunun temiz ırkındandırlar.
Diğeri de Yafes’tir. Türk ve tatarlar bunu soyundandırlar. Bir oğlu da Kenan idi. Bu babası Nuh ile gemiye girmedi ve dinden döndü. Kenan babası ile rahmet gemisine girmeyip yiyecek ve içeceği ile bir tunç kumkuma içine girerek yiye içe pisliğinden boğulup tufandan sonra bir kenara çıkar.
Tufandan sonra Nuh’un oğlu Yafes aleyhisselam Antakya (Hatay) bölgesine yerleşti ve yöreyi düzenledi. Sonra soyu, çocukları çoğalıp dünyaya yayıldılar fakat yoldan saptıkları için bir kere daha Allah’ın azabına uğrayıp kahroldular.
Bazı tarihçiler, Ham, Sam ve Yafes gemide idiler derler. Bazıları ise sonradan dünyaya geldiklerini yazarlar. Doğrusu da bu olsa gerek. Bazıları Feridun’un dahi Hz. Nuh ile gemide olduğunu söylerler. Tatarların da onun soyundan geldiğini zannederler. Feridun’un kabri Heyhat sahrasındadır. İnşallah onun hakkında da bilgilerimizi yazarız.
Hz. Nuh’un ziyaret yeri olan Kerk Nuh köyü semtinde Cebel-I Deyr denilen yüksek bir dağ vardır. Bir tarafı Beyrut tarasfına ve Akdeniz’e bakar Bu dağda sapık fırkalardan Dürzi, Yezidi ve Mervaniler vardır. Kesinlikle söylendiğine gore Nuh tufanı once bu Bika sahrasındaki Tenur nehrinin kabarmasıyla başlamıştır.

Akka Kalesi Fethinde Evliya Kerameti;

Mısır’da Kölemenler elinde vezir olan Yusuf Selahaddin (Eyyubi) burayı ele geçiren Haçlıları çıkarmak için once Dimyat’I ellerinden almış ve Mansuriye’ye gelmişti. Bu esnada efendisi Nureddin Şehit  Şam’da vefat edince kendisi Mısır sultanı olmuştu.
Büyük bir ordu ile Kudüs’e geldi, kırk günde Kudüs’ü haçlıların ellerinden aldı.Kaleyi temelinden yıktı. Selahaddin’den sonra Tahir Baybars zamanında yapılan toplantıda;
-“Madem ki Akka kalesi Haçlıların ellerindedir, Kudüs’e saldırmaları yine mümkündür!” Diyerek denizden ve karadan yer götürmez asker ve yedi yüz parça gemi ile kaleyi sardılar. Kal dibinde yedi sene beklediler, bağ ektiler, çoluk çocuk sahibi oldular gene fethedemediler.
Bir gece Tahir Baybars ( Beybars) rüyasında Halep’teki Şeyh Abidin Efendi gelmeyince bu kalenin fethinin mümkün olmayacağını söylerler. Tahir hemen Halep’e haber gönderir. Haberci gidip mektubu verdiğinde şeyhin bir gözü şehit olur. Haberci şaşırır.
Bu esnada şeyh de;
-“Bu anda kale feth olur!” diyerek hemen takunyasını havaya atar. Haberciye de “-Var melik Baybars’a selam eyle, gazaları mübarek olsun. Biz dahi gerçek alemde o kale dibinde cenk ederken bir gözceğimiz şehit oldu!” Diyerek ölü gözünü bir kaba koyup Baybars’a gönderir.
Haberci kaleye döndüğünde görür ki kale yerle bir olmuş. Meğer mektubu verdiği zaman şeyhin attığı nalın gelip sura değmiş ve surlarda bir sarsıntı olmuş ve yıkılmıştır.
Şimdi azizim, evliyaların kerametleri hakdır. Akka kalesinin fethi böyle olmuştur.(Seyahatname C-3,S-84)

Akka Kalesinde Sihir Gösterisi-(Sihirbazın İşine Sihirbaz Karışırsa!);

Evliya Çelebi’nin kalede bulunduğu esnada, büyük gemilerden oluşan İngiliz ve Hollandalılara (Flemenk) ait korsan gemisini kovalayan Cezayir korsanları gemiyi burada sıkıştırınca gemi hem Cezayirlilere hem de Akka kalesine saldırıda bulunur.  Kaleden ve denizden sıkışan korsan gemileri sonunda ele Cezayirlilerin gayretleriyle ele geçirilir.
Bu olayın arkasından Cezayir gemilerinden iki adamıyla çıkan bir sihirbaz pehlivanın gösterileri Evliya’yı da etkiler. Okuyalım;
“…-Bütün orduya ve paşaya gösterilecek hünerlerim var, bunları hakikatten görülecek şeylerdir!” Diye herkesi meydana çağırdı. Üç gün boyunca hünerlerini gösterdi ve seyircilerden üç kese para topladı.
Birinci hüner; Yüzlerce kimseye kavun, karpuz, kabak, hıyar, turp gibi sebze ve bitki tohumları Verdi. Herkese elindeki tohumları yere sokup seyretmesini söyledi. Tohumları yere soktular. Pehlivan hemen tohumların üzerine yeşil bir tulum içinden su serpti. O anda bütün tohumlar yeşeripkısa zamanda meyve verir hale geldi. Herkes ektiği yerden beşer ona kavun, karpuz, kabak, hıyar alıp birbirlerine dağıttılar ve yemeye başladılar. Bu durumda herkesin eli ağzında kaldı. Hepsi hayrette kaldılar.
İkinci hüner; Paşanın askerlerinden bir çok alufte, aşufte, hafif meşrep leven takımı bu pehlivanı bir harhar içine koyup harharın ağzını öyle bağladılar ki, Süleyman devleri bile bunu çözemezdi. Pehlivan ise harar içinden bir kere “Ya Allah!” deyince kendisini dışarda buldu.
Üçüncü hüner; Halk üzerine bir efsun okuyup üfledi. Herkes birbiriyle öpüşmeye başladılar.
Dördüncü hüner; Bir efsun daha okudu herkes birbirini başsız group korktular.
Beşinci hüner; Bir efsun daha okudu. Halk birbirini biçimsiz durumlarda group, hay huy ederek olmayacak şakalar etmeye başladılar. Ayrıldıkları zaman bu hallerine çok şaşırdılar.
Üç gün içinde daha bir çok hünerler gösterdi, sahra insan denizi haline geldi.
Üçüncü günkü hüneri;
Önce iki hizmetçisine def çaldırıp sema etti.
-Bu günkü gün erenler size son hünerimi göstereyim! Deyip cebinden küçük karpuz kadar kırmızı yuvarlak bir top çıkardı. Ucunda bir kınnap bağlıydı. Meydana iri bir at kazığı çaktı. O topun ucundaki ipi kazığa bağladı. Topu eline alıp kazığa bağlı olan ipten çeke çeke on kulaç kadar ipi topun içinden çıkardı. Bu defa “Ya Allah! Deyip topu bütün gücüyle havaya attı, top titreyip havada boşlukta kaldı.
Toptan şöyle bir ses geliyordu;
-Bütün dost ve seyirciler birer akçe vermeyince aşağıya inmem!
Herkes elinde avucunda olanı verince topun altına gidip ;
-İşte akçe in aşağı!
Dedilerse top yine havada kaldı.Sonra herkes birlikte topu aşağıya çekmeye başladılar, çekilmekten on yerde kangallar halinde ip yığıldı, yaklaşık üç fil yükü ip oldu. Bu ipler hep havadaki toptan çıkıyordu.
Bu sefer kendisi gazaba gelip hizmetçisine;
-Var şu topu indir! Dedi. Hemen esmer renkli hizmetçisi toptaki ipe yapışıp canbazlık ederek herkesin gözü önünde ipe tırmanarak yukarı çıktı ve topun üstünde durdu. Bunun üzerine pehlivan;
-Bre topu indir sen de in aşağı! Dedi ya inen yok. Onun için de yüz kuruş para topladıktan sonra;
-İn aşağı! Dedi. Yine inen yok.
Bu sefer öbür çocuğa;
-Var şunları indir!
Diye tenbih etti. Çocuk hemen kazıktaki ipe yapıştı. Gemici gibi havaya çııkarak öbür çocuğun yanına vardı. O da orada kaldı. Bu durumu seyredenler şaşırıp kaldılar. Hemen pehlivan;
-Bre inin oğlancıklar!
Diyerek bir çok adamla ipe yapıştı. Çeke çeke üç kanga lip daha yığıldı. Çocuıklar ise havada rahatça duruyorlardı. Bu defa pehlivanı telaş aldı ve gazaba gelip;

-Hopş Adem pişman olursun, işime mani olma sana kıyarım! Diyerek dalkılıç olup oyun yerinde dolaşmaya başladı. Amma bu sözlerden kimse bir şey anlamadı. Hemen sarığından bir kabak çekirdeği çıkardı vey ere dikti Sonra yeşil tulumdaki sudan döktü. Kırmızı büyük bir kabak oldu. Yine;
-Gel adam benim hünerime engel olma! Deyip dalkılıç meydanda dolaştı. Sonra;
-Şimdi bir hünerimi daha seyredin ümmeti muhammed! Deyip ipin yanına geldi. Çocuıklara_
-Gelin, inin! Diyerek nice akçe topladı. Ayrıca seyircilerden hançer, kantoş gibi bir takım eşyalar da aldı. Elbiselerini giyinip sarığını bağladı. Elindeki kılıç ile yetiştirdiği kabağa bir defa vurdu. O anipe yapışıp örümcek gibi yukarı tırmandı. Çocukların yanına varınca dal satır olup;
-Ben size inin demez miyim, niçin inmezsiniz? Ey ümmeti Muhammed, Hüda’ya ısmarladım, Endülüs diyarına bize yol göründü. Bu çocuklar Allah’ın emaneti olsun, bir parça hoşça vakit eyleyin! Deyip iki çocuğun başını kesti ve aşağı düşürdü.
Bir de;
-Benim sanatıma mani olanın dahi başını bir hoşça gömünüz!
Deyince hava birden karardı ve yerde bağlı olan kazıklı ip koptu. Pehlivan havada kayboldu. Herkes hayretler içinde kaldı. İki çocuğun vücutları başları ile meydanda kaldı.
Paşanın masraf kâtibi Rum Mehmet ağa dahi başsız bulundu.
Bütün halk gördüler ki zavallı Mehmet ağa, Akka kalesi içinde yüksekçe bir yerden pehlivanı seyrederken kendisi de hünerli olduğundan bütün elbiselerini ters giymiş, ayağındaki pabucunu başına sokmuş, bu şekilde pehlivanın sihirini bozmaya çalışırken meydanda pehlivanın;
-Adam benim hünerime mani olma! Demesi bu yüzdenmiş. Bu yüzden kabağı yetiştiripkılıç ile kestiğinde Mehmet ağa İskender sarayından aşağı düşmüş. Ters giyilmiş elbiseleri ile zavallı Mehmet ağanın cesedini kaldırıp yıkayarak Hz. Salih türbesi yanında gömdüler. Çocukları da Akka kumluğuna gömdüler.Sabahleyin hamama gidenler gördüler ki sırtlanlar iki çocuğun mezarından iki keçi leşi çıkarıp yemişler! Meğer asla konuşmayan bu çocuklar simya ilmi kuvveti ile hareket eden cansız şeylermiş.
Merhum masraf kâtibi Mehmet Çelebi’ye yazık oldu. Akka kalesinde böyle acaip şeyler seyrettik.

Hazreti Salih Peygamber Türbesi  Esrarı ve Kızıl Elma;

Kur’anda helak edilen kavimlerden Şam bölgesinde yaşayan Semud kavmine gönderilen Salih peygambere inanmayıp Allah’ın onlarınisteği üzerine yarattığı deveyi kesmeleri üzerine sesla yok ettiği kavmin peygamberidir.
I.Ve II.Haçlı Seferleri sırasında bölge işgal edildiğinde haçlılar Akka kalesinin ortasında bir kumluk alanda bulunan Salih peygamberin mezarını İtalya’daki Kızıl Elma’ya (Roma’daki Vatikan’a) götürmek istediklerinde kabir içinden duyulan bir sesle mezara dokunanların tümü yok olmuşlardır. Hepsi İskender’in harabe sarayı etrafında gömülüdür.

Şam Yakınlarındaki Karalar Kalesinde Şeyh Çıplak Bekâr’ın Hikâyeleri;

Çileci Hintli bir "Çıplak" 
Evlya’nın derlediği söylentilere gore, Şeyh Çıplak Bekâr Bağdat’ta bir camide müezzindi. Gece yarısı temcit okurken Allah’ın rahmet kapısını açık görünce kendisini aşağı atar ve çıplak olarak dolaşmaya başlamış, o zamandan beri çarşı Pazar her yerde çıplak dolaşan birisiymiş.
Bir gün bir çorbacının hamile karısına kese ve sabun sürmüş ve;
-Bu senin karnındaki oğlan benim manevi evladım olup benim gibi gezsin! Demiş.
Allah’ın emir ile kadın elmas parçası nur topu gibi bir erkek çocuğu doğurmuş. O an Şeyh Bekâr gelip;
Bizim oğlanı verin! Deyip çocuğu alıpğ kulağına ezan okumuş ve annesine teslim edip gitmiştir. Allah’ın hikmeti henüz yeni doğan bu çocuk harekete başlamış ve nice kelimeler söylemiş. Beşik, kundak, elbise gibi şeyleri Kabul etmezmiş. Üç yaşına vardığında Çorbacı ağanın oğlu çıpğlak olarak Şeyh Bekâr’ın yanında gezmeye başlamış. Bütün vücud yapısı hal ve hareketleri hep şeyh Bekâr’a benzerdi.  Lakin şeyh Bekâr çok szö söylemez iken bu oğlu daima konuşurdu. Her kime rast gelse, onula söyleşirdi. Adam bulamasa hayvanlar ile veya taş ve ağaç gibi şeylerle konuşurdu. Himmeti var ola.
Şeyh Çıplak Bekâr, Karalar kalesinde başı kabak, yalın ayak ve çıplak olup, iki ellerini omuzlarına koymuş, zevk ve şevke gelmiş olduğu halde İslam askerleri arasında salına salına yürürken yüksek sesle;
-Ben Bağdad’dan geldim! Demeye başladı.
Deveciler başı Halil ağa gayet dindar bir adamdı, ona;
-Ey Şeyh Bekâr Bağdad nere biz neredeyiz? Dedi. Şeyh Bekâr kızarak;
-Bismillah!” Deyip iki elleri omuzunda iken sağ eliyle omuzundanm bir salkım Bağdad hurması çıkardı ki henüz ağacın dalından kopmuş olup kırk Osmanlı Batmanı gelirdi.
Bizim "Yezidi Çileci" Dervişimiz!

Onu Devecibaşıya verip;
-İşte Bağdad hurması! Dedi. Şeyh Bekâr Murteza paşanın yanına varıp;
-Ya Murteza, once Anadolu’ya git sonra İstanbul’a git ve sonra Bağdat’a git! Diyerek daha nice rumuzlu sözler söyleyip bir anda gözden kaybolup Şam’a döndü.
Sonra devcibaşı Şeyh Bekâr’ın verdiği hurma salkımını Murteza paşaya Verdi. Murteza paşa;
-Subhanallah, henüz kopmuş Bağdat hurmnasıdır! Diyerek once bana bir çengel hurma Verdi. Üç tanesini hatır için yedim, gerisini sakladım. Hala yanımda saklı olup sara ve nüzül (inme) hastalarınabirer tane veririz.


Hintli "Çıplak" Cin  Dervişleri
Bir gün öncesinde Karalar kalesinde adolaşıp ertesi gün bize Bağdad hurması getirdi. O zaman Bağdat’ta hurmanın çiçeği bile yoktu. Evliya kerameti haktır.
Ermişlerden çıplak bir kimse idi. Himmeti hâzır ve nâzır ola. Onunla konuşup duasını alırdık. Benim evimde bir dairesi vardı. Bize geldiğinde muhakkak daireyi bulup elime verir;
-Defe Vur! Deyip sıçrardı. Ben çaldıkça o kendinen geçercesine raks ederdi.

Mekân Değiştirme İlmi- (Tayy-ı Mekân)

H.712 ‘de Mevlâna Celaleddin-i Rumi’nin oğlu Sultan Veled, rüyasında Larende’de oturan babaannesinin kendisine;
-Yetiş ya oğlum! Son nefesimdir. Beni defneyle! Dediğini işitir işitmez bir anda Konya’dan Larende’ye varır ve son nefesini vermeden görüşür ve öldükten sonra da Larende Mevlevi hanesine defneder. Sonra bir anda Konya’ya geri gelir.( Seyahatname-C-3-S.14 Prg.5)
Çıplak Hıristiyan Çileci Sütun Dervişleri.
Bunlar Hıristiyanlığın Anadoluda
yayılmasında çok etkili oldular.
“…Ereğli (Konya), İslam hükümdarı elindeyken Haremeyn (Mekke) vakfı imiş. Hatta kâfirler elinde iken kral Herakliyosbu eşhrin suyunun peygamberin (Muhammed) mucizesi ile aktığını bilmekte idi. Fakat imana gelmemiştir. Ama Hazreti Ömer ve diğer müminlerin emirlerine her sene hediyeler gönderirdi.  Bu şekilde bu şehir Allah’ın resulünün himayesinde olmuştur. Zira bu Herakliyos’u Hazreti Ömer durduğu yerden parmağıyla gözünü çıkarıp kör etmişti. O da korkusundan hayatta bulunduğu sürece halifeye hediyeler gönderirdi. Halen bu şehir halifeler himayesinde olup Haremeyn hâkimine bağlıdır. Karaman paşasının adamları şehre asla eziyet etmezler.

Yahudilerin (Musa) Cüzzam Sorunları;

Hazreti Musa beyaz elini ve tecelli görmüş nurlu vücudunu halktan saklardı. Bu yüzden halk;
-“Musa’nın vücudunda CÜZZAM” var derlerdi.
Bir gün Musa elbiselerini bir taş üstüne koyarak Nil’e girdi. Çıkıp elbiselerini almak istediği vakit taş yürüdü. Musa arkasından koştu. Böylece şehre çıplak olarak girince halk onun vücudunda bir hastalık olmadığını gördüler. Hz. Musa asasıyla “12” kere vurdu. Taş dile gelip;
-“Ya Musa, ben Allah’ın emriyle şehre girdim ve halkın seni çıplak görmesini teminettim! Dedi. Hz. Musa da;
-Ya taş bilmedim sana vurdum, hele dervişe dervişan! Deyip özür diledi….” (Seyahatname C-3,S-206)

Turhal’da Fil İnsan Doğurma Olayı;

“” Silahtar Kara Murtaza paşa Sivas Valisi iken Turhal halkından bir köy halkı toplu halde paşanın huzuruna gelip divana bir kutu içinde beyaz bir fil yavrusu getirmişlerdi.
Paşaya;
-Sultanım, bu filceğizi bizim köyümüzde henüz bakire olan bir kız doğurdu. Şimdi hakimimiz, kızı,baba ve annesini hapsettirdirdi. Bu filceğiz de yaşıyordu. Şubaşı onu ebeye boğdurdu. Sultanımızdan rica olunur. Anlayışlı ağa kulunuzu gönderip kızı ve annesini hapisten çıkarttırarak hakkı yerine getiresiniz!
Diye rica ettiler. Bütün divanda bulunanlar bu fil çocuğu group hayrette kaldılar. Murtaza paşa hemen bana;
-Bu görevi sana verdim, hepsini divana getir de görelim ki kız ola ve insan oğlundan ola, fil doğura! Bu ne ilahi sırdır? Tez var, bunu yapanların hakkından gelip divana getir!
Ben bu olmayacak işi duydukta dedim ki;
-Bu kabahati edenin hakkından gel! Diye buyurdunuz. Bunu yapan, yaptığından sual olunmayan Rabbülalemin’dir. Yaratma hikmetini göstermek için böyle yapmıştır. Ben kimin hakkından geleyim?
Sultanım b u sırrı yaymayınız. Bütün dünyada Osmanlı ülkelerinde kadınlar fil doğurur diye destan olur. Hemen bu davaya göz yummak gerekir!” (Sansürcü Evliya)
Bazı musahibler;
-Sultanım bu işe gözü yılmaz biri lazımdır ki Allah’tan korkmaya ve “Fili niçin öldürdünüz?”  diyebütün köy halkını yakalayıp divana getire. Eğer fili öldürmemiş olsalar idi Sultan Mehmed’e hediye gönderir idiniz! Dediler.
Sonra kutu içindeki fil cesedinin kulaklarını, dudaklarını, hortum ve gözleri ile kutruk ve ayaklarını anlatıp hayrette kalarak;
-Hey sultanım, şu günahsız fili boğandan on bin kuruş, doğuran anasından kırk elli bin kuruş alınız!
Diye teklifte bulundular. Köy halkını kızı ve akrabalarını getirmek için çadır mehterbaşısı gönderildi. Üç günde divana yetmiş kişi kadar insan getirildi. Önce fili doğuran kızı konuşturdular. Kız;
-Sultanım, üç sene once Hind padişahından Sultan İbrahim Han’a hediye olarak iki fil giderken götürenler bizim Turhal ovasında konaklamışlardı. Bütün köy ve kasaba halkı seyretmeye gider.  Biz de beş on küçük bir yere gelip arabalara binerek seyretmeye gittik.

-İşte yaklaştık, arabalardan ininiz dediler. Giderken yanımızdaki kadınlar;
-Allah Allah, bu ne büyük hayvandır! Diye söyleşirlerdi. Ben de;
-Amma hani fil? Deyip ileri vardım. Beş direk üstünde bir kara dam gördüm. Bir direği kımıldanıyordu.
-Ana hani kılıcın? Diyerek yine ilerledim. Orada duranlar;
-Bire kız ileri varma! Dediler. Bir de gördüm ki, o kara büyük dam yürüdü. Bir şey beni kapıp havaya kaldırdı. Karanlık içinde kaldım.
-Meded Hay! Diyerek feryad edip dört yanıma çıplaklandım. Elim ayağımısıcak ete yapışıyordu.
Bir saatten sonra gördüm ki beni bir şey alıp aydınlığa bıraktı. Aklım başımdan giderek üç saat baygın yattım. Beni alıp eve getirdiler.
Onu biliyorum ki günden güne karnım şişip üç yıldan sonra bu fili doğurdum. Bir ay yaşadı. Sonra ebe karı subaşı ağasıyla fil oğlumu öldürdü. Hakkımı hak eyle!
Turhal, İnebazarı köy ovası halkı da aynı şeyi söylediler.
Murteza paşa, yetmiş kişiyi zincire vurup hapsetti. Yirmi günde yirmi bin kuruş alıp fil yavrusunu da tuzlayarak İstanbul’a gönderirim diye sakladı. Böylece bu durumu gördük.
Bu sene yine Turhal ovasını Dahkaniler ekip Allah’ın emir ile bir buğday danesinden bir kökte yetmiş çatal kardeş başağı olup her başağında yüz tane deve dişi buğday tanesi görülmüştür”.

Alevi- Süni Ahlak Savaşları Konusu;

Timur Nasreddin Hoca ile görüştüğünde Hoca;
-Niçin Sivas’ta kırkbin çocuk ve nurlu Muhammed ümmetini Tatar atları altında ezip yetmiş bin Allah yaratığını öldürdünüz? Dediğinde, Timur;
-Vallahi, Sivaslıları Kur’an-ı Azim yaratılmıştır! Diyerek uydurma sözleri hükmü kaldırılmış ayetlere benzetip, Kur’an-ı Kuranlıktan çıkarmışlardı. Çocukları da zina çocukları olup, ihtiyarları ise Şii, Hurafi, Cebri, Kadiri mezheplerine girmişlerdi. Âleme örnek olarak doğru yola getirmek için üzerşlerine yürüyerek şehirlerini harab ettim. Senin hatırın için şehri sana bağışladım. Korkma harap etmem! Demiştir…”
Böyle bir ifadenin Timur tarafından söylendiğine kanıt olacak “gerçek bir belgesi” olduğuna şahit olmadım. Bu yüzden Evliya Çelebi’nin yaptığı tespitler yüzünbden biraz açıklama yapma gereğini duydum.

Alevi-Sünni’ler Arasında “Ahlaki Yaşam” Konusu;

Sünnilik, “sünnet” kelimesinden türemedir.
Sünnet, Peygamberin ibadetlerde ve günlük yaşamında Kur’an’da emir edilenler dışında fazladan yaptığı ibadetler ve olumlu davranışlara denilirdi ve bu ahlakı benimseyenlere “Sünni“denildi. Sekizinci yüzyılda Bağdat’lı Türk İslam bilgini Ebu Hanife tarafından kurulduğu için bu mezhebe “Hanefilik” de denilir.

Alevi’lik, peygamberin ölümünden sonra, Hilafet makamını belirleyen güç olmuş ve ömrü boyunca Mekke fethine kadar peygamberle savaşmış, İslam düşmanı olarak da bilinen, paygamberin çocukluk arkadaşı ve amcasının oğlu Ebu Süfyan’ın iktidarı ele geçirmesi, Ebubekir hariç üç halife’nin de öldürülmesinde parmağı olduğuna inanan, torunu Yezidi halife yapabilen Süfyan’a karşı savaşan peygamberin yeğeni olan Hz. Ali’nin öldürülmesiyle başlayan ayrılık yüzünden ortaya çıkan “Ali’yi sevenlerin” kurduğu tarikattır.

Müslüman olmayan ancak “Müslüman Alevilerden” görünen “Âlilik” olarak adlandırılan Sabi mezheplerinden olanlaraın da aldığı bir addır. Bu ikincilerin gelenekleri Zerdüştlüğe uygundur, yani Evliya’nın Timur bahsinde anlattığı olayların bu inanç mensupları arasında yaygın olduğu bilinir.

Evliya Çelebi bu hikâye ile Sıvaslıları “Kızılbaş” olarak tanımlamaktadır. Kızılbaşlık, İran’ın eski dini Mitra/ Mihri dini, Zerdüştlük, Harran Sabiliği karışımı bir inanıştır. Irak Süleymaniye’ye oradan Dürzistan dediği Filistin, Lübnan blölgelerine oradan da Fas’a kadar uzanan coğrafyada ve Balkanlardaki Arnavutlar arasında “Kızılbaşlık” yaygın bir inanıştır.

Yezid, Yezdan bu dinlerde Allah’ın karşılığı olan tanrının adıdır. Osmanlı’da da Mehter marşında da “Kur’anda zafer vad ediyor Hazreti Yezdan” Deyişi bu inanç geleneğinden gelmedir. 

Yıldırım Bayezid ve II. Bayezit ve birçok şehzade adları Osmanlı saltanatında bu “Yezid, Yezdan, Ezd, Ezda” olan tanrının adını taşımaktadırlar. İslam öncesi Yezidi/Sabi/ Mecusi olan peygamber Muhammed’in kabilesi ve bütün Hicaz ve Bedevi Arapları bu dine mensuptular. Onlar da sabah ve akşam olmak üzere iki vakit namaz kılıyorlardı. Günümüz Nurcuları da “Yezdan” kelimesinin karşılığını “Allah” olarak ifade etmektedirler.
Sabilik veya Sabiyye dini M.Ö. 3.000’lere kadar uzanan Akad- Babil ve Mihr dini harmanı eski bir dindir.
Kızkardeşlerler evlilik bu dinlerden türeme Yahudilikte İsa peygamber zamanında ve sonrasında da Hindistan’dan İzlanda’ya kadar bütün dünyada vardı.
Bütün Sümer, Akad, Babil, Mısır, Pers, Hint firavunları, şahları, rajaları, hanları, hakanları hep kızları veya kız kardeşleriyle evlidirler. Bütün ekvator coğrafyasında yaşayan Ham, Sam soyu kavimleri tanrılarını taklit ederek binlerce yıldır bu geleneklerini sürdürmülerdir. Halen de bu inançlara dayalı kökleri olanlar buna devam etmektedir. 

Hint, Irak, Anadolu ve İran yaylası, Suriye, Mısır, Arap yarımadası, Trakya, Balkanlar, Rusya, Avrupa bu tür evliliklerin en yoğun geleneklerine sahip bölgelerdir. İbrahim peygamberin karısı Sara onun kız kardeşidir. Hititliler, İbrahim peygamber daha doğmadan önce bu tür evlilikleri yasaklamaya başlamışlardı. Türkler, yaratılıştan “19”, İbn’i Fadlan’a göre de “22” kavim olarak yaratıldıklarından “aile içi ensest üreme”  geleneğine sahip olmayan milletlerdir. Ta ki, ne zaman Çin, Hint ve İran dinlerine girmeye başladıklarında bazıları buna dâhil oldularsa da birçok Türk kavmi bu dinleri “ensest/incest” evliliklerden uzak kalma şartıyla uygulamışlardır.

Güney Türkistan Türklerinin İslam öncesi, Zerdüşt, Budist ve Cin dinine inandıklarını biliyoruz. Cin dini mensuplarının “Digambara/ Göğü giyinen” mezhebinden olanların erkekleri  “çıplak” gezerlerdi. Türk, İran, Ermeni ve Kafkas adları arasında çok sık rastlanılan “Can” adı “Cin” demektir, Hint, Acem ve Arap lehçelerinde “Can veya cann” şeklinde ifade edilirdi. Alican, Velican, Can, Canan, Cansu, Candan gibi adlar bu cinlere tapınılan dinlerden gelmedir.  Anadan üryan gezen Digambaraların Türkler arasındaki adı “Çıplak” tı. Bunların kadınları da dikişsiz beyaz çarşaf-peçe giyerlerdi. Sabiler ve Yezidiler bazı Yahudi tarikatları ile Arap Yarımadası ve Irak Arapları da aynı örtüyü veya feraceyi kullanırdı.

Evliya Çelebi’nin Kürdistan, Irak, Mısır ve Hicaz gezilerinde Cin dini ve Sabi dini kıyafetlerinin yaygın olduğuna, “çıplak, bekâr, çileci” dervişlerin bolluğuna tanık oluyoruz. Şam’lı Çıplak Bekâr Dervişi evine bile misafir eden Evliya çelebi’nin “Sünnilik” anlayışı tartışmalıdır. Peygamberin kızı Ümmügülsüm’ün ölümünden sonra “ bekârlık” çekmek isteyen Hz. Osman’a “Bekarlığın/Çileciliğin” Muhammed aleyhisselam tarafından yasaklanıp ikinci kızı Rukiyeyle evlendirmesini bile “örnek almayan”, Emevi Yezidi İslam’ına bağlı saçma gelenekleri, Kürt Hanlarının ve Yezidi Arap Emirlerinin kendisine hediye ve ikramlarda bulunduklarında onların Sabi, Yezidi inançlarını görmezden gelerek yücelten ve onları sadece şehirlerinde “Camii” var diye “İslam “ kabul etmesi İslami ve de ahlaki değildir.

Ayrıca, pedofilik Emevi Yezidilerinin Hz. Peygamberin evliliğini örnek alırken ilk evliliğini kendisinden “15” on beş yaş büyük Hatice ile yapmasını değil de kendi iddialarına göre “6” altı yaşında evlendiği Ebubekir’in kızı Ayşe ile evliliğini örnek almaları apayrı bir sapıklıklıktır. Türkler arasında evlilik geleneği kızlar için de erkekler için de “14-16” on dört- on altı yaşlarıdır.

Ama Sübyancı pedofilik köleci Araplar bunu “6” altı yaş olarak isteyince Osmanlı “8” Sekiz yaş olarak belirlemiştir.

“İki yaşında kız çocuğu ile elişkiye girmenin “hukuki yolunu” tarif etmiştir ve “Gılman/Civan” yani “küçük yaşta erkek çocuklarından” kendisine eşler almıştır.
Halen “Şeriat yasası” ile idare edilen İslam ülkelerinde evlilik ilişkilerinde “Harem Geleneği” sürmektedir ve her yaştan kadınlı erkekli gruplar halinde” girilen cinsel ilişki sapıklıkları, eski putperest kavimlerde olduğu gibi Osmanlı’da da olduğu gibi günümüzde de sürmektedir.
Bu kadar sapıklığın içinde boğulmuş Sünni İslam dünyasında en akli dini yaşam şekli Türkiye’dedir.
Şafi, Hanbeli, Şii, Sünni Müslümanlar namaza çok önem verseler de Hz. Muhammed peygamberlik gelmeden önce zaten Sabiyyeydi ve Harran Sabileri gibi günde “7” yedi vakit namaz kıldığından akrabaları, amcası Ebu Cehil kızıyordu ve “Namaz kılarken görürsem boynunu koparacağım!” Diyordu.

Çünkü putperestlik zamanı eski Mısır Sabiliğinde gök/güneş tanrısı Ra’nın bedeni olan güneş öğle ve ikindi vakitlerinde gökyüzünde yeryüzüne hâkim olduğundan öğle ve ikindi vakitleri namaz kılmak “Tanrının egemenliğinden kuşku duymak” anlamına geldiğinden büyük günah sayılıyordu. Mecusiler de aynı nedenle öğle ve ikindi namazlar ile gece namazlarını kılmazlardı.

Harran Sabileri ilk yedi gezegene şeytan El Ruha’nın çocukları olan İlk Yedi Sümer Tanrısının bedenlenmiş hali diye tapınıyorlardı. Bir Sabi görüldüğünde Araplar alay etmek için “Sebat et Nücum!“ yani “Yıldız göründü!” Derlerdi. Mekke Mecusileri de Muhammed için aynı şeyi söylerlerdi. Gece yarısı uykudan kalkılarak kılınan iki vakit gece namazı İslam’da “3” Üçer rekât akşam ve Yatsı namazlarına eklenmiştir. Kuran Tefsiri Maide Suresi 60,62. ayetlerinin tefsirlerine bakınız.

Namaz, Hintçe bir kelime olup “Selam” demektir. İbadet için kılınan namaza “Namaskâr” yani “Güneşe Selam” denilir. İbadet için kılınan namaz da “Yoga” adıyla bilinir. Spor, idman için yapılan hareketlere de “Namaste” yani “Sana selam”  adı verilir. Karşılıklı yapılan hareketlerde sporcuların birbirini selamlama ifadesidir.
Halen Hindistan’da Cin, Brahman, Hindu, Budist dinleri inananlarınca Müslümanlardan biraz farklı olarak namaz kılınır. Sibirya Yakut Türklerinde sabah tan vakti ve akşam gün batımında “ışık öpme” ayinleri farklı bir namaz ibadetidir. Her dinde az çok namaz vardır.
Bu bilgiler ışığında Sabi, Mecusi ve Yezidi inançlarının harmanı olan Rafizilik tarikatına bağlı Sıvas’lı Alevileri hakir görmenin bir manası yoktur.
Hoca Ahmet Yesevi’den Hacı Bektaş’a, Mevlana’dan Yunus Emre’ye “Alevi İslam uygulaması” Katolik Hırisityanlık dayatmasından iğrenen İran Mitracılığından/Mihri dininden doğma eski Grek Mitracılığı ile Roma’nın Serapis dini mensupları Aleviliği aralarındaki akrabalık yüzünden kolay benimsiyorlardı. Aleviler arasında namaz kılan ve kılmayanlar vardı.

Çünkü Yavuz Selim ile “Sünni” mezhebinin sapık Emevi Yezidi İslâm’ını dayatması ile Avrupa ve Osmanlı coğrafyasında İslâm’ın yayılışı durmuştur. Yavuz ve Kanuni dönemleri bu yüzden Avrupa fetihlerinden Osmanlı’yı uzaklaştırmış ve Alevi Türkleri, Türkmenleri, Tatarları ve öteki halkları İran’a sürmekle, bunun doğurduğu isyanları bastırmakla geçmiştir. Halen bu kavga “Alevi, Sünni Kavgası” olarak sürmektedir. Dünyayı yöneten büyük devletler bu sayede Osmanlı’yı güç olmaktan çıkartmışlar ve halen de ülkemizi ve bu coğrafyayı “şehir devletleri” dönemine geri götürmek için bu zıtlıkları körüklemektedirler.

CELALİ AYAKLANMALARI

Celali ayaklanmaları 16. yy. başında I. Selim (Yavuz) zamanında başlamış ve 17. yy. sonlarına kadar sürmüştür. Yavuz ve Kanuni dönemi dışına da taşsa da bu dönemin içinde veya dışında olan olayların bilinmesinde fayda olduğundan bu yazıya ekleme gereğini duydum.
Evliya Çelebi’nin “Seyahatname” adlı kitabında bu isyanlar hakkında bilgiler vardır. Özellikle 17. Yy. Celali isyanlarının en büyüklerine Evliya Çelebi kendisi tanıklık etmiş, bastırılmalarında olaylara canlı şehitlik etmiştir. Celali isyanlarına ek olarak da Bitlis’de, Bitlis Han’ı Yezidi Kürt Abdal Han, Mardin’de Yezidi Çıplak “Sekiz Bıyıklı” tabir edilen dağ Kürtlerinin isyanlarına Adana- Antakya (Hatay) bölgesinde Cum Kürtlerinin ve batı Suriye’de Lübnan, Filistin bölgesinde Dürzi isyanları da sayılmalıdır. 17. Yy. Osmanlısı yer kürenin işgalini fetihlerle tamamlamış Haçlı batılı ülkelerin el birliği ile içimizdeki Hıristiyan, Sabi, Süryani, Yezidi azınlıkları destekleriyle devlete karşı kışkırttığı, devletin çöküş aşamasına geçiş dönemleridir. Bu yüzden “17. yy. ayaklanmaları hakkında yazdıkları ilginizi çekecektir.

Celali İsyanları, 16. ve 17. yüzyıllarda Anadolu toplumsal düzeninin bozulmasından ve devletin “mezhep” dayatmasından kaynaklanan ayaklanmalara verilen genel bir addır. İsyanların ekonomik, mezhep ayrılığı ve azınlık dinleri özellikleri de vardır. Osmanlını Yavuz ile Hilafeti Topkapı Sarayına getirmesiyle devlet halkına “Sünni İslâm” mezhebini dayattı. Bu da doğal olarak tepkiler doğurdu.
İsyancılar genel olarak üç adla anıldılar;
Bunlar Leventler, Suhteler ve Sekbanlardı.

1519’da Yavuz Sultan Selim döneminde Bozok’lu (Yozgat) Şeyh Celal’in adından türetilmiştir. Dinsel kökenleri olan Şeyh Celal önceleri Tokat yöresindeki Alevi Türkmenleri isyana teşvik etti.
Mültezim adı verilen vergi tahsil memurlarının halka yaptıkları haksız uygulamalar, rüşvete dayalı işleri yüzünden halk her şeyini kaybedince doğal olarak hakkını yasal olmayan şekilde alabilmekten başka çaresi kalmadığından önceleri gruplaşmalarla başlayan huzursuzluklar yayılarak isyanlara dönüştü. Şeyh Celal halk arasında büyük ün kazandı. Köylerden kentlere yayılan isyanlar büyük çabalarla ancak çok kanlı şekilde bastırıldı. 167. Yüzyıl sonları ile 17. Yüzyıl başlarında yani Osmanlı’nın büyüme ve genişleme dönemi olan ve “Muhteşem Yüzyıl” adlı televizyon dizilerine konu olan Yavuz Sultan Selim (I. Selim) ile bilinen Kanuni Sultan Süleyman ve oğlu II. Selim (Sarı/Serhoş Selim) dönemleridir.

Yavuz Sultan Selim’in babası II. Bayezit döneminde tamamlanan keşifler ile birden zenginleşen ve her konuda gelişme gösteren Avrupa devletleri artık “Savaşlarla haraç toplanılan” ülkeler değil, yeryüzünü doğudan ve batıdan fethetmiş, dünyanın hâkimleri olmuşlardı. Asya’dan Avrupa’ya bağlantı kuran İpek ve Baharat yolları da önemini yitirmişti.

Keşiflerle okyanuslara kayan ticaret yolları yüzünden devletin savaşa giderlerinden memurlarının maaşlarının karşılanmasına ve her türlü harcama için köylünün, çiftçinin üstüne yüklenilmişti.
Ganimeti fırsat bilen mültezimler köylünün üstüne kendilerine de fazladan kazanç sağlamak için yüklendiler. Köylüler topraklarını terk edip kaçmakta buldu.
Bunlara da “Levent” adı verildi. “Ayyaş, kabadayı yani serseri” anlamında verilen bu söz de toprağından olmuş zavallıları tam olarak tanımlayan bir addı.

Ermeni ve Yahudi tüccarlara borçlanan köylüler faizleri bile ödeyemediklerinden topraklarını kaybedince,  medreselere girerek okuyup devlet memurluğu ve benzeri işler aramaya yöneldiler.

Ancak devlet memuriyeti kadrolarının, ticari faaliyetlerin tümünün devşirme Ermeniler, Rumlar, Araplar ve Yahudilerce işgal edilmiş olduğundan dolayı hiçbir yerde istihdam edilemediler.
Bu öğrencilere “Suhte/Yanık” adı verildi. Hem okuyup hem yazdıkları halde üstüne de işsiz kalınca haliyle bunlara “yanık” denilmişti.

Bursa, Bolu, Samsun bölgelerinde büyük isyanlar çıkaran yanıklara (Suhteler) bir de Sekbanlar eklendi.
Sekbanlar, Osmanlı Eyalet ordusu Tımarlı Sipahilerin yerine beylerbeyleri ile sancak beylerinin emrinde çalışan ücretli askerlerdi.  Savaş sırasında düzenli maaş alan sekbanlar, savaş olmadığında işsiz kalınca isyanlara başladılar.

Böylece, dönme Ermeni, Rum, Arap, Yahudi mültezimlerce soyulan köylü, şehirli toprak sahiplerinin üstüne yetmezmiş gibi Leventler, Suhteler ve Sekbanlar da eklenince tarım ekonomisi çöktü. Gücü gücü yetene saldırdı, soydu, güçlü olan ayakta kaldı, olmayan eridi.

Padişahlar çaresiz kaldılar ve sırasıyla III. Murad (1574-95), III. Mehmet (1595-1603) ve I. Ahmet (1603-17) çıkardıkları Adalet Fermanıyla, köylülerin hırsız yönetici ve memurlara karşı silahla mücadele etmelerini istediler.
Müslüman ülkeler hükmetmek için devletin mezhebini de “Sünnilik” olarak belirleyen Yavuz Selim ile Bektaşiler, Aleviler ve bu tarikatlara girmiş Ortodoks Hıristiyan mezheplerinden olan Alevi olmuş Arnavutlar, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler de rahatsızlık duymaya başlamışlardı. Özellikle Bektaşi tekkelerini elinde bulunduran dönmeler İran üzerinden baskılar yapmaya başlayan batılı Hıristiyan güçlerle işbirliklerine girdiler ve isyanların bazıları, Osmanlı’nın yönünü doğuya çevirmek isteyen batılıların kışkırtmalarından kaynaklanmaktadır.

İlk defa “Alevi Türkmenler” sadece mezheplerinden dolayı Anadolu’dan İran’a sürüldüler ve doğu Anadolu’ya Afganistan’dan Kürtler Yavuz Sultan Selim zamanında getirilerek yerleştirildi. İran’a göçmek istemeyen Türkmenler “Kürt olduklarını “söyleyerek baskılardan kurtulup Kürtleştiler. Bazıları da Gnostik Ermenilere katılarak Ermenileştiler ardından gelen isyanlar ve baskılar ile “Kızılbaş” denilen Alevi mezhebi altında anılmaya başladılar.

Oysa “Kızılbaş” olarak nitelenen kesimin tümü Türk veya Türkmen değildi. Bunların en azılıları, Türklerle Tevrat öncesi ve zamanından beri, inanç kökenleri, İran dinlerinden Zerdüştlük, Mitracılık dinlerine dayanan ve zamanla Hıristiyanlık, İslamiyet ile gelen baskılarla şekil değiştirmiş, harmanlanarak birbirine karışmış inanç türüne inanan ve bu inancın “din kardeşliği içinde bulunan, Ermeni, Kafkas, Arap, Kürt, Türk ve öteki kavimleri de içine alan bir kavramı tarif etmektedir.

Kanuni Sultan Süleyman dönemlerinde Macaristan ve Avusturya Seferleri yüzünden çok askere alınma olması ve Kanuni’ye adını veren yasal düzenlemeleri sayesinde isyanlar yatıştırıldı.
Kanuni’nin 1565’de ölümü/öldürülmesini takiben 1575’de İngilizlere de Kapitülasyon hakları verildi ve bunu diğer batılı ülkelerin bu haklardan yararlanması takip etti. Çünkü bir batılı devlet bir ülkeden herhangi bir hak elde ederse en kısa sürede o ülke bu hakkı öteki Hıristiyan ülkelere de vermeye zorlanıyordu.

Keşiflerle güçlü donanmalar kuran batılı devletler silah sanayiinde de hızla ilerlemişlerdi ve uzun menzilli topları Osmanlı ve öteki doğu devletlerinde üretilemiyordu. İslam taassubundan olsa gerekir ki, denize soğuk olan Müslümanlar denizcilikte bir türlü gelişme sağlayamadılar. Türkler orta ve güney Asya’dan geldikleri için denizci değillerdiyse de Araplar ve Rumlar denizciydiler. Ama denizcilik bir şekilde Müslüman ülkelerde gelişemedi ve Müslümanlar evlerinin arkalarını denize bakar şekilde inşa ettiler. Denizci kavimler Soros Körfezini, hatta boğazlardan Tekirdağ ve İstanbul’u topa tutarak haraç almayı başardılar ve kapitülasyonlar böylelikle verildi.
İleriki dönemlerde Bektaşiler ve Aleviler başlangıçta Yahudi tarikatı olan, sonradan İslami tarikata dönüşen Sabetay Sevi  (1626-1675) Yahudi tarikatına katıldılar. Celali İsyanları dönemi, Osmanlı sınırlarının genişlediği ancak İslami yayılmanın durduğu, isyanların elebaşlarının beylerbeyi, paşa yapılarak ikna edildiği dönemlerdir.

İlk tanınan Celali önderi Bolu yöresinde 1581’de ortaya çıkan, önceleri yiğitbaşı olan Köroğlu Ruşen’dir. Soyguncu Bolu beyine karşı verdiği mücadelesi türkülere konu olmuş halen anılmaktadır.
 1598’de Sivas, Maraş bölgelerinde Sekbanlardan ve devletin idaresinden hoşnut olmayan beylerin de katılımlarıyla büyüyen Karayazıcı Ayaklanması ortaya çıktı. Öncekilere göre daha fazla kalabalıklaşan Karayazıcı isyancıları şehirlere de baskınlara başladılar. İsyanı bastırmaya gelen Osmanlı Ordusunu Kütahya’da kuşatıp sıkıştırdılar. Ayaklanma önderi Deli Hasan Bosna Valisi yapılarak durdurulabildi.
İsyan önderi paşa olunca isyancılar atıl kaldılar bu defa isyan daha da büyüdü 1603-1607 arasında isyanlar Anadolu’yu kapladı. Taviloğlu, Canbuladoğlu, Kalenderoğlu gibi isyan önderleri halk arasında şöhret sahibi oldular.

İsyanlardan muzdarip olan köylüler de dağlara çekilerek yaşamaya başladılar ve bu günlere “Büyük Kaçgunluk Yılları” denildi.
1606’da Avusturya Seferinden dönen Kuyucu Murad Paşa isyanların üstüne gitti ve birçok isyancıyı kuyulara boyunlarına kadar gömerek gürzlerle kafalarını parçalayıp leş kargalarına, akbabalara ziyafet çekti. Saldığı korku üzerine isyanlar yatıştı.
Korkuya dayalı sükûnet birkaç yıl sürdü ve 1622’de Erzurum Valisi Abaza Mehmet Paşa isyanı başladı ve  sekiz yıl kadar sürdü.
Deli İbrahim zamanında (1640-48) Sivas Valisi Vardar Ali Paşa, Isparta bölgesinde Kara Haydaroğlu, Sakarya- İzmit bölgelerinde Gürcü Nebi ve Katırcıoğlu isyanları görüldü. Katırcıoğlu Karaman Valisi yapılarak durdurulabildi.
Dördüncü Murat zamanında Erzurumda bir gece yeniçerileri uykuda keserek kaleyi ele geçiren Abaza Hasan paşa on yıl Erzurumda isyancı olarak kaldı. Hüsrev paşa tarafından yakalanıp IV. Murat’a götürüldü. Bosna, Budin Özü kaleleri kendisine verildi.

1658’de Köprülü Mehmet Paşa hükümeti sırasında tekrar isyan çıkaran Abaza Hasan Paşa ve beraberindeki Abazalar Halep’te Murteza paşanın emriyle halka kırdırıldı ve Abaza Hasan paşanın başı Köprülüye gönderildi. Öteki Celaliler halk ve paşanın askerlerince yakalanarak vahşice öldürüldüler. Bir kısmı Van,  Diyarbakır, Hakkâri bölgelerinde Kürtlere katılarak canlarını kurtarmayı başardı. (H-1069-M-1658)
Kara Haydaroğlu IV. Mehmet döneminde yakalanarak İstanbul Parmakkapı’da bir katır üzerinde halka teşhir edildikten sonra aynı katır üstünde idam edildi. (Seyahatname C-2 S-754)
Vardar Ali paşa da Köprülü Mehmet paşa tarafından Adapazarı’nda yakalanarak yargılanarak idam edildi.
Kaçan bütün Celalilerin binlercesi halk veya ordu tarafından yakalanarak öldürüldüler.

17. yy. Celali Ayaklanmaları 

Gürcü Nebi (1658);
Bu Gürcü, padişah hareminde yetişmiş, hizmet görür, zengin ve olgun bir kimse idi. Çok defa mutasarrıf (Sancak Beyi) olurdu. Sonra Kara Murad paşa Veziri Azam olunca Koca Mevlevi vezir Mehmet paşa görevden alınmıştı. İşte bu meseleden doğan anlaşmazlık sonucunda paşa ile araları açılmıştı. Anadolu eyaletlerinin başıbozuk (yağma için savaşa katılan gruplar) zararlı kimselere bolca para verip etrafına yirmi bin bulaşık, hilekâr ve hain kimseleri topladı. İçindeki kin onu kötülüğe ve hainliğe doğru sürükledi. 

Osmanlı ekmek ve tuzunu unuttu (Osmanlı’da devlete bağlılık yemini ekmek, tuz ve Kur’an üzerine yapılırdı). Sonunun ne olacağını düşünmeyip Osmanlı devletinden yüz çevirdi. Bir alay ipsiz sapsız, serseri ile İstanbul’u yağma etmeyi düşünmekteydi. Seksen bin askerini, yetmiş bin yalan sözlerle boğaz tokluğuna aç ve muhtaç kimselerden topladı. Nice görevlerinden alınmış Beylerbeyi, mültezim (özel vergi tahsil memurları) ve bir tavuk için kırk eve konan bedavacılar ile Anadolu tarafından Üsküdar’a gelmekte ısrar etmekteydi.
Beri taraftan Osmanlı Devleti tarafında özel ve genel büyük ve küçük herkesle görüşülüp Hazreti Peygamberin şerefli bayrağı Üsküdar’a çıkarılmıştı.
-Her kim devletin birden bine, binden yüz bine varıncaya “ekmek ve tuzunu yerse”, Allah’ın Resulünün bayrağı altına gelsin! Diye çağrıda bulunuldu.  Allah’ın büyüklüğü, ben Üsküdar’a vardığımda her yer dağ, taş, ova, sahra, bağ ve bahçeler insan denizi olup dalgalanmakta idi.

Ben bu büyük toplantıyı görünce “Yine fani dünyanın nakşından çeşit çeşit hisse almaya gelmişiz! Deyip seyretmeye koyulduk.
Önce büyük bir tören ve Hazreti Peygamberin sancak-ı Şerifi ile Sadrazam Murad paşa yüz binlerce İslam askerini kayık, çekdiri ve diğer donanma gemileri ile Üsküdar sahrasına geçirip çadırında karar kıldı. İstanbul’da bulunan yetmiş altı oda yeniçeri askeri korucuları, Danilmend ve emeklileri, kul oğlu kul ve bütün acemiler ile toplam kırk dört bin Yeniçeri askeri Üsküdar’a gelip saf saf (sıra sıra) çadırlarını kurarak siperlere girmişlerdi.
Bundan sonra on sekiz oda Dergâh-ı Âli topçu askerleri, iki yüz adet Şami topları, kırk adet balyemez ve kolomborne topları, yeniçeri siperleri önüne yerleştirilmiş olup yer yer üç bin topçu askeri hizmet ederek topları ve diğer ihtiyaçlarını hazırladılar…

Üsküdar, bayrak ve filandire sancakları ile bir lâle bahçesine dönmüştü. Yüz elli yerde savaş davulları çalındı, tokmaklar vuruldu. Yer ve gök güm güm gümledi. Yine o gün yetmiş adet tuğ, davul, bayrak sahibi ve diğer yedi kubbe vezirleri kapıkullarıyla alaylarını gösterdiler. Ayrıca görevlerinden alınmış olan mirmiran (Generaller ve askerleri) ve Arap emirleri derecelerinin yükselmesi için var kuvvetleri ile toplanıp hazır oldular. Herkes tayin oldukları yerde durup her tarafa karakollar (kara kolluk giyen gezici gözcü askerler) gönderildi. Bütün toplar kirpi gibi kolkola yerleştirildi. Çamlıca, Bulgurlu, Kayaşpınar, Albahadır, Secah bağları ve Kadıköy bağları tarafına karakollar tayin olup günden güne savaşa hazır durdular.
Her gün Gürcü Nebi tarafından casuslar gelip;
-İşte falan menzile (mesafeye) geldi, seksen bin askeri vardır! Diye haber yayarlardı.
Sadrazam hemen Kaptan Paşaya  (Deniz Kuv. Kom) ferman edip kırk parça Donanma-yı  Hümayun kadırgası (İmparatorluk Donanması Kadırgaları) ile beş bin asker tayin ederek İzmit boğazı yollarına gönderdi. Pendik, Kartal, Hereke yollarını Celalilere karşı korumakla görevlendirildiler.
Beri taraftan Celaliler bu kadırgaların yolları üzerinde hazır bulunduklarını işitince İzmit şehrine uğrayarak hesapsız erzaklarını zorla şehir halkından alarak Kocaeli Sancağı  içindeki güzel bahçe ve tarlalar içinden Üsküdar’a gelmeyi planladılar.
Bu haberin İstanbul’a gelmesinin ertesi günü bizzat sadetlü padişah özel gemisine binip iki bin kadar bostancıbaşı, kayıkları ve diğer sandallar ile on iki bin kadar tüfekli kurnaz bostancı yiğitleri, on iki bin baltacı, aşçı, helvacı, ekmekçi, has ahırlı, yedekçiler, kapıcılar, zülüflü baltacılar (Hepsi Saray muhafız askerleridir) ve diğer sayısız asker ile Üsküdar bahçesinde çadır kurdu. O saat on iki bin tüfeklinin Haydarpaşa bahçesinden tâ Ali Bahadır, Seccah Bahadır bağlarına kadar kat kat siperleri girmelerini Bostancıbaşıya ferman etti…
Askerlerin İstanbul’a kaçmalarını engellemek için gemileri Anadolu yakasından karşı tarafa geçirdiler, askerleri gene aynı üniformayı giyen Osmanlı askeri olan Celalilerden ayırmak için atlarının gemlerine yeşil mendiller bağlattılar.…

Nihayet, Bulgurlu, Çamlıca Dağı ve Âli Bahadır bağı taraflarında Celali askerleri göründü. Hemen Sadrazam tarafından peygamber sancağı açıldı. Yetmiş yerde savaş için davullar çalındı. Davul, netir, nekkare, turna göklere yükseldi.
“-Allah Allah!” seslari ile Üsküdar sahrası çalkalandı. Bir saat kadar sonra asilerin çarhacısı Celali Katırcıoğlu adındaki kortacı Bulgurlu dağından aşağı at sürünce Çarhacı Mehmet paşa da bütün askerleri ile bir ağızdan “Allah Allah!” Diyerek Abaza, Çerkez ve Gürcü yiğitlerden oluşan askerler ile hücuma geçti.  Celalilerin üzerine “Hûdur Hû Gaziler!” diyerek asilerin arasına daldı. İki taraf birbirine girdi. Katırcıoğlu askeri çarha savaşı yaparken Gürcü Nebi askeri hazır bekliyordu…

Savaşın kızıştığı anda Gürcü Nebi askerleriyle Bulgurlu’dan aşağı yürüyüşe geçince bütün askerler kol kola girip etrafını çembere aldılar. Gürcü Nebi tam galip gelecek iken top ve tüfek ile açılan yaylım ateşi ile Üsküdar sahrasındaki adam denizi galeyana geldi. Çarhacı Defterzade Mehmet Ağa Gürcü Nebi askeri içine daldı, asker yanladı, toplar teşe başlayınca Celaliler ateş içinde kaldılar, şaşkına döndüler.
-Bre Celaliler bozuldu! Diyerek savaşa hız verildi. Sekiz saat sonra Osmanlı askeri coştu, siperlerde olanlar “Arafat günündeymişçesine “ siperlerden çıkarak vuruşmaya katıldılar, Gekboza’ya (Gebze) varıncaya kadar geri çekilen Celaliler kırıldılar. Kemikli boğazına varıncaya kadar binlercesi paramparça edildi.
Sadrazam Kara Murat Paşa’ya bağlı askerler de Bulgurlu, Kayış pınarı (Kayışdağı), Sarı Kadı ve Kocaeli sınırına kadar Celalileri kırarak kovdular. Bütün askerler bol bol ganimet elde ettiler.
Celaliler üzerine nefir-i âm emirleri verilip “malı sizin canı benim!” Diye fermanlar yazıldı. Bunun üzerine Emirler Celalilerin arkasına düşüp gece ve gündüz yüzlercesini yakalayıp getirmeye başladılar. Padişahın otağı önünde yığılan kellelerin sayısı belli değildi.”

Katırcıoğlu Konusu;

Sadrazam paşa araya girmiş, Katırcıoğlu haramilikten tövbe edip devlete bağlılığını bildirmişti. Bunun üzerine Katırcıoğlu’na Anadolu eyaletinde sancak verilmişti. Beş yüz kadar eli kanlı gözü kanlı, eskiden “Menem diğer nist! (Benim, başkası yoktur! Veya, “En büyük benim!) diyen yiğitler de Girit adasına geçip Deli Hüseyin Paşa ile gece gündüz Allah yolunda mücadele edip yararlı işlerde bulunmuştur. (Seyahatname-C-3-S-60-63)

Adana- Antakya Arasındaki Kürt Eşkiıyalar İle Dürzistan’da Arap İsyanları;
Adana Demirkapı ile İskenderun- Adana arasındaki Payas- Sicin yaylasında yaşayan Cum Kürtleri karargâh kurup yol kesmektedirler. (Seyahatname-C-3-S-32-36)

Çomar Bölükbaşı ve Dürzistan Arap İsyanları;

Evliya Çelebi, Dürzistan’ı şöyle tarif ediyor;
“…Zira bu Şam etrafı Dürzistan ve yirmi adet mezhepsiz, sapık kavimlerin yeri olup yolları da güvenli değildi. Ordunun etrafına gözcüler yerleştirildi ve Şam askeri “”paşa askerinden uzağa yerleştirildi.” Diyerek Şam bölgesinden toplanan askere de “güven zafiyeti” olduğunu ifade etmektedir.

Gürcü Nebi- Katırcıoğlu isyanının bastırılmasının ardından Evliya Çelebi Dürzistan’a (Filistin-Lübnan)  yola çıktığında Akşehir civarında konakladığında Gürcü Nebi’nin baş bölükbaşısı olan, “Zal Oğlu Rüstem gibi yiğit, çirkin suratlı, traşlı, acayip yüzlü bir adam”  olarak tanımladığı Çomar Bölükbaşı ile karşılaşır. İçin için korksa da alttan alarak asiyi yumuşatmaya ve Suriye’de yanına gittiği Şam veziri Murteza Ağa’nın yanında görev almasını sağlayabileceğine ikna ederek onu da beraberinde “yedi bayrak” (Yezid yüz) askeri ile kervanına katar. Safed Malı denilen Sayda’da Osmanlı’ya karşı asilik eden ve “Bizim devlete asla borcumuz yoktur. Paşa bildiğinden kalmasın!” diyen ve “vergi toplamaya gelen memurları kovan Maanoğlu Emir Merhem, Şeyh Sarı Han, Şeraboğulları ve Turabioğulları adlı şeyhlere karşı toplanılan orduya katılırlar.

Dürzi kabilelerinden Maanoğlu Şeyh Tahir devlete karşı isyan ettiğinde Cebel-i Lübnan’da  yani Lübnan dağı eteğinde Kerk kalesini inşa ettirmiştir.

1683 II. Viyana Kuşatması başarısızlığının ardından gelen Haçlı Saldırılarında askere gereksinim arttığından isyancıların hepsi askere alındılar.

Ayaklanmalar tarımsal üretimi düşürmüş, halk arasında korku ve endişelere sebep olmuş, devlete güveni zayıflatmış hatta ortadan kaldırmış, devletin batı karşısında elini zayıflatmıştır. Keşiflerden ve sonuçlarından bir türlü yararlanmaya kalkamaması devletin ikinci büyük hatası olmuştur. İsyanların ardından "Duraklama Devri'ne" giren imparatorluk 18.yy itibarıyla gerileme ve çöküş dönemlerine girecektir.

Sabetay Sevi tarikatı, Fatih Sultan Mehmet (II. Mehmet) döneminde devlet içine yerleştirilmiş devşirme Yahudi yapılanmasının da etkisiyle 17. yüzyıldan itibaren Aleviler ve Gnostik Hıristiyan mezheplerinden dönmelerin ele geçirdiği Bektaşi ve öteki Sünni olmayan tarikatların, Sabii, Yezidi, Süryanilerin de katılmalarıyla güçlendi ve özellikle 18. yüzyıl sonlarından başlayarak 19. yüzyıl boyunca Ermenilerin Ruslarla ve Vatikan ile sıkı bağları yüzünden ayrılıkçılık yapmalarıyla gözden düşmeleri üzerine devlet idaresinin Yahudilerce teslim alınmasına neden oldu. İki türlü Sabetayist vardır;
Birincisi Türkleri kardeş ve Türk toprağını vatan sayan Sabetayist Yahudiler, Cumhuriyeti kuranların bu tarikattan oldukları bilinir. 
İkincisi ise “birinciler gibi görünüp”, koyu Yahudi milliyetçisi olan ve batılı devletlerin himayesine girmemizi isteyen takiyecilerdir. Bunlara Siyonistler, Masonlar gibi adlar verilmektedir. 11 Kasım 1938’den itibaren iktidarı bu tipler, Rumlar, Sabiler ile dönme Ermeniler ve İslam’cı Kürtler (Mason İslam’ı Nurcular)devleti ele geçirmişlerdir.

Alaeddin Yavuz
Keykubat

(Kynk-Temel Britannica Ansiklopedisinden ve Seyahatname’den yararlanılmıştır.)



 Evliya Çebebi Seyahatnamesinden alıntı yapan